Herkesin de bildiği ve büyük bir heyecanla beklediği gibi Avrupa Birliği Konseyi 17 Aralıkta yapacağı toplantıda Türkiye’ye müzakere tarihi verip vermemeyi görüşecek.
Bu toplantıdan evvel, yarın, 24 Kasım tarihinde, Türkiye’nin müzakerelere hazır olup olmadığını, tarih alması için yapması gerekenleri yapıp yapmadığının görüşüleceği bir toplantı daha yapılacak. Bu toplantıya Dış İşleri Bakanı Abdullah Gül, Türkiye’yi temsilen katılacak ve toplantının içeriği 17 Aralık AB Konseyi toplantısının temelini oluşturulacak. Bu toplantı bu denli ciddi içerikli.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, AB üyesi bir ülke olarak 17 Aralıktaki Avrupa Konseyi toplantısında, Türkiye’ye müzakere tarihi verilip verilmemesi konusunda oyunu kullanacak. AB Konseyinde, Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi için bu görüşün “OY BİRLİĞ” ile kabul edilmesi gerekmektedir.
İşte Türkiye’yi cezalandıracak, köşeye sıkıştıracak ve ondan taviz koparmasına kapı açaçak böylesi bir fırsatı yıllardır sabırla arayan, bunun için her yolu deneyen ve her kapıyı çalan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, hiç beklemediği bir anda böylesi güçlü bir fırsatı ele geçirdi ve sonuna kadar da bunu kullanmak niyetinde.
Veya kendisi öyle zannediyor ama kazın ayağı hiçte öyle değil.
Papadopulos, Yunanistan Başbakanı Karamanlis’in adaya geçen hafta yaptığı ziyarette aldığı telkinlerle ve son İtalya ziyaretinde Berlusconi’nin açık ve seçik olarak Türkiye ve AB’nin çıkarları lehinde ortaya koyduğu tavır ile VETO hakkını istediği gibi kullanamayacağını çok açık olarak anladı.
Niyeti Türkiye’nin önüne üç tane olmazsa olmaz başlıklı isteklerini koymak ve 17 Aralık’tan evvel de tüm bu isteklerine EVET yanıtını almaktı. Neydi bu istekler;
Papadopulos’un Karamanlis ve Berlusconi ile görüşmeden evvel farkında olmadığı veya unuttuğu bir konu var. O da Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin AB içinde artık “BLACK CAT”, yani “OYUN BOZAN” olarak tanımlanması. Tüm üye ülkeler, 24 Nisan’da yapılan Referandumda Kıbrıs’lı Rumların “HAYIR” oyunu kullanmasının baş mimarını Papadopulos olarak görmekte ve Kıbrıs’lı Rumları da Birleşik Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasına mani olan taraf olarak addetmektedirler.
Referandumdan sonra üye ülkelerin akıllarında olan;
Nedir bu hak ve menfaatler.
ve yukarıdakiler benzeri daha bir çok yaptırımlar ve uygulamalar.
Bu nedenle ben Rumların 17 Aralık’ta AB Konseyi tarafından Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi konusundaki karar oylamasında VETO haklarını kullanmayacakları veya kullanamayacakları görüşündeyim.
Sadece 24 gün kaldı. Hep birlikte göreceğiz…
19 kasım’da İtalya’ya giden Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos, İtalyan Başbakanı Berlusconi ile Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği ile Filistin lideri Yaser Arafat’ın ölümünden sonra Ortadoğu’nun durumu da dahil olmak üzere her iki ülkeyi ve Orta Doğu’yu ilgilendiren konularda bir görüşme yaptı.
17 Aralık zirvesi öncesinde Türkiye’nin Rum Yönetimi’ni tanıması konusunda Papadopulos tarafından destek arama amaçlı talep edilen bu üst düzey görüşmede, Papadopulos tüm çabalarına ve AB üyesi bir devletin Başkanı olması ayrıcalığına rağmen, Türkiye’nin 17 Aralık zirvesi öncesinde Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıması konusunda aradığı desteği Berlusconi’den alamadı. Buna ilaveten genel bir alışkanlık olan Cumhurbaşkanlığı seviyesindeki ziyaret ve görüşmelerden sonra ortak bir açıklama yapılması da gerçekleştirilmedi. İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’nin Rum lider Papadopulos ile görüşmesinden sonra ortak açıklama yapmaması da Rum kesiminde ikinci bir düş kırıklığı yarattı.
İtalya’nın Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesini desteklediği artık gizli olmayan bir gerçek.
İtalya’dan üzgün ayrılan ve yıllardır görmeye alıştığı ve beklediği kayıtsız şartsız desteği bulamayan Tasos Papadopulos, İtalya dönüşünde Larnaka Havaalanı’nda konu ile ilgili bir açıklama yaptı ve ilk defa endişelerini dile getirdi.
Gerçekte Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni tanıması, hem Avrupa Birliği’ne (AB) hem de AB üyesi Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ne karşı bir yükümlülüğü ama sorun Türkiye’nin bu yükümlülüğünü ne zaman yerine getireceğidir. Papadopulos, her zaman arkasına sığındığı, 17 Aralık’ta AB Konseyi tarafından Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi konusundaki “VETO” hakkını kullanma kozunu kolayca kullanamayacağının ilk mesajını, İtalya’ya yaptığı bu ziyarette, Berlusconi’nin kendisinden şahsen ve abice aldı. Artık AB şemsiyesi altına girerek Türkiye’den talep ettiği “Hemen ve şimdi” tanınma talebinin, istediği gibi gerçekleşmeyeceğini iyice anladı ve Türkiye’nin ne zaman kendisini tanımaya hazır hale geleceği endişesini de ciddi olarak duymaya başladı.
Bu ziyaretten sonra duyduğu bu endişeyi, yani AB üyesi olan ülkesinin, Türkiye tarafından 17 Aralık’tan önce mi yoksa sonra mı tanınacağı endişesini açıkça Larnaka havaalanında verdiği beyanatta dile getirdi.
Şimdi artık 17 Aralık’ta AB Konseyi tarafından Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi konusundaki kullanmayı çok arzuladığı “VETO” hakkını askıya aldı ve AB içindeki politik pozisyonunu değiştirdi. Türkiye’nin AB’ye ve AB’ye üye olan her devlete karşı sorumluluklarını yerine getireceği koşuluyla 17 Aralık’ta AB Konseyi tarafından Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi konusunu destekleme kararı aldı.
Artık hedefi bu içerikte ve bağlamda temaslar yapmak ve Türkiye’nin bir an evvel sorumluluklarını yerine getirmesi için diğer AB üyesi ülkeler tarafından arabuluculuk yapılarak ortaya uzlaşıcı öneriler konması veya kendisinin Türkiye’ye uzlaşıcı teklifler yapması olacak.
Orta Doğu’daki silahlı, ekonomik ve siyasi gelişmeler, yaşanan olaylar, çatışmalar, petrol ve bu yörede üç büyük dinin kutsal şehri olan Kudüs’ün tarihten ve dini kitaplardan gelen dinsel önemi, Orta Doğudaki sınırların yeniden çizilmesini tetiklemektedir.
Bölgedeki olaylara kısaca en uzak köşe olan İran’dan başlarsak, İran’ın nükleer araştırmaları ve nükleer başlıklı füze imal etmek arzusu, resmen 2002 yılından beri AB’yi ve ABD’yi kara kara düşündürmektedir. ABD’nin bu konudaki kaygıları, 11 Eylül 2001’de New York’ta İkiz kulelere yapılan terör saldırısı ile doruğa çıkmış durumda. Hiçbir İslam ülkesinin, hele de ABD’yi “Şeytan” olarak halkına tanıtmış İran’ın elinde nükleer silah bulundurmasına tahammülü yok. İran’ın her ne kadar savunma amaçlı olarak tanıtacağı bu silahın bir müddet sonra kendisine yöneleceğinden çekinmektedir. 11 Eylül olayını göz önüne getirirseniz, bu konuda haksız olmadığını da fark edeceksiniz.
İran’ın yanındaki Irak’ta ise, olayları her gün TV’den izliyoruz. Ama perdenin arkası, Kuzeyde bir Kürdistan Devleti kurulmasının hazırlıklarının son sürat devam ettiğidir. Kuzey Irak’ı yöneten Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Celal Talabani ile Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) lideri Mesud Barzani’nin, Kerkük’te Saddam döneminde sürülen Kürtler geri dönene dek yerel seçim düzenlemeyeceklerini ilan etmesi boşuna değil. Bu iş birliğinin beş ana nedeni var.
Kürdistan’ın kurulmasından hoşlanmayan ve bu konuda kırmızı çizgileri olan Türkiye, AB’ye giriş müzakerelerinde bu çizginin rengini pembeye dönüştürmek zorunda kalacak.
Biraz daha yakına gelince, önümüze düşman kardeşler Filistin ve İsrail çıkmaktadır.
Bence ABD, bağımsız bir Filistin devleti kurulması için kolları sıvamıştır. Bu hazırlığın üç ana gayesi var.
Kıbrıs ise, sonu belli bir yolda hızla ilerliyor. Artık çatışma yok. Bir şekilde adaya gelen barış, tarafların mutabakatı ile daha da pekiştirilecek.
Önemli olan Rusya’nın benzeri görülmemiş nükleer silahı mı yoksa İran’ın nükleer çalışmaları mı?
Moskova, bundan bir müddet önce, modern füze sistemleri geliştirmeye çalıştıklarını duyurmuştu. Fakat dün sürpriz bir şekilde Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin, herkesin bildiği ve duyduğu gibi benzeri olmayan bir nükleer silah geliştirdiklerini açıkladı. Putin, ordu komutanlarına yakında dünyanın en ileri düzeydeki silahlarına sahip olacaklarını ve Rusya’nın dünyadaki başka hiçbir ülkede olmayan bir nükleer füze sistemini denediklerini belirterek bu silahın aynı zamanda uluslararası teröre karşı savaşımda da gerekli olacağını ifade etti.
Hitap edilen kitle ordu komutanları olduğu için bence bu sözler birazcık abartılı. Yani Putin “bu benzeri olmayan bir nükleer silah” mesajı ile iç tribünlere oynuyor. Anlaşılan Rusya’da iyi gitmeyen bir şeyler var. Ya ekonomi tepetaklak gidiyor, ya açlık var, ya maaş yetmezliği var, ya kıtlık baş göstermek üzere ya da Rusya’da yaşayan halkın çoğunluğunu etkileyecek benzeri bir sorun kapıda.
Soğuk Savaş yenilgisini hala hazmedememiş ve NATO’nun doğuya doğru genişlemesini hala kabullenememiş olan Rus ordusunda, Putin’in bu sürpriz duyurusu günü veya haftayı kurtarmak amaçlı gözüküyor. Zaten Rusya füzeler üzerindeki çalışmalarını 1980’li yılların başından beri sürdürmekte idi.
Bence Putin bu sürpriz sayılabilecek açıklaması ile, silahlı kuvvetler mensuplarının moralini yükseltmek istedi. Siyasilerin ve devlet yöneticilerinin orduya önem verdiğini bir şekilde dile getirdi ve Rus halkına, Rus ordusunun eskiden olduğu gibi hala güçlü, teknolojik olarak ileri ve devletini savunacak güçte olduğunu göstermek istedi.
Eğer biraz tarafsız düşünüp, olaya uzaktan ve dünyanın genel durumunu dikkate alarak bakarsanız, yeni bir silahlanma yarışının başlamasının söz konusu olmadığını hemen görürsünüz.
Bir olasılıkla, bu yeni nükleer silah, yeni bir teknoloji veya kavram olmaktan çok, var olan füzelerin manevra kabiliyetini arttıran bir sistem veya füze savunma sistemlerinden kaçmak için manevra kabiliyeti çok yüksek olan bir savaş başlığı veya güdümlü anti roket füzelerini çok kolayca atlatabilecek yeni bir tekniğe sahip standart bir nükleer başlık.
Nükleer silah konusunda aslında mühim olan Rusya’nın benzeri olmayan bir nükleer silah geliştirdiği değil, İran’ın bir yerlerden nükleer bomba planları ele geçirdiği iddiasıdır. Bu iddiaya göre İran, Pakistanlı bilim adamı Abdülkadir Han’dan silah yapımında kullanılabilecek uranyum ve nükleer bomba planları almış ve Lavizan’daki Atom Araştırmaları Merkezinde uranyum zenginleştirmeyi sürdürüyor.
Bu soruna hem AB hem de ABD taraf. Her ikisi de İran’ın nükleer araştırmalarından hoşnut değiller ve İran’ın bu çalışmalara son vermesini istiyorlar. İran’a atom bombası yapımında kullanılabilecek her tür parçanın satışına da yasak koydular. Bu parçaların imalı ve satışı üzerinde büyük bir denetim sürdürüyorlar. İran geçen hafta nükleer silah imal çalışmalarını durdurduğunu açıklamıştı ama nükleer araştırmalarını halen devam ettiriyor.
Avrupa Birliği 2002’de, İran’ın nükleer programı hakkında alarm düğmesinin basmış ve bu sorunu müzakere yoluyla çözmeye çalışıyor ama halen daha bir sonuca ulaşabilmiş değil.
ABD ise İran’ın elinde bir nükleer bomba olması tehdidini çok ciddiye almış ve bu çok tehlikeli konu ikinci dönem ABD Başkanı seçilen George W. Bush’un “yapılacaklar” gündeminin de en üst sıralarında. Dünden itibaren George W. Bush’un yanında Kara Panter Condi’de var. İkisi de şahinler grubundan.
AB’nin bu kritik konuda yaptığı arabuluculukta başarıya ulaşamaması bence ABD’nin İran’a olan bakış açısını çoktan değiştirmesine yol açtı ve muhtemelen İrak’tan sonra askeri ve ticari baskı ağırlığını İran’a taraf arttıracak.
ABD Başkanı George W. Bush, önceki gün istifasını açıklayan Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın yerine dün gerçekleştirdiği atama ile ikinci dönemdeki kabinesinde şimdiki Ulusal Güvenlik Danışmanı Bayan Dr. Condoleezza Rice’ı, Dışişleri Bakanı koltuğuna getirdi.
4 Kasım’daki zaferinden sonra ikinci 4 yıl için kabinesinde yaptığı atamalar ile John Ashcroft’tan boşalan Adalet Bakanlığı’na kendi hukuk danışmanı Alberto Gonzales’i ve Powell’ın yerine de Rice’ı getiren Bush, yeni dönemde yönetimin diğer isimleriyle tamamen uyum içinde çalışacak “uysal” bir kadro oluşturma yolunda. Bu atamaları G. W. Bush’un ABD’nin dış dünyaya dönük politikalarında çok etkileyici rol oynayacağına eminim.
Amerikan Devlet Yönetim sistemine göre bu atamaların Senato tarafından da onaylanması gerekiyor. Bu atamaların Senatoda takılması veya Senatonun bu atamayı kabul etmemesi, Senatonun 4 kasım seçimlerinden sonraki yeni yapısına göre olanaksız. Bu durumda Bayan Rice, ABD’nin ilk Afrika Kökenli Amerikalı (Afro-American) kadın Dışişleri Bakanı olacak.
Yorum ve varsayımlarımızdan önce Bayan Condoleezzsa Rice’i iyice tanıyalım.
1954 yılında, ABD’de ırk ayrımının en şiddetli olduğu güney eyaletlerinden Alabama’nın Birmingham kentinde, kölelikten gelme siyah bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Babası Westminster Presbiteryan kilisesinde rahip olan John Wesley Rice ve annesi de müzik öğretmeni Bayan Angelena Rice’dır. Ailenin ataları ABD’ye Jamaika’dan gelmiştir.
Arkadaşları arasındaki lakabı “Condi” olan Condoleezza’nın adı, İtalyan müzik terimi olan ve müzik aletini “tatlılıkla çalmak” anlamına gelen “con dolcezza’dan” geliyor. Bu ismi seçen ve koyan müzikçi annesi Bayan Angelenea.
Rice henüz dokuz yaşındayken, sınıf arkadaşı Denise McNair, 1963 yılında siyahların gittiği Baptist kilisesinde ırkçı beyazlar tarafından yakılarak öldürülmüş. Condi’ye göre bu ve benzeri ırkçı olaylar ve ABD’nin ırkçı güney eyaletlerinde geçen çocukluğu, kendisine kötülüğe karşı “kararlılık” ve gerekirse “iki kez daha başarılı” olma azmini vermiş.
Son derece zeki ve akıllı olan Condi, 15 yaşındayken konser piyanisti olmak amacı ile Denver Üniversitesi’ne kaydolmuş fakat aldığı bir derste uluslararası ilişkilere olan merakını fark ederek, konser piyanistliği sevdasından vazgeçerek Siyasi Bilimler Fakültesine geçmiş.
19 yaşında Denver Üniversitesi’nin Siyasi Bilimler Fakültesinden mezun olduktan sonra 1975 yılında Notre Dame Üniversitesi’nden Master derecesi aldı ve yüksek öğrenimine devamla 1981 yılında da Denver Üniversitesi Uluslararası Etüdler Okulu’ndan doktorasını aldı.
Kurulduğu 1891 yıllından beri Amerika’da ilk 10 en iyi üniversite arasında yerini koruyan Stanford Üniversitesi’nde siyaset bilimi hocalığı yapan Rice, siyasi kariyerine 1989’da başladı. Baba George Bush dönemi Beyaz Sarayı’nda Bush’a, Sovyetler ve Doğu Avrupa ilişkileri ulusal güvenlik konularında özel danışmanlık yapan Rice, baba Bush tarafından Mihail Gorbaçov’a “Sovyetler Birliği hakkında bana her şeyi söyleyen kişi” olarak tanıtıldı.
Forbes dergisi, çok başarılı bir kariyere sahip olan Rice’ı, Ağustos 2004 tarihinde devlet başkanlarından yazarlara, şirket yöneticilerinden kraliçelere kadar dünyayı sosyal, ekonomik, kültürel ve politik açıdan etkileyerek değiştiren pek çok ünlü kadının yer aldığı listede 1 numaraya yerleştirerek “Dünyanın en güçlü kadını” ilan etmişti.
Rice, İngilizce’ye ek olarak Rusça, Fransızca ve İspanyolca’yı da iyi konuşuyor.
Colin Powell, Bush hükümetinde güvercin kanadını temsil ederken, Rice yürüttüğü sert politikalarıyla biliniyor. ABD’deki şahin kanat içinde yer alıyor ve şahinler arasında da “Siyah Kaplan” olarak adlandırılıyor.
Çocukluğunda yaşadığı ortam ve olaylar yüzünden dünyayı siyah ve beyaz görmesi, kilisesine bağlı dindar bir Katolik olması ve dünya meselelerin çözümünde mutlak iyi ve kötü kavramlarına inanmasıyla biliniyor.
Bayan Rice’ın, 2003’ün Ağustos ayında Washington Post’ta yayınlanan “Ortadoğu’yu Değiştirmek” başlıklı makalesinde, “Fas’’tan Basra Körfezi’ne kadar Ortadoğu’da 22 devletin sınırlarını değiştirecekleri” sözlerini dikkate aldığım vakit, ABD gibi dünyanın süper gücünün yeni ve etkili Dış işleri Bakanı olan Bayan Rice’ın, dünya’da ve özellikle Orta Doğu’da çok etkin, dengeleyici, taviz vermeyen, barışa yönelik, sertlikten uzak, iyi düşünülmüş ve adil bir dış politika izleyeceğine inanıyorum.
Bölgemizde Filistin’in bağımsız, demokratik bir devlet kurma isteğini dikkate alacağına, İsrail’in güvenlik içinde yaşamak arzusunu kalıcı olarak gerçekleştireceğine, terör odaklarını ve terör faaliyetlerine son verecek girişimlerde bulunacağını öngörüyorum.
Kıbrıs konusunda ise, ABD’nin Colin Powell döneminde saptanmış olan politikasının devam ettirileceğine ve KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılması, Kıbrıs Türklerinin dünya ile kucaklaşması, direk uçuşlar ve benzeri toplumumuzu dış dünyaya bağlayacak çabaların devam ettirileceğine ve sonuçlandırılacağına inanıyorum.