Lapta’daki Rum malı üzerine inşa edilen villaya yıkım emri

Lapta’daki Rum malı üzerine inşa edilen villaya yıkım emri

Evvelki gün yerel basında “Lapta’lı Rum Meletios Apostolides’in İngiliz David Orams ve Linda Gram aleyhine Lefkoşa Kaza Mahkemesinde açtığı davada alınan kararla inşaatları yıkmanın yolu açıldı” içerikli bir haber okudum. Haberi doğrulamak açısından Rum kaza Mahkemesinde ve Rum basınında araştırdım ama pek de sağlıklı bir sonuca ulaşamadım. Sadece söz konusu malın sahibi olduğu iddia edilen Meletios Apostolides’in bir ressam olduğunu tespit edebildim.

Eğer bu haber doğru ise ve de Lapta’daki bir ev ile ilgili Lefkoşa Kaza Mahkemesinin aldığı karar yasalara aykırı değil ise ortaya yeni bir sorun çıktı demektir. Hem de büyük bir sorun..

Haberin devamında  “ Apostolidis’in Lapta’daki arazisi üzerine villa inşa eden İngilizler aleyhine açtığı dava geçtiğimiz Çarşamba günü Güney’deki Rum mahkemesinde sonuçlandı. Mahkeme, İngilizlerin villayı, havuzu ve evin çevresindeki duvarı derhal yıkmasını emretti…” cümlesi yer almaktaydı.

Ben hukukçu değilim. Mahkemelerle pek de ilişkim yok. Hukuk ve yargı ile ilgili yasaları sadece kulaktan dolma bilmekteyim.

Benim kendi ilkel hukuk bilgilerime göre aklımı karıştıran ve bende soru işareti yaratan konular şöyle sıralanabilir;

  • Bu davanın öncelikle suçun işlendiği Girne Kaza Mahkemesinde açılması gerekmezmiydi.
  • Kıbrıs hukuk sistemine göre Lefkoşa (Rum) Kaza Mahkemesinin Lapta’da gerçekleşen bir cürüm hakkında dava görmesine yetkisi varmıdır.
  • Lefkoşa (Rum) Kaza Mahkemesi hangi gerekçe ile kendini bu davayı görmeye yetkili kılmıştır.
  • Lefkoşa (Rum) Kaza Mahkemesi bu konuda kendi kendini yetkilendirmeye hakkı varmıdır?.

Haberin devamı da aynen şöyle; “Rum mahkemesi kararı önümüzdeki hafta İngiltere’ye de bildirilecek. Karara uymamaları halinde İngilizlerin tutuklanma olasılığı da bulunuyor… Avrupa Konseyi tüzükleri uyarınca bu durumda İngiliz yargısı da devreye girmekle yükümlü

Bu cümle içinde de benim aklımda soru işaretleri yaratan yerler var.

  • Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ve İngiltere AB üyeleridirler. Ama Lefkoşa Kaza Mahkemesinin aldığı bir kararı İngiliz Mahkemesi veya AB’ye üye her hangi bir ülkenin Mahkemesi otomatikman uygular mı?
  • Hangi İngiliz Mahkemesi bu konuda kendisini yetkili Mahkeme olarak addedecektir.
  • Söz konusu İngiliz Mahkemesi davayı görüşmeyi kabul etmek zorunda mıdır?
  • Söz konusu İngiliz Mahkemesinin hiç mi konuyu araştırma hakkı yok?
  • Söz konusu İngiliz Mahkemesi, kendi yetki alanı dışındaki topraklarda dava konusu villayı, havuzu ve etrafındaki duvarları yıkma kararı verebilirmi?
  • Yıkımın gerçekleştirilmesi için ne olursa olsun Girne Kaza Mahkemesi kararı gerekmez mi?

Bunlar, benim kendi ilkel hukuk bilgilerime göre, konu ile ilgili aklımdaki soru işaretleri.

Tabii olayın öbür tarafı, bir de madalyonun öbür yüzü var.

Ya bu Lefkoşa Kaza Mahkemesinin kararı bir şekilde AB hukuk sistemi içinden geçerek gerçeğe dönüşürse o vakit, 30 yılda yapmaya çalıştıklarımızın hepsi yerle bir olacak…

Geçen güm Lefkoşa’da CASA Koleji sahibi Bay Savvides ile tanıştım. Benim Mağusa’lı olduğumu duyunca, DİDACTA’nın sahibi olduğunu söyledi. Orası neresi biliyormusunuz?. Mağusa’da 1974’den önce yabancı dil kurslarının verildiği bir kolej. DAÜ’nün şimdiki Rektörlük binası ve binanın içinde bulunduğu arazi. Eğer bu Mahkeme kararı gerçeğe dönüşürse, artık siyasilerin DAÜ Vakıf Yönetim Kurulu’na üye atamaları sorunu ortadan kalkacaktır. Bu yeni durumda Vakıf Yönetim Kurulu Başkanı Bay Savvides olacak, Yönetim Kurulu üyeleri de onun atayacağı meslektaşları….

DAÜ’nün adı DAÜ olarak kalır mı yoksa CASA UNIVERSITY’mi olur onu da bilemem.

17 Kasım 2004
Lapta’daki Rum malı üzerine inşa edilen villaya yıkım emri için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Denver’deki Katolik Katedrale Müslüman İmam

Denver’deki Katolik Katedrale Müslüman İmam

ABD’deki Kolorado eyaletinin Piskoposluk Bölgesindeki Piskoposluk Katedrali olan Denver’deki Aziz John Katedralinde 14 Kasım Pazar günü sabah 11:15 de yapılan Şarap ve Ekmek Yemek ayininde Kilise Meclisi İdare Amiri ve Yöneticisi Rahip Greg Movesian, resmen Irak asıllı bir Şii olan 46 yaşındaki, İbrahim Kazerooni’yi Katedralin din adamları kadrosuna atandığını açıkladı.

İmam İbrahim mihrabın önündeki basamaklara kadar geldikten sonra vasıfları ve yeterliliği görüşüldü ve uygun bulunduktan sonra Kilise Meclisi İdare Amiri ve Yöneticisi Rahip Greg Movesian, Aziz Francis’in “Efendimiz, bizi  tanrısal huzurunun gereçleri haline getir” duasını okudu. Bundan sonra dinler arası bağıntıda yeni bir sayfa açılarak, bir Hıristiyan Kilisesine, daha doğrusu normal kiliselerden bir gömlek daha yukarıda olan bir Piskoposluk Katedralinin dini  personeli arasına bir Müslüman İmam atandı.

Törenden sonra görevine resmen başlamış olan Kazerooni, aynı zamanda Denver şehrinin batı kesimindeki Ahl Al-Beit isimli bir İslam Merkezi’nin de yöneticisi. Katedraldeki görevi, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar arasında bir bağ ve ruhani bir köprü oluşturmak. Bu görevi için Katedral’den her hangi bir ödenek almayacak fakat bu hizmetlerine karşılık Aziz John Katedrali İbrahim’in Master eğitimini sürdürdüğü Iliff İlahiyat Fakültesindeki masraflarını karşılayacak.

Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan istatistiklerde her zaman ABD halkının çok dindar olduğu ortaya çıkar. Kasım ayı başında yapılan Devlet Başkanlığı seçimlerinde de, oy kullananlar arasında yapılan istatistiki bilgi toplamada, Pasifik kıyısındaki Batı Eyaletlerinin dışında, geri kalan tüm yerlerde halkın çok dindar olduğu ortaya çıkmıştı. Bu gerçeğin üzerine Amerika’nın önde gelen gazetelerinin bir tanesinde seçimlerden hemen sonra yayınlanan karikatürde Amerika Birleşik Devletleri sınırları değiştirilerek çizilmiş, Kanada ve Batı eyaletleri birleştirilerek üstüne “United States of America” (Amerika Birleşik Devletleri” yazılmış,  şimdiki ABD sınırlarının içine de “Jesusland”, “İsaistan” veya “İsa ülkesi” ibareleri konmuştu.

Bu karikatür bana, Amerikan halkının ne kadar dindar olduğunu vurgulamıştı, ve de eminim bu karikatürü gören her okuyucu da aynı kanıya ve düşünceye sahip olmuştur.

Bu istatistiki bilgilerin karikatüre edilişinden daha 1 hafta bile geçmeden Denver’de şehir merkezinde bulunan tarihi Aziz John (St. John) Piskoposluk Katedralinde bir Müslüman İmamın görevlendirilmiş olduğunu ve de üstelik kadroya alındığını da okuduğumda gözlerime inanamadım. Asparagas bir haber mi diye hemen kontrol ettim ama doğru çıktı. Gerçekten de Denver’deki  tarihi Katedrale bir Müslüman İmam, kadrolu din görevlisi olarak istihdam edilmişti.

Sofu Hıristiyan görünümündeki Amerikalılar, ilk defa dini görüşlerini belli kalıpların dışına çıkardılar ve Denver kentindeki St. John Katedrali, Amerika’da ve belki de dünyada bir ilk olarak,  dinler arasında uzlaşma konusunda önemli bir adım atarak, bir imamı kadrosuna dahil etti.

Bence bu müthiş bir gelişme…

Katedralin kadrolu İmamı Irak asıllı bir Şii olan İbrahim Kazerooni, Katedralde düzenlenecek bütün (Hıristiyan) ayinlerine katılacak, zaman zaman da kürsüye çıkıp Denver’deki Hıristiyan cemaate hitap edecek.

Burada amaç dinler arasındaki, dinler derken kastedilen Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık dinleri arasındaki, bağlantıyı ve ilişkiyi pekiştirmek ve geliştirmek. Dinler arasındaki kutuplaşmayı önlemek, yüzyıllardır bu dinlerin arasında süregelmiş düşmanlığı yumuşatmak ve zaman içinde de ortadan kaldırmak.

Denver’in merkezindeki Aziz John Katedralinin dini idarecilerinin aldığı ve uyguladığı bu kararı bizler de örnek almalıyız. Adamızda barışı istiyorsak, barışı etkileyen faktörlerden bir tanesi olan dini inançlarımızı da ele almalıyız ve eğer yapabilirsek bizde Ortodoks Rumlar ile dini kutuplaşmayı yumuşatıcı ve önleyici düşünceler ve uygulamalar üretmeliyiz.

16 Kasım 2004
Denver’deki Katolik Katedrale Müslüman İmam için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

EOKA-B HALA YAŞIYOR

EOKA-B HALA YAŞIYOR

BİZ TMT’yi LAV ETTİK

AMA

EOKA-B HALA YAŞIYOR.

Geçenlerde bir Rum ile tanıştım. Hoş beşten sonra bir ara belinde bir kabarıklık gözüme çarptı. Belindekinin cep telefonu olduğunu varsayarak, şaka yollu niye tabanca taşıdığını sordum. Aslında sorma amacım kendisini birazcık kızdırmak idi ve tabanca lafını sırf kendisini dürtmek için ortaya atmıştım. Hatta biraz da ileri giderek, Türkleri öldürmeye gerek kalmadığını, her iki toplumda da barış rüzgarlarının estiğini ve artık 2004 yılında bir Türk öldürmek ile her hangi bir kahramanlık payesinin de kazanılmadığını söyledim. Cep telefonu olduğunu varsaydığım belindeki kabarıklık konusunda kem küm etmeye başladı. Bana, onun bir telefon olduğunu bir türlü söyleyemedi, ceketinin düğmelerini açıp telefonunu da gösteremedi.

Aklıma hemen EOKA ile EOKA-B geldi. Sonra da TMT geldi.

Biz TMT’yi 1976’da lav etmiştik. O dönemde ben de Milletvekili idim ve 23 Kasım 1976 günü yapılan oturumda, resmen TMT’yi lav eden ve Güvenlik Kuvvetlerini yasal olarak kuran 29/76 No.lu yasayı oy birliği ile geçirmiştik. 1 Ağustos 1976’da kurulan Güvenlik Kuvvetlerimiz, 23 Kasım 1976 günü kabul edilen 29/76 No.lu bu yasa ile de yasal bir statü kazanmıştı.

Ama… Rum tarafındaki EOKA-B örgütü halen daha faaliyette ve kapatılmadı. Önce EOKA’nın açılımına bir bakalım. Ethniki Organosis Kyprion Agoniston (Kıbrıslı savaşçıların Milli Örgütü). EOKA-B’de onun varisi. Peki bu EOKA-B kime karşı hala daha canlı ve faaliyette. Şimdi, Avrupa Birliği içinde silahlı bir grubun hala daha faaliyet içinde olabileceğini, benim aklım bir türlü almıyor ve kabul edemiyor. Namlusu ucunda olan da bizleriz, yani Kıbrıs Türk’leri.

Gelin hep birlikte EOKA-B’nin kuruluş amacına ve faaliyetlerine bakalım.

1968 yılı içinde başlayan toplumlararası görüşmeler sürerken, Kıbrıs Rum Toplumu içinde iki esas görüşün belirginleştiği gözlenir… Bu görüşmelerden biri, ani bir askeri harekat ile Kıbrıs Türk direnişinin kısa yoldan kırılarak Enosis’in ilan edilmesini; diğeri de uzun vadeli bir program çerçevesinde ekonomik ve siyasi baskılarla Türk direnişinin kırılarak, Enosis’e ulaşılmasını öngörmekteydi… Bu görüşlerden birincisini eski EOKA’cılar ve Cunta yanlısı güçler, ikincisini de askeri bir harekatın Türk müdahalesi ile başarısızlığa mahkum olacağını iyi kavramış olan Makarios savunmakta idi… Nitekim Makarios Türkler üzerinde ekonomik baskıyı ağırlaştırırken, adadan göç etmek isteyen Türklere her türlü kolaylığı sağlıyor, bir yandan da süren Toplumlararası görüşmeleri uzatarak, Türklere otonomi verilmesini dahi kabule yanaşmıyordu…

Enosis konusunda askeri kısa yolu tercih edenler EOKA’yı canlandırarak “EOKA B” adlı Cunta destekli ve Yunanistan tarafından yönetilen gizli bir örgüt kurdular. Gizli örgüt adada bulunan ve RMMO’yu yöneten Yunanlı subayların yönetimindeydi. İlk etkili eylem olarak 1970 yılı Mart ayı başlarında Makarios’un bindiği helikoptere ateş edildi. Helikopter zorunlu iniş yaptı, Makarios kurtuldu. Bunun üzerine 11 eski EOKA’cı tutuklandı, İçişleri eski Bakanı Yorgacis bu olaydan sonra şüpheli şekilde öldürüldü…

Bunun ardından 28 Ağustos 1971’de Grivas gizlice adaya döndü ve EOKA-B’nin başına geçti. RMMO kamplarından silah çalmalar, sabotajlar başladı. Kilisenin Sen-Sinod Meclisi üyesi 3 papaz, Makarios’a karşı cephe aldı, Grivas, Enosis demeçleri vermeye başladı. Makarios 21 Şubat 1971 ‘de Grivas’a bir mektup yazarak işbirliği yapmalarını istedi. Grivas ise bunu reddetti. 29 Ekim 1971’de bir başka açıklama yapan Makarios, “bütün Yunan hükümetlerinin rızası bulunduğu taktirde, Enosis’i ilan etmekte tereddüt etmeyeceğini, fakat bu tür bir girişimin başarısına ve başarısızlığına yol açacak çeşitli faktörler makul olarak değerlendirildikten sonra bunun olanaksız olduğunu” belirtti. Makarios’u devirip kısa yoldan Enosis’e ulaşmayı isteyen EOKA B ise, sabotaj eylemlerini yoğunlaştırdı.

Bu arada şiddet ve terör olayları artarken, 31 Ocak 1973’de yeni bir açıklama yapan Makarios, EOKA B’nin eylemlerini “Enosis’in mezar kazıcıları” olarak nitelendirdi.

Grivas’m ölümü üzerine alınan bir kararla EOKA-B karargâhı, Yunan Kontenjan Alayı Kışlası’na taşındı. Bu durumdan rahatsız olan Makarios ile Yunan ordusu arasıda sürtüşme başladı. 2 Temmuz 1974’de Yunan Cumhurbaşkanı General Ghizikis’e bir mektup yollayan Makarıos, kendisinin, “Vali değil, devlet başkanı olduğunu” hatırlattı” ve EOKA-B militanlarının önemli bir bölümünün yakalanması için harekete geçti. 15 Temmuz’da duruma el koyan R.M.M.O. milislerine bağlı tanklar Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na taarruz ettiler ve Nıkhos Sampson’u Cumhurbaşkanlığına getirdiler.

Hikaye burada bitmiyor ama ben burada EOKA-B’nin tanımına bir nokta koyuyorum. Şimdi, yani 2004 yılında hala daha EOKA-B ile Yunan Kontenjan Alayı ve RMMO organik bağlarla birbirlerine bağlı ve nihai hedefleri de Kıbrıs Türkleri, Türk kanı içmek ve Girne’ye Yunan bayrağı çekmek.

AB içinde bir devlette bunların olabileceğini bir türlü düşünemiyorum.

KKTC bence bu konuda İHM’ye başvurmalı ve AB’ye de şikayet mektupları göndermeli. Mektubun giriş bölümü ve ilk paragrafı da mesela şöyle olabilir..

”Sevgili Avrupa Birliği,

Sen Kıbrıs’ta barış için elden geleni yapıyorsun ve Kıbrıs’a barışı getirmek için her yolu deniyorsun. Bizi de zamanı gelince AB ailesine katmak istiyorsun ama sana üye olan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinde, terör örgütü olarak sınıflandırılmış EOKA-B örgütü hala daha kapatılmamış ve faaliyette. Üstelik bu örgütün hedefi de bizleriz. BU konuda ne yapmayı düşünüyorsun?” ……

15 Kasım 2004
EOKA-B HALA YAŞIYOR için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

AB-Türkiye müzakereleri ve Türkiyelilik kavramı

AB-Türkiye müzakereleri ve Türkiyelilik kavramı

Türkiye’nin Avrupa Birliğine girme hazırlıkları, Türkiye’de Osmanlının yıkılmasından beri yerleşmiş “Türk” veya “Türküm” kavramlarına değişiklik getirmek üzere.

Türkiye, Osmanlı yıkıldıktan sonra onun yerine geçerken, onda bulunan altkimlikleri (çeşitli etnik, dinsel vs. grupları) olduğu gibi miras almıştır. Fakat imparatorluktaki üstkimlik (devletin yurttaşına verdiği kimlik) “Osmanlılık” iken, Türkiye Cumhuriyeti’nde bu üstkimlik  “Türklük’ olarak ortaya çıkmış ve bu güne kadar da bu şekilde devam etmiştir.

Konuyu irdelemeden evvel söz konusu bu “Üstkimlik” konusunda Avrupa Birliğinin veya Avrupa’nın  ne yaptığına bakalım.

1950’de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) doğrudan doğruya “Azınlık hakları’na”  ilişkin hükümlere yer verilmemişti. Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden sonra, (AB’yi oluşturan devletlerin de üyesi olduğu) Avrupa Konseyi bünyesinde “Ulusal Azınlıkların Korunmasını”  öngören bir ek protokolün veya sözleşmenin hazırlanmasına yönelik tartışmalar başladı. Söz konusu tartışmalar da 40 yılı aşkın bir süre devam etti ve 1995’te “Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’nin” imzaya açılması ve 1998’de yürürlüğe girmesiyle sonuçlandı. Sözleşmeyi 42 devlet imzaladı. Türkiye ve Fransa bu güne kadar bu sözleşmeyi imzalamadı.

Çerçeve Sözleşme’de “Ulusal Azınlık” deyimi (kavramda bir anlaşmaya varılamadığı için) tanımlanmadı. Ancak, uygulamada “Giriş” bölümündeki ifadeden esinlenerek, ulusal azınlığın belirlenmesinde “Etnik, Kültürel, Dilsel ve Dinsel açıdan farklı bir kimliğin söz konusu olmasının” kavramı karakterize eden bir kriter olarak kabul edilebileceği görüşü benimsendi.

İmzacı devletlerden bir kısmı, Avrupa Konseyi genel sekreterine yaptıkları bildirimde, sözleşmede “Ulusal Azınlık” kavramının tanımlanmamış olmasından hareket ederek, “Ulusal Azınlık” kavramını “Vatandaş Azınlık” ile sınırladı. Bu arada, örneğin Almanya yaptığı bildirimde, “Ulusal Azınlık” olarak kabul ettiği Alman vatandaşı olan belli grupları tek tek sayarak ülkesindeki Türkleri sözleşmede öngörülen korumanın dışında bıraktı. Alman vatandaşı olan Türkler kendilerini tanımlarken, “Türk kökenli Alman vatandaşı” diye tanımlamaya başladılar.

Peki, bu konuda Amerika ne yaptı. Amerika’da Amerikan milleti diye bir kavram yoktur. Her kes Amerikan vatandaşıdır ve bunu övünçle dile getirir. Kendisine kökenini sorarsanız; İtalyan kökenli Amerikalı veya Afrika kökenli Amerikalı ve benzeri şekilde atalarının kökenini dile getiren bir kimlikle sizi yanıtlar. Amerika’nın 1789’da seçimli demokrasiye geçmesi üzerinden 215 yıl geçmesine rağmen bu “Amerikalılık” olarak tanımlanan “Üstkimlik”leri  ve “İtalyan kökenli Amerikalı” gibi  atalarının köklerini dile getiren “Altkimlik”leri ve bu kavramlar hiç değişmedi.

Sıra Türkiye’de;

AB koşulları ve ABD örneği kapının önünde. Kürtlerin ve Türkiye’deki diğer etnik grupların istekleri, Avrupa Parlamentosunda dile getirilmeye başlandı. Buna örnek olarak Leyla Zana’nın, 14 Ekim 2004’te Avrupa Parlamentosunda yaptığı konuşmayı örnek verebiliriz. Konuşmasında “Kürtler, sorunun,  Türkiye’nin coğrafi bütünlüğü içinde barışçıl bir şekilde çözümünde kararlıdır. Kürtler, Türkiye Cumhuriyet’inin kurucu asli unsurudur. Kürtlerin azınlık değil, çoğunluğun bir öğesi olduğu yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır” görüşünü dile getirmiştir.

Bu aşamada 1950’de imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (AİHS) geri dönersek ve onu baz alırsak,  Türkiye,  AB’ye girmeden evvel veya müzakereler sürecinde, “Türk” üstkimliğinin yerine “Türkiyelilik” üstkimliğinin benimsemesi ve bu üstkimlik altında çok kültürlü yeni bir toplum modelini kabul etmesi gerekecektir, yani bir “Anayasa” değişikliğine gitmek zorunda kalacaktır.

Avrupa Birliğine giriş, Türkiye’de bir çok taşları yerinden oynatacak. Alışmadığımız ve bilmediğimiz, demokratik ve insan haklarına saygılı yeni kurallara hazır olmakta fayda var.

13 Kasım 2004
AB-Türkiye müzakereleri ve Türkiyelilik kavramı için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Şehit Yaser Arafat Tugayları

Şehit Yaser Arafat Tugayları

Dünkü köşe yazımda, Yasser Arafat Abu Amar’ın ölümünden sonra Filistin’de tufan kaçınılmazdır ve Örgütler tek başlarına İsrail ile savaşma kararı alacaklar demiştim. Aradan daha 24 saat geçmeden öngörülerim doğrulandı.

6 ana örgütten bir tanesi olan El Aksa Şehitleri Tugayı, bütün taraftarlarına çağrı yaparak destek istedi ve tüm personelinden, kendi çabaları ile  İsrail’i vurmalarını emretti.  Örgüt Arafat’ın ölümünün ardından aldığı karar ile ismini Şehit Yaser Arafat Tugayları olarak değiştirdi.

6 ana örgütten diğer bir tanesi olan Hamas, “liderimizin ölümü, kararlılığımızı artırdı. Siyonizme karşı direniş, özgürlük elde edilene kadar devam edecektir. Bu nedenle İsrail’e yönelik saldırılar sürdürülecektir” açıklamasını yaptı.

İsrail tarafında ise Yasser Arafat Abu Amar’ın ölümüne bazı üst düzey siyasiler yapıcı yaklaşırken bazıları da acımasız duygularını dile getirmektedir.

İsrail Devlet Başkanı Moşe Katzav, Filistin lideri Yaser Arafat’ın ölümüyle yeni bir sayfa açılacağı ümidini dile getirerek yeni Filistin yönetiminin, terörizme ve şiddete son vermek için yeni bir yola girerek müzakereleri yeniden başlatması temennisinde bulundu. İstediklerinin Filistin’de barış olduğunu belirtti. Buna karşın İsrail Adalet Bakanı Yosef Lapid, Arafat’ın ölüm haberine sevindiğini belirterek Ordu radyosundaki konuşmasında  “’Dünyanın Arafat’tan kurtulmasının sevindirici olduğundan ve Ortadoğu’da artık güneşin pırıl pırıl parladığından bahsederek Arafat’ı, sadece İsrail’e yönelik terörizmin lideri değil, bütün dünyayı kasıp kavuran terörizmin, El Kaide örgütünün babası olmakla suçladı.

İsrail muhalefet lideri Şimon Peres ise iyi ya da kötü Arafat’ın ölümü ile bir dönemin kapandığını söyleyerek, Arafat’ı terörizme dönmekle büyük hata yaptığını fakat barışı inşa etmeye çalıştığı zaman da büyük bir başarıya imza attığını söyledi.

İsrail’li üst düzey siyasilerin bu sözleri ile Hamas, Al-Fetih, Al-Aksa Şehitleri tugayı, Hizbullah ve Katib Al-Kassam örgütlerinin beyanlarını yan yana koyarsanız ateşlenmiş barut fitilini çok kolay görebilirsiniz.

Bundan sonra neler olacak.

Benim tanıdığım Filistin’liler;

  • Canları gibi sevdikleri ve kendisini Filistin milletinin babası kabul ettikleri Yasser Arafat Abu Amar’ın ölümünden sonra ölümcül bir silah haline gelen intihar saldırılarını arttıracaklar.
  • Hamas, Al-Fetih, Şehit Yaser Arafat Tugayları (Al-Aksa Şehitleri tugayı), Hizbullah ve Katib Al-Kassam örgütleri münferiden ve çok etkili bir şekilde İsrail devletine ve İsrail vatandaşlarına yönelik saldırılarını arttıracaklar.
  • Filistin devletinin üst kademesinde yetki çekişmesi başlayacak ve bu çekişme FKÖ’ye bağlı örgütlerin koordinasyonunun  zayıflamasına neden olacak.
  • Bu çekişmeden dolayı Filistin Kurtuluş Örgütünün siyasi gücü ve örgütler üzerindeki otoritesi zayıflayacak
  • Bayan Süha Arafat, kocasının politik mirası peşine düşecek ve bu girişiminin sonu hüsranla bitecek.

Bu hafta AB içinde Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesi ile ilgili huzursuzluklar baş göstermeye başladı. Yarınki köşe yazım AB’deki bu durum ile ilgili olacak.

11 Kasım 2004
Şehit Yaser Arafat Tugayları için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar