Karabağ, Azeri Türklerinin binlerce yıl önce yurt edindikleri bir bölgenin adıdır. Yüzölçümü 4.400 kilometrekaredir ve çok eski bir Türk Yurdu olan Azerbaycan toprakları içerisindedir.
1828 yılında İran ile Rusya arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Kuzey Azerbaycan ile birlikte Rusya’nın yönetimine geçti. Bu tarihte 200,000 civarında olan nüfusunun % 95’i Türk’tü. Rusya, işgal ettiği Azerbaycan’a ve özellikle Karabağ’a, dünyanın her tarafından getirttiği Ermeniler’i yerleştirdi.
Yani çok değil daha 150 yıl önce bu topraklarda bir tek Ermeni yoktu.
1923’de Stalin, Karabağ’ın yukarı kısımlarına yeni bir Ermeni kafilesini daha yerleştirdi ve Azerbaycan’dan kopartarak özerk bölge hâline getirdi. Ruslar ve Ermeniler bu tarihten itibaren sözkonusu bölgenin adini, “Dağlık Karabağ” veya “Yukarı Karabağ” şeklinde kullanmaya başladılar. Çünkü Karabağ’ın bütününde Azerîler, Dağlık Karabağ’da Ermeniler çoğunluktaydı.
Ermeniler 1988’de, Dağlık Karabağ’daki nüfus yoğunluğunu gerekçe göstererek Karabağ’ın kendilerine bağlanması için harekete geçtiler. Sovyet Cumhuriyetleri Birliği (SSCB)’nin 1991 sonunda dağılması ile Ermenilerin Karabağ ile ilgili hareketleri, sınır çatışmalarına dönüştü. Ermenistan-Azerbaycan sınır çatışmaları, iki ülke arasında ciddî bir savaş durumuna geldi.
Ermenistan, o dönemde Azerbaycan’da yaşanan siyasî iç karışıklıklardan ve ordusu-silâhı olmamasından yararlanarak önce Karabağ’ın tamamını, sonra da Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayan Azerbaycan topraklarını “Eski Rus” ordusunun desteği ile işgâl etti. Günümüzde, Azerbaycan topraklarının %20’sine yakın bölümü, Ermenistan’ın işgali altındadır. Bu topraklarda yaşayan 1,5 milyona yakın insan da evinden-köyünden kopartılmış, vatan toprağının bir başka bölümüne topyekûn sürgün edilmiş gibidir.
Dağlık Karabağ’da yaşanan kanlı savaştan geriye, yalnız kördüğüme benzeyen bir “egemenlik” sorunu değil, bugün hâlâ sorunlarına çare bulunamamış binlerce çaresiz mülteci kaldı.
13 yıl önce Ermeni katliamından kaçarak, Azerbaycan’a sığınan ve Azerbaycan’da 40 ayrı kampta tutulan bir milyona yakın Azeri mültecinin hali içler acısı. Bu kardeşlerimiz doğru düzgün yardım alamıyorlar ve maalesef çalışacakları iş de bulamıyorlar.
İşte yardım çığlığı bu kardeşlerimizden geliyor
Birleşmiş Milletler parasızlığı bahane göstererek, Ermeni katliamından kaçan ve Karabağ’da mülteci olarak yaşayan Azeriler’e gıda yardımını kesme kararı aldı. Yardımdan faydalananların yüzde 70’i kadın ve çocuk. Gıda yardımı kesintiye uğradığı takdirde, kısa zaman içinde çocukların arasında ölümler başlayacak.
Mülteci Azeriler, üç hafta sonra bırakın yeterli gıdayı ve yıkanacak suyu, kuru ekmeğe ve içecek suya bile hasret kalacak denli zor koşullar altında yaşıyorlar. Acil yardım sağlanamaması durumunda yerlerinden edilmiş Azeri kardeşlerimiz, mağara şartlarında ancak kendilerine yapılan yardımlarla hayatlarını idame ettirebiliyorlar ve soğuk kış şartları altındaki bu Ramazan ayında büyük bir felaket yaşayacaklar.
Ben bunları nereden mi biliyorum.
21 Aralık 1963’de adadaki tüm Türklere sistematik bir şekilde planlı saldırılar başlatan Rumlardan kaçan insanımızın, yıllardır içinde yaşadıkları evlerini, köylerini, dükkanlarını ve sıcak odalarını arkada bırakarak 1964 yılının soğuk kış şartlarında, Hamitköy ovalarında kurulan çadırlarda yaşamaya mecbur edilmelerinden hatırlıyorum.
O günler ile ilgili olarak unutamadığım hatıram da, Rumların, o çadırlarda sefalet içinde yaşayan ailelerin yeni doğmuş çocukları dahil olmak üzere tüm Türk çocuklarına “süt ambargosu” uygulamasıydı.
Saray önünde yapılan mitingde “Çocuklarımıza süt istiyoruz” paftaları vardı. Nasıl unuturum o günleri.
Şimdi de aynı sıkıntıları Azeri kardeşlerimiz yaşıyor.
Serdar Denktaş’ın Dış İşleri Bakanı olması ile bir takım şeyler değişmeye başladı. Özellikle Dış politikadaki hedefleri, Orta Asya’ya ve Afrika’ya yönelmesi, İslam Konseyi Örgütü ile sıkı iş birliği sonuç getirmeye başladı.
Azerbaycan’dan sonra KKTC’ye korkmadan çekinmeden gelen ülkelerin arasına Kırgızistan’da katıldı.
Dün Kırgızistan Parlamentosu milletvekilleri ile bazı bakanlıklardan bürokratların da bulunduğu 23 kişilik heyet KKTC’ye geldi. Heyette 15 milletvekili ile 3 Bakan yardımcısı da bulunuyor.
Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Serdar Denktaş’ın davetlisi olarak gelen Kırgızistan heyeti, ziyaretle, KKTC’ye uygulanan izolasyonların kaldırılmasına yönelik olarak bir adım daha atılmasını amaçlıyor.
Kırgızistan Parlamento Heyeti Başkanı ve sözcüsü milletvekili Arslan Maliev’in, bu KKTC’ye üçüncü kez gelişi.
Arslan Maliev, Kıbrıs konusuna vakıf bir parlamenter. Birleşmiş Milletler’in ve Genel Sekreter Kofi Annan’ın girişimlerinin ne olduğunu, referandumu ve Rumların döndürdüğü dolapları biliyor.
Kırgızistan İslam Konferansı Örgütü’nde KKTC’ye kayıtsız şartsız arka çıkan ülkelerden bir tanesi.
Rumlar daha şimdiden Serdar Denktaş’ın kişisel girişimleri ile gerçekleşen ve daha da gerçekleşecek olan bu tür resmi ziyaretleri nasıl durduracakları hesabını yapmaya başladılar.
Vasiliu’nun bu güne kadar 3 dönem başkanı olduğu ve tüzük gereği başkanlığı devrettiği için partinin Fahri başkanlığına getirildiği EDİ’nin kurultayında yaptığı konuşmada söyledikleri çok önemli.
Yılların deneyimli politikacısı ve eski Cumhurbaşkanı Yorgo Vasiliu, Papadopulos’u uyararak, bu kafada giderse, adada çözüm yerine kesin çizgilerle ayrılığın geleceğini ve adadaki iki toplumun bir daha bir araya gelmek şansını yitireceğini söyledi. Rum Yönetimi’nin bekle-gör tutumunu eleştirdi ve yakın zamanda inisiyatif alınmaması durumunda sonucun taksim olacağı uyarısında bulundu.
Vasiliu, Papadopulos’un laf üretmesinin hiçbir işe yaramayacağını ve KKTC CB’si Mehmet Ali Talat’ın ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice tarafından Washington’a davetinin arkasından başka davetlerin de geleceğini söyleyerek Rumların 42 yıllık politikalarının temelden sarsılacağını söyledi.
Bunlar çok ciddi sözler ve uyarılar. Doğruluk payı da var.
Daha bu günden İngiltere Dış İşleri Bakanı Jack Straw, Ocak ayında kktc cumhurbaşkanı m.a. Talat’ı İngiltere’ye davet edeceğinin işaretlerini vermeye başladı.
Rumlar 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan referandumda %75 çoğunlukla verdikleri HAYIR kararının bedelini yavaş yavaş ödemeye başladılar ve bunun da farkına yeni yeni varıyorlar.
Her şey artık eskisi gibi değil.
Geçmişte yasal Kıbrıs Hükümeti maskesi altına bürünüp, her yerde sadece kendi politikalarını ve yalanlarını resmi dille söylüyorlardı ve kabul ettiriyorlardı. BM’de, bizi ambargolara ve izolasyonlara mahkum eden 541 ve 550 No.lu kararlar hep böyle tek taraflı söylemlerle kabul edildi.
Ama şimdi artık, testi kırıldı.
KKTC’nin haklılığının farkına varmış bir ABD ve AB var.
Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a yaptığı davet ile ilgili Rum ve Yunanlı siyasilerin tepkileri bir kaç gündür durmaksızın devam ediyor.
Şimdi buna bir de, Kırgızistan’ın kalabalık çok üst düzey bir heyetle KKTC’yi ziyareti eklendi.
Çok merak ediyorum, Kırgızlara ne tür bir şantaj yapacak Rumlar, bu ziyarete tuta. Azerbaycan’ı direk uçuşlarından dolayı hemen ve derhal Avrupa Kafkas ülkeleri işbirliğinden dışlamak için ellerinden geleni yaptılar ve durdurmaya da muvaffak oldular.
Ama artık gelmekte olan bu güçlü akıntıya karşı durmaları mümkün olamayacak. Görünen o.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında havacılığın süratle gelişmesi karşısında uluslararası uçuşların emniyetli, süratli ve muntazam olarak yapılması ve hava seyrüseferi ve taşımacılığıyla ilgili hizmetlerde standardizasyon sağlanması amacıyla uluslararası bir teşkilatın kurulması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu amaçla ABD’nin Şikago kentinde düzenlenen uluslararası konferans sonunda hazırlanan Uluslararası Sivil Havacılık Konvansiyonu (Şikago Sözleşmesi) 7 Aralık 1944 tarihinde kabul edilmiştir.
Bu konvansiyonla ayrıca Uluslararası Sivil Havacılık Teşkilatı (ICAO) adı altında bir teşkilat kurulmuş ve 1947 yılında faaliyete geçmiştir. “ICAO” o zamandan beri dünyadaki sivil havacılık düzenlemelerine yön veren tek kuruluştur.
FIR’ların tespiti ile ilgili çalışmalarda ilk kez 1946 yılında bu teşkilat tarafından başlatılmıştır. Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs ve Ortadoğu ülkeleriyle ilgili FIR sınırları Kasım 1950 ayında İstanbul’da yapılan İkinci Ortadoğu Bölgesel Toplantısı’nda ele alınmıştır. Mart 1952 tarihinde Paris’te yapılan Üçüncü Avrupa Bölgesel Hava Seyrüsefer Toplantısı’nda Türkiye’nin FIR sınırları güney ve güneydoğu bölgesi hariç bugünkü şeklini almıştır.
Türkiye ile Yunanistan arasında 1963 yılına kadar FIR veya Ege’nin uluslararası hava sahasının Türk askeri uçakları tarafından kullanılmasıyla ilgili önemli bir sorun veya anlaşmazlık yaşanmamıştır. 1963 ve 1964 yıllarında Kıbrıs’ta Rumların sebep olduğu olaylar ve 1974 yılında Kıbrıs’ta gerçekleştirilen Barış Harekatı’ndan sonra sorunlar çığ gibi büyümeye başladı.
Avrupa Birliği, Avrupa sahası üzerindeki hava trafik denetim mekanizmasını geliştirmeyi hedefliyor. AB’nin talimatı, 29 bin feet üzerindeki yükseklikte hem ülke FIR Hattı’nın komşu FIR hatlarıyla birleştirilmesini hem de uçuş denetim merkezlerinin 60’dan 8 bölgesel uçuş denetim merkezine düşürülmesini öngörüyor.
Türkiye bu gelişmeden yararlanarak, Fransa, İtalya ve İspanya’nın büyük şirketleriyle bağlantı kurup, elde ettiği gelişmiş aletlerle, 8 bölgesel uçuş denetim merkezinden birini Türkiye sınırları içinde kurmak amacında. Bunun sonucu olarak da Kıbrıs’ın güney bölgeleri de dahil olmak üzere “Lefkoşa Fır Hattı”nın önemli bir bölümünü kendi denetimine almayı amaçlıyor.
Türkiye’nin bu girişimine karşın Rum tarafı da, bu yeni gelişmeyi elden geldiğince önlemeye çabalıyor. Aksi takdirde, kendi hava sahasını bile Türkler idare edecek ve artık Ercan üzerinden uçan uçaklara, Ercan’ı korsan olarak tanıtamayacaklar.
Eurocontrol, bu konudaki çalışmaların ilk adımı olarak “yeni bir sözleşme hazırladı” ve ilgili FIR hatlarını belirledi.
Türkiye şimdi, uygulamanın öngördüğü şekilde Eurocontrol’un yeni sözleşmesini Belçika Dışişleri Bakanlığı’na sunmaya hazırlanıyor. Türkiye, Eurocontrol’un değiştirilmiş sözleşmesini onaylayacağını ancak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ve dolayısıyla Lefkoşa uçuş kontrol bölgesini (Lefkoşa FIR hattı) tanımadığını belirten bir deklarasyon yayınlayacağını belirtti.
Rumlar ise bu yeni gelişme karşısında Türkiye’nin yeni Eurocontrol sözleşmesini onaylamasını ve aynı zamanda “Kıbrıs FIR Hattını” tanımadığı ile ilgili deklarasyon yayımlamasının 1969 Viyana Sözleşmesine aykırı olduğunu iddia ediyorlar. Rum hukukçulara göre Türkiye, Lefkoşa FIR hattının resmen tanınmış ve o zaman itiraz etmediği için de 1991’den beri Eurocontrol sözleşmesinde yer almakta.
Türkiye, onaylı olan “Lefkoşa FIR Hattı” haritasının diğer ülke FIR bölgeleriyle Eurocontrol’un değiştirilmiş sözleşmesinde yer almasının, ileriki günlerde 3 Ekim müzakere belgesi çerçevesindeki limanların açılması koşulu uyarınca başına iş açmasından çekiniyor.
Türkiye’nin havaalanlarını Rum uçaklarına açması, hava taşımacılığının Gümrük Birliği kapsamında net olarak yer almaması nedeni ile şimdilik kesin bir koşul değil. Eğer bu yeni sözleşmeye “Lefkoşa FIR Hattı”nı tanımadığını koymazsa veya deklere etmez ise, başı durup dururken derde girecek.
AB üyelik müzakerelerinin başlamasından ve 3 Ekim’de Müzakere Çerçevesinin belirlenmesinden sonra Türkiye ile AB + AB destekli Kıbrıs Rumları arasındaki ilk raund, havada başladı.
Dünkü yerel gazetelerin birinde, Dışişleri Eski Bakanı, Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkanı, AKP Düzce Milletvekili Yaşar Yakış ile yapılan bir söyleşi vardı.
1938 yılında Akçakoca’da doğan ve AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun olan Yakış, 1962 yılında girdiği Dışişleri Bakanlığında en alt kademeden başlayarak Büyükelçiliğe kadar çıkan bir dizi diplomatik görevler yaptıktan sonra 2001 yılında emekli oldu. 2002 yılında kurulumuna katıldığı AKP’den Düzce Milletvekili seçilerek parlamentoya girdi ve AKP hükümetinin ilk Dışişleri Bakanlığı görevine getirildi.
Niye bunları yazdım.
6 tane kitabı yayınlanmış ve Suudi Hükümeti tarafından Kral Abdülaziz nişanı (birinci derece) ile taltif edilmiş olan bu deneyimli kişinin “Türkiye’nin Limanları” ile ilgili yapmış olduğu yorum, geçmişine bakıldığı vakit çok önem taşıyor da ondan.
Yakış söyleşisinde, bize ve tüm dünyaya açık ve net iki tane mesaj veriyor.
1- Limanların açılmasının AKP’nin gündeminde olduğu,
2- Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin Türkiye Hükümeti tarafından resmen tanınmasının söz konusu olmadığı,
Bence Yakış bu sözleri ile, Limanlar konusunda, AKP’nin daha evvel de başka konularda yapmış olduğu gibi “bir kamu oyu yoklaması” yapıyor. Eğer bu sözlere, halktan veya askerden fazla bir tepki gelirse, hükümetin taktiği sorumluluğu Yakış’ın sırtına yüklemek ve “Bu görüş Yakış’ın kendi özel görüşüdür ve bizi bağlamaz” demek olacaktır.
Yok hiç ses çıkmazsa veya çıkan sesler cılız olursa, AB’ye “limanlarımızı Kıbrıs (Rum) Bayraklı gemilere 30 Mart 2006’da açacağız” mesajını verecek ve buna karşın da, içteki kamuoyunu etkilemek ve limanların açılışının önemsiz göstermek için AB’den “KKTC’deye uygulanan izolasyonların göstermelik de olsa biraz kaldırılmasın veya delinmesini” resmen talep edecek. Büyük bir olasılıkla AB ile danışıklı bir dövüş içinde her iki olay da hemen hemen aynı güne rast gelecek veya getirilecek.
Tanınma konusunda ise Sayın Yakış’ın söyledikleri ve vurguladıkları diplomasi lisanı ile çok doğrudur. Limanların açılması, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin Türkiye tarafından sadece “de facto” şeklinde tanınmasından öteye geçemez. Türkiye’nin, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini “resmen tanıması” yani “de jure” şeklindeki tanıması ancak bunu kendisinin resmen deklere ettiği ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Büyükelçisinin itimatnamesini T.C. Cumhurbaşkanına sunduğu ve Cumhurbaşkanının da resmen kabul ettiğini açıkladığı vakit gerçekleştirmiş olur. Başka türlüsü sadece “gayrı resmi” veya “de facto” tanımadır ve siyasi açıdan geçersizdir.
Buna örnek olarak da, söz verildiği üzere eğer bir gün, KKTC üzerindeki izolasyonlar hafifletilip, Mağusa, Ercan ve Girne limanlarından giriş-çıkışlar ve ticari mal ithalatı-ihracatı yapılmaya başlanırsa, bu KKTC’nin resmen yani “de jure” olarak tanınması manasına gelmeyeceğidir. Bu tanınma aynen dünya devletleri tarafından Tayvan’ın tanındığı gibi sadece ve sadece “de facto” bir tanınmadan öteye geçmeyecektir.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin, Türkiye Hükümeti tarafından resmen tanınması konusunda ise, Türkiye’deki hiç bir hükümetin, Kıbrıs’ta, Kıbrıs’lı Türklerin kabul edeceği bir zemin üzerinde çözüme ulaşılmadan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini veya diğer tabirle “Güney Kıbrıs Rum Yönetimini” tanımasının mümkün olamayacağını çok açık ve net olarak vurgulaması ise bu kararın, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti”nin ve de “Derin Devletin” değişmez bir görüşü ve kararı olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu çok açık ve net bir mesajdır.
Büyük bir olasılıkla, Türkiye-AB müzakerelerinde tanınma konusunu içeren 29,30 ve 31.ci başlıklara gelinmeden BM’de Kıbrıs sorunu çözüme ulaştırılacak ve Türkiye bu yeni devleti tanıyarak bu yükümlülüğünü yerine getirecek.
Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye-AB Karma Komite Eşbaşkanı Yost Lagendik’in Brüksel’de bir seminerde yaptığı konuşmada, Kıbrıs konusundaki mevcut durgunluk için Rum Yönetimi’ne sorumluluk yüklemesi ve Kıbrıs Türklerine uygulanan izolasyonunun kaldırılması için önümüzdeki 2-3 ayda Kıbrıs Rum tarafına baskılar yapılacağını açıklaması ise Kıbrıs konusundaki gerçeklerin artık görülmeye başlandığının bir işaretidir.
Bu güne kadar sadece “Rumları” dinleyenler artık adada başkalarının da bulunduğunun ve Rumların doğruları konuşmadıklarının aniden farkına vardılar.
Rumların 22 veya 29 Mayıs 2006 tarihinde yapılacak Milletvekili seçimleri ile 18 Şubat 2008 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanı seçimleri, Türkiye-AB müzakerelerini ve Kıbrıs sorununun çözülmesi girişimlerini çok olumsuz etkileyecek.
Her iki konu da, siyasete alet edileceğinden ve Rum siyasilerin Türk düşmanlığını oya çevirmek istek ve çabaları nedeni ile sürüncemede bırakılacak. Hiçbir Rum siyasetçi, bu dönem içinde Türklere karşı tavizkar olmak istemeyecektir.
Buna karşın, ABD ve İngiltere, Türkiye’nin müzakere sürecindeki sıkıntıları ve deklarasyon ile limanlar konusundaki baş ağrısı nedeni ile hem AB içinde hem de BM içinde girişimler yaparak, paralel bir çalışma ile bu sıkıntıları hafifletmeye çalışıyorlar.
Şimdilik perde arkası gelişmelerden, Tasos Nikolaos Papadopulos’un pek haberi yok. Papadopulos bu gün 71 yaşında ve EOKA’cı olması nedeniyle zaman zaman AKEL ile “EOKA doğrumuydu, yanlışmıydı?” çatışması içine giriyor. Eğer Papadopulos’un ömrü vefa ederse, 18 Şubat 2008’de yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerine tekrar aday olmak düşüncesi şimdilik yok gibi. Kendi düşüncesi ve hayat felsefesine göre “Tarihi Misyonunu” tamamladı.
Annan Planını halkına reddettirerek, teslim aldığı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin yok edilmesini önledi. 1955-59 yılları arasında Rumlara göre “Kurtuluş Mücadelesi” vermiş olan 2500’e yakın EOKA’cıyı tarihi kayıtlara geçirerek, her birine birer tane altın madalya verdi. Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin AB’ye katılımını, Lahey’deki taktiği ile kesin bir şekilde sonuçlandırdı.
Şimdi iyice biliyor ki, ABD, İngiltere, BM ve AB artık ensesinde. Kıbrıs sorununa çözüm getirmek için başlatılacak girişimlerde ve müzakereler süreci içinde oyun bozanlık etmesi olasılığı çok az.
Gelişmelerin hangi yönde olacağı ve Türkiye’nin AB çerçevesi içinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne olan yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddetmesine rağmen, Rumlar müzakerelere hazırlanmaları konusunda mesajlar alıyorlar.
ABD ve İngiltere üyelik müzakerelerinin başlıklarının görüşülmeye başlamasından önce Türkiye’nin önünün açık olmasını istiyorlar ve Kıbrıs sorunu gibi sürekli olarak önünde bulacağı engelleri bir an evvel aşması gerektiğini düşünüyorlar.
Dönem başkanı İngiltere’nin girişimleri nedeni ile Avrupa Komisyonu, Kıbrıslı Türkler’e yönelik AB tüzüklerini, muhtemelen Kasım ortasından önce onaylanması ve yürürlüğe konması amacıyla yeniden gündeme getirecek. Tüzüklerin onayı 2006’ya sarkarsa 120 milyon Avro, kullanılmadığı için tekrar bütçeye geri döneceğinden Kıbrıs’lı Türklerin ekonomik kalkınması için ayrılmış olan 259 milyon Avro, bu nedenle 139 milyona düşecek.
Türk mevzuatının AB mevzuatı ile bağdaştırılması ve Türkiye’nin uyumunun tamamlanmasından önce müzakerelerin yeniden başlaması için ABD, BM ve AB tarafından görevlendirilecek diplomatlar ve arabulucular yıl sonuna kadar bölgede sıkı faaliyet içinde olacaklar.
Bu nedenle, Kıbrıs sorununda bir girişimin başlamasının 2006 Şubatından sonra, yani Kıbrıs Rumlarının Milletvekili seçimlerinden sonra olacağı varsayımı en mantıklı öngörü olacaktır.
2006 ilkbaharında sahneye konulması olası olan senaryo, Kıbrıs müzakerelerinin Annan planı temelinde yeninden başlaması için zeminin hazırlanması ve AB tüzükleri aracılığıyla Kıbrıs’lı Türklerin güçlendirilmesi mekanizmalarının harekete geçirilmesi şeklinde olacak.
Buraya kadar mantıklı gözüken senaryo iş Genel sekreter Kofi Annan’a gelince, güvenilirliğini kaybediyor.
Annan bir taraftan, görev süresi bitmeden önce bir evvelki başarısızlığını örtmek için Kıbrıs sorununda yeni bir çabayla yeniden sahneye gelmeyi isterken, diğer taraftan Kıbrıs sorununda üçüncü kez başarısızlığa uğramak istemiyor.
Bu nedenle de yüzde yüz emin olmadan insiyatif başlatmayacak ve taraflara çağrı yapmayacak.
Ben olsam bende yapmam.
Benim bildiğim Tasos Papadopulos bu işe, aday olsa da olmasa da, 18 Şubat 2008 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanı seçimlerine kadar, felik koyacak, geciktirilmesi için elinden geleni yapacak ve tüm olumsuzluğu ile sürüncemede bırakacak.
Tabi bu davranışı, bu süreç içinde Türkiye’nin AB ile sürmekte olan müzakerelerini de çok olumsuz etkileyecek…