Bu göz yaşları, timsah göz yaşları mı? yoksa mutluluk gözyaşları mı? yoksa sahte göz yaşları mı? Bir türlü karar veremedim.
Rumlara göre veya daha doğrusu Papadopulos’a göre Kıbrıslı Türklerin ekonomik sıkıntıya sürükleyen izolasyonlar Kıbrıs Rum tarafından kaynaklanmıyormuş.
Bu işe aslında onlar da çok üzülüyormuş ve de Kıbrıslı Türklerin yaşam düzeylerinin iyileştirilmesine karşı değillermiş.
Kıbrıs Rum tarafı olarak Kıbrıs’ın birleşik olarak AB’ye girebilmesi için insanüstü bir çaba harcamışlar ama uygulanan ağır baskılar ve Kıbrıs Rum toplumunun endişelerinin göz ardı edilmesinden dolayı, üyelikten sadece bir hafta önce 24 Nisan 2004’te Kıbrıs halkının referandumuna sunulan dengesiz ve adaletsiz planı reddetmek zorunda kalmışlar.
Aslında Kıbrıslı Rumlar çözümü değil, söz konusu çözüm planını reddetmişler. Ada da en çok barışı onlar istiyormuş ama, Türklerin kurulacak yeni devlette azınlık olmaları ve yönetime katılmamaları kaydı ile barış istiyorlarmış.
Dün bunların hepsini bir çırpıda Papadopulos’un has adamı ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti sözcüsü veya diğer bir tabirle Papadopulos’un özel borazanı Kipros Hrisostomidis söyledi.
Limanlarımızı ve havaalanlarımızı kapalı ve yasa dışı olarak ilan eden zaten Rumlar değil Rodezya hükümetiydi. Rumlar açılmalarını çok istemişlerdi ama ne yapsınlar ki ellerinden bir şey gelmedi.
Azerbaycan Ercan havaalanına direkt uçuş yapmak istediğinde, Rumlar bu uçuşları desteklemişlerdi ama AB maalesef uçuşlara karşı Azerbaycan ile ilişkileri kesmek tehdidinde bulunduğundan, Rumların bütün iyi niyet çabalarına rağmen Azerbaycan direk uçuşları durdurmak zorunda kalmış. Na’psın Rumlar. Hep bizim iyiliğimizi istiyorlar ama başkaları bu işi bozuyor.
Bu nedenle de ambargolar bir türlü kalkmıyor. Bütün bunlar Rumların gözlerini yaşartmış.
Aslında Rumların gözlerindeki yaşların bir başka nedeni de, Lüksembourg’da gerçekleşen kulis faaliyetleri sırasında AB dönem başkanlığını yürüten İngiltere tarafından, müzakere çerçeve belgesinde yer alan Türkiye’nin Rum yönetimi karşısındaki “yükümlülüklerine” ilişkin değinmelerin, başkanlık tarafından yapılacak “aydınlatıcı açıklama ile güçsüzleştirilmesinin” Rum yönetimi tarafından kabul edilmesi için, Rum yönetimine büyük baskılarda bulunulmasından dolayı imiş. Ve Rumlar pes etmiş.
Hatta İngiltere bu konuda o kadar ileri gitmiş ki, Rumlara karşı Kıbrıs sorununu ve özellikle KKTC’nin tanınmasını ortaya koymuş ve Rum hükümetine “siyasi şantaj” yapmış.
Demiş ki; eğer su koyarsan,
1. Kıbrıs sorunu çözülmeyecek ve Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünün daimi hale gelmesi koşulları oluşacak.
2. Türk askerlerinin Kıbrıs’tan çekilmesi hiçbir zaman söz konusu olmayacak.
3. Sözde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin gelecekte tanınması için koşullar oluşacak.
4. Katılım müzakerelerine başlama konusunda Türkiye’nin olası reddinin “tarihi sorumluluğu” Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ne yüklenecek ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti de bunun siyasi bedelini ödeyecek.
5. Sonra da Rumlar kına yakacak.
Bu şantajdan sonra özellikle Avusturya ile İngiltere arasında buzlar eriyince Rum yönetimine yönelik baskılar daha da artmış ve Türkiye’nin müzakere çerçeve belgesindeki 7.ci paragrafı reddettiği şeklideki bilgilerin gelmesinin ardından yalnız kalmaktan korkan Rum yönetimi, baskılara boyun eğerek İngiltere’nin “aydınlatıcı açıklama” yapmasını kabul etmiş.
İşte Rumlar buna çok üzülüyorlar ve göz yaşı döküyorlar.
Birde, ABD’li yetkililerin Türkiye’nin müzakerelere başlamasından dolayı duydukları “sevinci saklamamaları”, Rumları iyice perişan etmiş ve gözlerini sulandırmış.
Dedim ya ben anlamadım bu göz yaşlarını. Timsah göz yaşı mı?, sevinç göz yaşı mı? yoksa gerçek göz yaşı mı?
AB Konseyi Başkan Yardımcısı ve Ulaştırmadan Sorumlu Komiseri Sayın Jacquest Barrot, “Denizcilik Kıbrıs 2005” aldı seminere katılmak üzere Kıbrıs’ın güney tarafına geldiniz bu gün de bizim tarafa geliyorsunuz.
Hoş geldiniz.
Yaptığınız konuşmada Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) gemi ve uçaklarına uyguladığı “ambargoya” değindiniz. Türkiye’nin bugünkü görüşünde ısrar etmeye devam etmesi halinde Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin duracağını söylediniz. Oynana oyunda da “Türkiye’nin saygı duyması gereken kurallar bulunduğunu” ifade ederek, “tüm meslektaşları adına konuşma hakkı olmasa da bile kendi bölümünün, yani Ulaşım başlığının bu koşullar altında müzakerelere açılmayacağını” söylediniz.
Ben sadece bizim politikacıları popülist diye bilirdim. Avrupa’lı parlamenterlerin popülist olmadıklarını, insanlara duymak istedikleri yerine gerçekleri söylediklerine inanırdım ama siz bu inancımı yıktınız.
Ben beklerdim siz, Rumlara, bizlere uyguladıkları insanlık dışı ambargoya son vermelerini, AB Konseyi Başkan Yardımcısı ve Ulaştırmadan Sorumlu Komiser olarak yani AB içinde çok yetkili bir bürokrat olarak Mağusa ve Girne deniz limanları ile Ercan ve Geçitkale havaalanları üzerine koydukları ambargoları kaldırmaları gerektiğini söylemenizi bekliyordum.
1960 Zürih ve Londra Anlaşmaları ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyetini 1963 yılında, başarı ile uygulamaya koydukları AKRİTAS planı ile gaspettiklerini, üstüne üstlük Türkleri de “İsyancı azınlık” olarak dünyaya tanıttıklarını söylemenizi beklerdim.
Ama beni çok yanılttınız.
24 Nisan 2004 tarihinde yapılan referandum’da Kıbrıs Türkleri “EVET” demesine rağmen ve de siz AB’nin Konseyi Başkan Yardımcısı ve Ulaştırmadan Sorumlu Komiseri olmanıza rağmen niye hala daha bu Kıbrıs’ın kuzeyindeki veya adını anmaya korktuğunuz KKTC’deki deniz ve hava limanlarına acımasızca uyguladığınız ambargoları kaldırmadınız.
Rumlara yaptığınız popülist konuşmanın içeriği ile ilgili olarak Türkiye, Mayıs ayı içinde Rumlara seslendi ve “Siz Kıbrıs’lı Türklerin deniz ve hava limanlarına uyguladığınız ambargoları kaldırın ben de size uyguladığım ambargoları kaldırayım, siz KKTC’yi tanıyın, ben de sizi tanıyayım” içeriğinde son derece güzel, mantıklı, savunucusu olduğunuz insan haklarına saygılı ve çağdaş bir öneri yaptı.
Rumlara hikaye okuyacağınıza ve herkesin bildiklerini tekrarlayıp söyleyeceğinize niye oturduğunuz makamın size verdiği inisiyatifini ele almadınız ve Rumları Türkiye’nin çağrısına uymak konusunda uyarmadınız. Böyle bir çağrı yapsaydınız belki de adaya barışın daha erken gelmesine yol da açabilirdiniz.
Niye AB’nin Yunanistan ve Kıbrıs’lı Rumların dışındaki diğer 23 üyesine Türkiye’nin bu son derece insan haklarına saygılı ve çağdaş bir önerisini ciddi olarak iletmediniz.
Kolay olan Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) gemi ve uçaklarına uyguladığı ambargoyu eleştirmek ve Türkiye’nin bugünkü görüşünde ısrar etmeye devam etmesi halinde Türkiye’nin AB’ye katılım müzakerelerinin duracağını söylemekti, siz de aynen bunu yaptınız.
Bence zoru seçmeliydiniz.
Zaten Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini AB’ye almakla büyük bir hata ettiniz.
Bari hatalarınıza hata katmaya devam etmeyin. Biraz da Rumlara baskı yapın…
Dün öğleden sonra baskılara dayanamayan Avusturya geri adım attı ve AB Müzakere Çerçeve Belgesi üzerinde anlaşarak gece geç saatlerde Ankara’ya gönderdi ve Ankara’da Çerçeve Belge’sini onaylayarak, yeni bir süreci başlattı.
Aslında dün başlayan bu yeni süreç, dünya üzerinde de yeni bir dönemin başlangıcı olacak.
Medeniyetler çatışmasına son verecek, kökten dincilerin terör girişimlerindeki haklılıklarını zayıflatacak ve dünya üzerinde yüz yıllardır süregelen Hıristiyan-Müslüman ayrılığına son verecek yepyeni bir dönemin kapıları açıldı.
Müzakere Çerçeve Belgesi hazırlanırken, diplomasi ve metni diplomatik bir dille yazmak hüneri de en son raddesine kadar zorlandı ve başarı ile de uygulandı.
Müzakere Çerçeve Belgesi’nde Avusturya’nın metne girmesi için büyük çaba gösterdiği “imtiyazlı ortaklık” ifadesi yok. Bu ifadenin olmaması Türkiye’yi çok memnun etti. Buna karşın Türkiye’nin ortaklığının nasıl olabileceği 49.cu maddeye atfedildi. 49.cu madde de “İmtiyazlı Ortaklığı” bir seçenek olarak içeriyor. Bu ifadenin olması da Avusturya’yı çok memnun etti. Yani şimdi herkes memnun müzakere çerçeve belgesinin içeriğinden. Hem Türkiye memnun edildi hem de Avusturya. Her ikisinin de istediği oldu.
Metinde ayrıca Türk tarafını rahatlatacak bir düzeltme daha yapıldı.
Üçüncü tarafların uluslararası kuruluşlara katılımını düzenleyen ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin ima edildiği 5’inci maddeye yapılan ekle Türkiye’nin itirazları yumuşatıldı.
Türkiye, söz konusu maddede bulunan “AB üyelerinin uluslararası organizasyonlara katılımını engellememe” ifadesine itiraz etmişti. Türkiye’nin itirazlarını göz önünde bulunduran AB yetkilileri, bu maddeye ek olarak “bu madde tarafların uluslararası kuruluşlardaki karar süreçlerine halel getirmez” ifadesini koydu.
Yani Türkiye, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin NATO’ya girmek istemesi durumunda VETO hakkını kullanabilecek. Zaten Yunanistan NATO üyesi. Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin NATO’ya üye olmak istemesi düşük bir olasılık ve üye olmasa da, istediklerini Yunanistan kanalı ile yapmak şansına sahip. Kaçırdığı tek olanak, iki NATO üyesi ülkenin, silahlı çatışma içine giremeyeceği maddesidir. Buna göre de eğer Kıbrıs’lı Rumlar NATO’ya girebilmiş olsalardı Kıbrıs adası içinde hiçbir zaman Türkiye ile sıcak bir çatışmaya girmemek garantisini elde etmiş olacaklardı ama Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlaması ile bu olanağı gene elde etmiş oldular.
4.cü madde, Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini, müzakereler sonuçlanmadan tanımasını ön görüyor. Bu madde, Kıbrıs’lı Rumları bayağı memnun etti. Buna karşın, Türkiye’de bu maddeden çok memnun çünkü tanıma için bir tarih kısıtlaması yok. Zaten Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyetini tanıyacağını Ek protokole ilave ettiği deklarasyon ile taahhüt etti. BM’de müzakereler bitip yeni adı ile “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulduğu vakit, hem bu Kıbrıs devletini tanıyacağını hem de hava ve deniz limanlarını bu devletin bayrağını taşıyan gemi ve uçaklara açacağını açıkça belirtti. Bu maddeden de taraflar memnun.
Aslında Müzakere Çerçeve Belgesinin tüm içeriği, tarafları memnun edecek şekilde kaleme alınmış.
Peki bundan sonra ne olacak.
Belgenin ilk bölümünde, müzakerelerin kuralları, ikinci bölümde müzakerelerin özü, üçüncü bölümde ise müzakerelerin prosedürü var. Yani bu da demektir ki, Müzakereler hemen başlamayacak. Önce uyum ve uzlaşma programı yapılacak. Tüm başlıkların içerikleri ve alt başlıkları karşılaştırılacak ve görüşülmesi gereken yerler taranıp tespit edildikten sonra müzakereler başlayacak.
Ne zaman başlayacak bu müzakereler. Aralık sonunda veya Ocak başında. Şimdilik gözüken tarih bu.
Bir de artık AB içinde hiç kimsenin elinde VETO kartı olmadığı var ki bu en önemli nokta. 17 Aralık’ta hangi koşullar konmuş ise, 3 Ekimde yayınlanan Müzakere Çerçeve Belgesi içinde ne varsa o. Hiçbir üye artık aklına eseni müzakereler süreci içinde masaya koyamayacak…
Dün akşam yaşananlar ve bu gün yaşanacak olanlar tam bir “Yapay Gerilim”. Sonuç belli, olacaklar belli ama birileri boşu boşuna kriz yaratıyor ve gerginliği tırmandırıyor.
Türkiye’nin söz konusu olduğu müzakerelerin veya görüşmelerin çoğunda ben bu taktiğin uygulandığını hatırlıyorum. Bu ne ilktir, ne de son olacaktır. 17 Aralık 2004 akşamı hatırlarsanız Başbakan Erdoğan uçağının motorlarının çalıştırılması talimatını vermişti, rest çekip geri dönmek için….
Avusturya AB içinde önemsiz ve güçsüz bir ülke. Zaten yıllarca Doğu Bloku ile Batı arasında tarafsızlığını korumaya çalıştı ve tarafsız bölge imajı yarattı. Bunu başardı da. Biliyorsunuz Avusturya 3.cü etapta AB’ye girdi. Yani AB 9 üyeli iken katılan yeni 6 üyenin içinde yer aldı ve AB 15 üyeli oldu.
Şimdi perde arkasında Avusturya’nın kolunu ABD büküyor. Büyük bir olasılıkla bu gün Avusturya’nın hırçınlığı son bulacak. Türkiye’nin AB’ye rest çekmesi ve sırt dönmesi durumunda Avusturya, böylesi bir krizin sorumluluğunu tek başına üstlenemeyeceğini çok iyi biliyor. Saygınlığını yitirme sürecine girmiş olan AB, Avusturya’nın bu davranışı ile büyük bir darbe daha yiyecek. Hem Anayasası yok, hem de içinde durulmaz bir çalkantı var.
Dün akşam yemekten sonra masaya konan Müzakere Çerçeve Belgesi, üç bölümden oluşuyor. Belgenin ilk bölümünde, müzakerelerin kuralları, ikinci bölümde müzakerelerin özü, üçüncü bölümde ise müzakerelerin prosedürü yer alıyor. Belgenin sonunda yer alan bölümde ise müzakerelerde ele alınacak konuları belirleyen 34+1 bölüm başlıkları yer alıyor.
Müzakere Çerçeve Belgesi’nin müzakerelerin kuralları bölümünde daha çok Türkiye’den beklentilere yer verilirken, müzakerelerin askıya alınması koşullarına da açıklık getiriliyor. Belgenin müzakerelerin özü başlıklı ikinci bölümünde ise “AB müktesebatı”na ilişkin sorumluluklar yer alıyor.
AB’ye katılımın, birlik sisteminin ve birliğin müktesebatı olarak bilinen kurumsal çerçevenin getirdiği hak ve yükümlülüklerin kabulü anlamına geldiği vurgulanan bu bölümde, Türkiye’nin, bu müktesebatı katılım zamanındaki şekliyle uygulaması gerektiği ifade ediliyor.
Ayrıca, mevzuatın uyumlu hale getirilmesine ek olarak, katılımın aynı zamanda müktesebatın zamanında ve etkin şekilde uygulanması anlamına geldiği de vurgulanıyor.
Müzakere Çerçeve Belgesi’nin üçüncü bölümünde ise ”müzakere prosedürü” sırasında izlenecek yola yer veriliyor. AB Komisyonu’nun, müktesebatı Türk yetkililere anlatmak, Türkiye’nin belli alanlarda müzakerelerin başlatılabilmesi için ne derece hazırlıklı olduğunu değerlendireceği ifade edilen bu bölümde ise AB Komisyonu’nun müzakereler sırasında gündeme gelmesi en muhtemel olan sorunların emarelerini önceden elde etmek için, tarama olarak adlandırılan resmi bir süreç çerçevesinde müktesebatı inceleyeceği hatırlatılıyor.
Müzakereler başladığı vakit Lefkoşa’nın ve Atina’nın elinde artık VETO silahı olamayacak. Üyelik müzakereleri sırasında Türkiye’ye herhangi bir yaptırım öngörülmüyor. Bu nedenle Rumların ve Yunanlıların Türkiye’ye uluslar arası hukuka uyması konusunda baskı yapma olanakları da artık yok. Yani kısaca ve özetle, hayali taleplerle Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile Yunanistan’ın, Türkiye’nin AB ile müzakerelerini kesmek veya müdahale etmek hakları ellerinden alındı.
Konuların görüşülmesi için üye ülkelerin 1/3 olumlu oyuna gereksinim var ve kararlar da oyçokluğuyla alınacak. Bu nedenle Rumların ve Yunanlıların elinde koz gibi gözüken VETO’ları da böylece toprağa gömülmüş oldu. Bu ikilinin veya AB’nin Don Kişot’u Avusturya’nın artık çıkarabilecekleri en büyük engel, müzakere başlıklarının kapatılmasını geciktirmekten öteye olamayacak.
Hayırlısı. Gün doğmadan neler doğacak bakalım….
16 Ağustos 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildiğinde, biz babamın görevi nedeni ile Larnaka’daydık ve bende küçük bir çocuktum. Bu ilan edilen Cumhuriyetten de hiçbir şey anlamamıştım. Okula gittiğimiz günlere rast gelse, tatil olacağı için bir mana ifade edecek, bir şekilde beni sevindirecekti ama, zaten yaz tatilindeydik. Ne okul tatil oldu, ne de benim oyun ve deniz düzenim bozuldu. Bu nedenle o gün ilan edilen Kıbrıs Cumhuriyeti benim için çok da önemli olmamıştı. Zaten ne olup bittiğini de anlamamıştım.
Dün Kıbrıs’lı Rumların Cumhuriyet bayramıydı. Gerçi hukuken ben de o Cumhuriyetin bir çocuğu ve vatandaşıyım ama, gel gör ki, bu bayram benim Cumhuriyet bayramım değildi.
Benim 2 tane Cumhuriyet bayramım var. Biri Türkiye Cumhuriyeti’ninki 29 Ekim’de, diğeri de 15 Kasım’da KKTC’nin ki.
Dün hiç işim gücüm yokmuş gibi oturdum ve kutlamaları seyrettim. Resmi geçit Lefkoşa’nın Rum kesiminde bir bölge olan Strovolo’daki Yosif Haciyosif Caddesi’nde saat 11.00’de başladı.
Başladı başlamasına da ben hala niye bu Rumların “sözde” Cumhuriyet Bayramları 1 Ekim’de diye de bayağı merak ediyorum.
EOKA’nın (Ethniki Organosis Kyprion Agoniston, Kıbrıs’lı [Rum] mücadelecilerin Milli Teşkilatı [veya Organizasyonu]) kuruluş tarihi 1 Nisan 1955. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilanı 16 Ağustos 1960.
1 Nisan ile 16 Ağustos’u toplayıp ikiye bölsem gene 1 Ekim etmez. Ben anlamadım gitti ya bu 1 Ekim nerden çıktı. Neyse…
Resmi geçidin selamını Tasos Papadopulos ve Yunanistan Milli Savunma Bakanı Spilios Spiliotopulos aldı. Biri Kıbrıs’lı Rum diğeri de Yunanistan’lı Rum.
Ve Tasos Papadopulos, yaptığı konuşmada hızını alamadı, çenesini tutamadı ve gaza gelerek söyledikleri sözler içinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 45 yıllık yaşamı ve süreci, hiçbir tehlike karşısında durmadı. 1963’teki Kıbrıs Türk ayaklanması onu yaraladı, 1974’teki darbe ve Türk istilası sakatladı” dedi sonra bir başka yerde “Süregelen işgal nedeniyle adanın kuzeyindeki kontrolünü geçici olarak uygulayamasa bile, Uluslar arası hukuka tabi, adanın tamamı üzerinde egemenliği olan tek devlettir” deyiverdi. Arkasından bir başka yerde de “Kıbrıs sorunu uluslar arası bir sorun olarak BM çerçevesinde olmaya devam ediyor ve çözmek için mücadeleye bu çerçevede devam etmemiz gerekir. Ayrıca Avrupa Birliği’ni ve Kıbrıs’ın AB üyeliğinin sağladığı olanakları değerlendiriyoruz ” sözlerini söyledi.
Bu sözler çok masumane gözükse de, hiçte öyle değil.
1.ci bölümde büyük bir ustalıkla, mimarları arasında kendisinin de olduğu AKRİTAS planı uyarınca 1963 yılında Türklere yaptıkları saldırıları, hem kendi vatandaşlarına hem de dünyaya “Kıbrıs Türk İsyanı” diye sattılar ve şimdi de mağdur olarak bunun arkasına saklanıyorlar. Bizi de utanmadan “İsyancı” diye suçluyorlar. Pes vallahi.
2ci bölümde, sırtlarını AB’ye dayadıkları ve AB güvencesini arkalarında hissettikleri için artık adanın güney yarısı değil tümü üzerinde egemen olduklarını açıkça söylüyorlar. Gerçek şu ki, “söyleyene değil söyletene bakın” sözünü boşuna atalarımız söylememiş.
Son bölümde de, Birleşmiş Milletler’in, Kıbrıs sorununa artık bu sefer Avrupa Birliği’nin de müzakerelere daha aktif katılımıyla çözüm bulma sürecine gireceğini söylüyor.
Yani eğer bir yanlışlık olursa ve de BM Genel Sekreteri Kofi Annan Kıbrıs sorununa çözüm bulmaya karar verirse, Kıbrıs konusu BM’de tartışılırken veya oylanırken Türkiye oylarını 1’den itibaren saymaya başlarken ben oylarımı saymaya 25+1’den başlayacağım diyor Rumlar. Yalan da değil hani….
Bilin bakalım bu çantada keklik addedilen ama AB üyesi olmayan 1 oy kimin. İp ucu vereyim. Adı “R” ile başlıyor ve “a” ile bitiyor.
Ne AB ne de BM, bizim için pek de “Hayırlı” gözükmüyor…