AB’ye girip arkalarını garantiye alan Kıbrıs Rumları gene kendilerini Kaf dağında hissedip horozlanmaya başladılar. Tarih hep tekrarlanıyor.
Bu hatayı 1919’da, 1963’de, 1964’de ve 1974’de yapmışlardı gene aynı yola, aynı havaya girdiler. Anlaşılan hiç akıllanmayacaklar.
AB’nin Malta’dan sonra en küçük devleti olan GKRY, AB-Türkiye Katılım Ortaklığı Müzakerelerinde, hasbel kader, yani kaderin bir cilvesi olarak karar verecek olan tarafta yer alması ve elinde doğal bir VETO hakkı bulunması nedeni ile boyuna posuna bakmadan Türkiye ile aşık atacağını ve yaptırımlar uygulayacağını zannediyor.
Daha dünün aşırı solcusu ve Kıbrıs’ta Federal Devlet kurulmasının fanatik bir taraftarı olan, GKRY’nin çiçeği burnunda yeni Dış İşleri Bakanı Yorgos Lillikas, Papadopulos’un Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasının ardından jet hızı ile taraf değiştirip aşırı bir sağcı oldu ve sonunda da Bakan atanmayı başardı. Lillikas işe hızlı girdi ve evvelki gün yaptığı açıklamada, Türkiye’nin müzakere sürecinde diğer başlıkların açılıp kapanmasına onay vermelerinin söz konusu olmadığı balonunu patlattı.
İplerin kendi ellerinde olduğunu sanıyor ama kendi ipinin kimin elinde olduğunun da daha farkında değil. Kendilerini, zamanı geldiğinde Don Kişot gibi arenaya fırlatıp attıklarının ve hayali düşman diye Türkiye gösterip, kaldırmaya gücünün yetmediği kılıcını bu hayali düşmana sallattırıldığının bilincinde bile değil.
Filler tepişirken karıncalar ezilirmiş diye bir deyim var. Rumlar da aynen bu deyim gibi, AB ile Türkiye tepişirken bir gün etraflarına dikkat edemeyecekler ve ayak altında ezilip gidecekler. İşte o zaman hanyayı da konyayı da anlayacaklar ama çok geç olacak. Aslında o gün çok yakın. Rumların gene sapıtmalarından anlıyorum, o günün yakınlarda olduğunu.
Biliyorsunuz eski zamanda kahve öğütücülerinin bir de hık deyicileri vardı, işte günümüzde de bu Lillikas’ın hık deyicisi olan Rum Hükümet Sözcüsü Hristodulos Paşardis de Lillikas’a destek vermek için bir açıklama yaptı ve Rum Yönetimi’nin “Türkiye’nin AB sürecini desteklemeye devam ettiğini ancak Türkiye’nin AB gidişatının bedelini üstlenmeye niyetli olmadığını” söyledi.
Bu sözlerin politik çevirisi ve günlük halk dilindeki açıklaması “Şu anda, Türkiye’nin AB yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda ne olacağı veya neyin olması gerektiği konusunda senaryo ve alternatif yöntemler görüşülmüyor. Şu anda Rumları ilgilendiren tek konu Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti karşısında da aldığı yükümlülüklerini yerine getirmesidir. Bu nedenle de Türkiye-AB krizinden kaçınılmasının en kesin yolunun, Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmeye ikna edilmesidir” şeklindedir. Yani, Türkiye bizim gemi ve uçaklara limanlarını açmalıdır demeye getiriyor Paşardis.
Paşardise göre, Rum Yönetimi, Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda diğer müzakere başlıklarının açılıp kapanmasına onay vermeyeceklerini ve buna paralel olarak da, Maraş’ın iadesini değil yeniden inşaasını öngören senaryoları dahi kabul etmeyeceklerini de adeta bir tehdit olarak masaya koydu.
Tabi Paşardis, AB içinde kendilerinden habersiz nelerin pişirildiğinin daha farkında bile değil. 24 Ekim tarihinde sunulacak olan “Türkiye İlerleme Raporu” içinde Rumların beklemedikleri bir takım kararların olduğu ve GKRY bayraklı gemi ve uçaklara Türkiye’nin deniz ve hava limanlarının açılması koşulunun bir başka sonbahara kaldığını, ben dahil olmak üzere Mısır’daki sağır sultan bile duyduğuna göre ya Paşardis’in dünyadan haberi yok, ya da birileri Rumlara “Kes sesini otur yerine” dediği için Papadopulos ve avanesi (ortakları), iç tribünlere oynamak zorunda hissettiler kendilerini ve yalancı pehlivanlar orkestrasını çaldırtmaya başlattılar. Ekime kadar bu atıp tutmalar, hep böyle gidecek.
Ne olmuştu 1838 Balta Limanı anlaşması ile hatırlayabildinizmi.
Aynen 1995 yılında olduğu gibi, Osmanlı Devleti Balta Limanı Anlaşması adı altında 1995 Gümrük Birliği Anlaşmasına benzer bir anlaşma imzalamıştı Avrupalılar ile ve çöküntü tetiklenmişti. Avrupa ülkelerine gümrük imtiyazları tek taraflı verilmiş ve Osmanlı toprakları etrafındaki “İktisadi ve Ticari sınırlar” Avrupalı şirketlerin ayrıcalıklı faaliyetlerine açılmıştı. Bu uygulama emeklemekte olan Osmanlı sanayisi çökertmiş, bütün gümrüklerin, imalatın ve taşımacılığın kontrolü Avrupalıların tekeline geçmişti.
Bu gün çokmu farklı durum. Hiçte farklı değil. Gidişat aynı gidişat ve Türklere atılmak istenen kazık da aynı kazık. Avrupalıların güçlü ve kendi ayakları üstünde durabilen bir Türkiye veya diğer bir tanımla, Avrupa dışında başka bir rakip istemiyorlar. Hele bu rakibin, yüzyıllardır Orta Doğu ile bağı da varsa.
Gümrükler ve Dış ticaret politikaları, devletlerin otoritelerini ve varlıklarının sürdürülebilir olup olmadığını belirler. Kendi sınırları içindeki ekonomiyi yönlendiremeyen ve ona hakim olamayan devletler, askeri ve siyasal olarak da ayakta duramazlar. Birileri kendilerine bir şeyler dikte eder hep.
AB’nin TAM ÜYE’leri kendi egemen oldukları sınırlar içinde kendileri ile ilgili Hukuki, Kültürel ve Güvenlik konularında ortak kararlar alırlar, kuralları birlikte koyar ve uygularlar.
Bu güne kadar önce AB Gümrük Birliğine giren sonra da AB’ye tam üye olan bir devlet yok. Bu garabet Türkiye’ye özgü. Türkiye Karar mekanizması içinde olmadığı AB’nin tüm kurallarını gözü kapalı uygulamaktadır. Aslında 1995 Gümrük Birliği Anlaşması, Anayasanın 90.cı maddesine göre TBMM’de onaylanmadığı için hukuken T.C. Anayasasına aykırı bir anlaşma ve uygulama durumunda.
Türkiye’nin AB ile imzaladığı Gümrük Birliği (GB) Anlaşması 10. yılına girdi. Geçen 10 yılın sonunda Türkiye bu Gümrük Birliği yükünü taşıyamaz konuma geldi. Hala daha bu durumu dikkate alan yok. Buna karşın AB hayali tam gaz gidiyor. Yakında beton bir duvara çarpacağı da kaçınılmaz bir kader. Kader diyorum ama aslında bu bir somut gerçek. Bunun gerçek olduğu Müzakere çerçeve belgesinde Türkiye’nin tam üyelik tarifi yapılmamasından ve müzakere adıyla siyasal dayatmalarla Türkiye’nin çözülme sürecine sürüklenmesinden çok iyi anlaşılmaktadır.
AB-Türkiye Gümrük Birliği Tarım ve Hizmet sektörünü kapsamıyor. Tarım halen daha Türkiye’nin en yaygın üretim alanlarından birisi. Genç kuşağın sayısı ve dinamizmi ise dikkate değer. Her ikisi de anlaşma dışı. Bu nedenle de aradan geçen 10 yıl Türkiye’yi AB’nin pazarı konumuna getirdi açıkçası. Türklerin üretkenlik yeteneği köreldi, Dış ticaret açığı Cumhuriyet tarihinde görülmeyen düzeye çıktı vede en kötüsü rekabet koşulları daraldı.
Türkiye bu anlaşmayla AB’nin ortak gümrük politikasını uygulama yükümlülüğü altına girdi ve üçüncü ülkelerle AB’nin kendi çıkarları doğrultusunda belirlediği dış ticaret kararlarını, Türkiye’nin çıkarlarıyla çelişse dahi uygulama zorunluluğunda kaldı.
Tam üye olmadan girdiği GB ile Türkiye, aslında egemenliğini Brüksel’e devretmiştir.
Yunanistan 1981 yılında üye olduktan 5 yıl sonra, İspanya ve Portekiz ise 1986 yılında üye olduktan ancak 7 yıl sonra GB’ye dahil olmuşlardır. Bu süre zarfında aldıkları fonlarla ekonomilerinin zayıf yanlarını onararak ve AB’nin güçlü ekonomileriyle uyumlandırarak hazırlık yapmışlardır.
Bence Türkiye, tam üye olmadan GB’ ye girerek, tam üyelik şansını da tamamen kaybetmiştir. Türkiye için müzakereler sonunda varılacak sonuç, “Ayrıcalıklı Ortaklık”dır.
Zaten Katılım Ortaklığı Müzakerelerinde çıkarılan huysuzluklar, Kıbrıs konusu, Kıbrıs için istenen tavizler, Türk Limanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılması talepleri, Türk askerinin adadan geri çekilmesinin istenmesi ve Yunanistan AP milletvekili Yorgo Karacaferis’in Türklere azınlık statüsü verilmesi yazısı, müzakerelerin sonunda neler olacağını açıkça ortaya koyuyor.
Bence Türkiye’nin gözünde kapkara bir gözlük var ve Batıya doğru koşarken önünü göremiyor. Önünde toslamak üzere olduğu dev gibi bir duvar var. Benden söylemesi.
Kıbrıs ile Fransızların ilişkisi şimdi başlamadı.
Tarihe bakarsanız ilk ilişkinin 1191’de başladığını ve Lüzinyan hanedanını adada yönetimi ele alması ile adanın tümü ile Fransız toprağı olduğunu görürsünüz. Bu süreç yaklaşık 300 yıl sürer.
İkinci ilişki ise biraz kirlidir. 1918’de Osmanlı imparatorluğunun 1.ci dünya savaşından yenilgi ile çıkması ile başlar. Anadolu’nun güneyini işgal eden Fransızlar, Türklerin üzerinde kendi askerlerini değil de Ermenileri sürmek için, Mağusa Boğazındaki Boğaztepe köyünde (Monarga) bir Ermeni Lejyonu kampı kurarlar ve bu kampta yetiştirdikleri Ermenilerden oluşan Fransız askeri birliğini Anadolu’da Türklerin üstüne sürerler.
Yıl 2006 ve şimdi de Baf’ta bir üsleri olacak Fransızların. Fransa askeri sevkiyatları, konuşlanma, transfer ve konaklama için Andreas Papandreu Hava alanı ile Limasol ve Larnaka limanlarını kayıtsız koşulsuz kullanabilecek artık.
Bu sevgi ve bu dayanışma nereden başladı diye düşünmeye başlarsanız, yanıtının çok da karmaşık olmadığını görürsünüz. Yeterki resmin parçalarını bir araya getirin ve yan yana koyun.
Aslında bu soldan sağa 3 gözlü ve yukardan aşağıya 3 gözlü olan bir bilmece karesi gibi. Karelerin içini doldurunca resim hemen ortaya çıkıyor. Ben size bu karelerin başlıklarını vereyim ve en önemli addettiğim iki tanesini de açıklayayım.
1- Tarihi bağ 2- Fransa’nın Orta Doğudaki çıkarları 3-Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin uzun vadeli hedefleri 4- Adadaki Garantör Devletlerin kimliği 5- Orta Doğuda güvenli üsleri olan devletler 6-Doğu Akdeniz’deki pakt ve askeri anlaşmalar 7-Türkiye’nin bölgedeki konumu ve hedefleri 8-ABD ve İngiltere’nin Orta Doğu’daki varlığı 9-Türkiye-AB müzakerelerinde Fransa’nın etki ve yaptırımları.
Başlıklar bunlar. Hepsinin içeriğini aklınızdan geçirin, Niye Fransa Kıbrıs’a bu kadar ilgi duyuyor hemen anlarsınız.
3 numaralı başlık : Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin uzun vadeli hedefleri.
Rumların uzun vadeli hedeflerini kısa başlıklar altında özetlersek;
a) 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmasını delmek ve artık geçersiz olduğu havasını yaratmak. (Fransızların adada üs kullanmaları bu anlaşmaya hukuken aykırıdır)
b) BM’nin 4 Mart 1964 tarihli şimdiki GKRY’ni resmileştiren kararının geçerli olduğunu her fırsatta pekiştirmek.
c) Kıbrıs adasına tümü ile hakim olmak ve üniter Rum devleti kurmak
d) Megalo Idea’nın Kıbrıs ile ilgili bölümünü gerçekleştirmek
e) Türkiye’nin içinde olduğu NATO’ya karşı AB Ordusu içinde yer almak
f) Askeri Anlaşmalar ile Türkiye’nin güneyinde kendisine müttefikler sağlamak
g) BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Fransa’ya, Güvenlik Konseyinde kendi doğrultusunda karar aldırtmak, Kıbrıs’lı Türklerin menfaatlerini bloke etmek.
h) Türkiye-AB Katılım Ortaklık Müzakerelerinde Fransa’nın başını çektiği grubu kullanarak Türkiye’den tavizler koparmak ve adadan çıkmasını sağlamak.
2 numaralı başlık : Fransa’nın Orta Doğudaki çıkarları
Fransızların Orta Doğudaki konumlarını kısa başlıklar halinde özetlersek;
a) 1990 Körfez savaşı ile Orta doğudan atılmış olmak.
b) Orta Doğuda Amerikan ve İngiliz hakimiyetinin kurulmuş olması,
c) Orta Doğu’dan tüm Fransız şirketlerinin dışlanmış olması,
d) ABD’nin İncirlik’te ve İngiltere’in de Dikelya ve Ağrotur’da güvenli üsleri bulunması.
Fransa, Kıbrıs Rumlarının tüm uzun ve kısa vadeli hedeflerine yardımcı olmak ve yeşil ışık yakmak karşılığında, rüyasında bile göremeyeceği bir kazanım elde edecek ve Amerika ile İngiltere’nin kendisini Orta Doğudan dışlamış olmasına karşılık, Orta Doğu’ya girişini ve asırlardır gönül bağı ile bağlantısı bulunduğu Suriye ve Lübnan’a tekrar yanaşımını, Rumların kendilerine altın tepsi içinde sundukları bu hava ve deniz üsleri kanalı ile gerçekleştirebilecektir.
Resim bu kadar net. Bu nedenle bu iki kafadar bir araya geldiler ve üzerinde söz hakkımız olan bu topraklarda bir al-ver içine girdiler.
Teknik komitelerin hazırlığına ilişkin ikinci tur görüşmelerin ilk buluşması evvelki gün gerçekleşti ve Kıbrıs Rum tarafı Teknik Komiteler masasına, Kıbrıs sorununun özüne ilişkin toplam dokuz başlık koyarken Türk tarafı da insancıl konuları, cürümlerde işbirliğini, ortaklık kurulmasını, siyasi eşitliği ve AB’nin birincil hukuku olmasını koydu. Türk tarafı Maraş ve Askeri tatbikatlar gibi özel konuların teknik komiteler düzeyinde görüşülmesini istemedi.
Kıbrıs Rum tarafı ilke olarak, iki kesimli federasyon çözümüne destek beyan ederken, gündelik konulara ilişkin görüşülmek üzere, mülkiyet, geçişler, avro, uyuşturucu, kişilerin dolaşımı, kara para aklama, spor, kolluk hizmetleri (polis) v.b.’yi sundu. Esasa ilişkin konular kapsamına da Yönetim, AB konuları, Mülkiyet, Ekonomik bütünleşme, Toprak ile denizcilik ve havacılık konuları, Güvenlik, Enerji ve doğal kaynaklar, Vatandaşlık ve Kültürel miras ve Kıbrıs Rum malı gasplarına moratoryum başlıklarını koydu.
Masaya konan başlıkların her biri birer bomba ve Kıbrıs sorununun çıkmaza girmesi düğmesine de böylece basılmış oldu. Bu “Görüşülecek Başlıklar” önerileri ile işlerin çıkmaza gireceği ve görüşmelerin sonucunun hayal olacağı gün gibi aşikâr.
Her başlık kendi başına çok önemli bir konu veya politika dili ile esasa yönelik çözüm görüşmelerinin birer temel taşı. Zaten dışarıda da pek bir şey kalmamış. Bunları komiteler görüşecekse, Talat ile Papadopulos neyi görüşecekler çok merak ediyorum.
Hani bu komitelerde, suçluların ortak bir operasyonla yakalanıp yargılanması veya bulaşıcı hastalıklarla ortak mücadele gibi, esasa yönelik çözüm görüşmeleri başlayana dek günlük olaylarla ilgili, yaşamı kolaylaştıracak konular görüşülecekti.
Kıbrıs Türk tarafı esasen, müzakerelerin liderler düzeyinde ve Annan planında değişiklikler temelinde derhal başlamasını arzu ederken, Papadopulos ise tam tersine, Annan planı dışında, hakemsiz ve zaman kısıtlamasız sürmesini istiyor görüşmelerin.
Artık gündemi Papadopulos belirliyor açıkça. “Gündemi belirleyen Siyasete hakim olur” sözü boşuna söylenmiş değil. Şu anda gündemi belirleyen de Papadopulos, siyasete hakim olan da.
Papadopulos’un komitelerde görüşülmek üzere önerdiği alt başlıklara bir bakın.
Yönetim, AB konuları, Mülkiyet, Ekonomik bütünleşme, Toprak ile denizcilik ve havacılık konuları, Güvenlik, Enerji ve doğal kaynaklar, Vatandaşlık – Kültürel miras ve Moratoryum.
Bunların hepsi de Kıbrıs sorununun büyük kısmını, neredeyse tümünü yeniden masaya koyacak olan çok sayıda alt başlık içeriyor. Cumhurbaşkanı Talat ister istemez bu zokayı yutmak zorunda kalacak ve bu konular komitelerde görüşülecek. Artık kaçması da olanaksız. Papadopulos fena oyuna getirdi kendisini.
Anlaşılan iyi niyet pek geçerli değil, toyluk, zaten böylesi hayati konularda hiç geçerli değil.
Cumhurbaşkanı Talat, bu başlıklara “Hayır” derse, oyun bozan durumuna yani “Çözümü engelleyen kişi” durumuna düşecek, yok “Evet” derse bu defa da hakem ve arabulucu olmadan, Papadopulos’un belirlediği başlıkları komite düzeyinde tartışmak zorunda kalacak ve artık komitelerde de “Hayır” diyebilmek şansı olmayacak.
Bu görüşmeler bu koşullarda ve bu başlıklarla her halde bir “Elli yıl” daha sürer.
Papadopulos, 8 Temmuz Anlaşması’nın, Annan planından kaçış sağladığı için çok memnun görünüyor ve bunu da zaman zaman, özellikle anma törenlerinde de dile getiriyor.
Daha şimdiden GKRY görüşmelerin çıkmaza girmesine kılıf hazırlıyor ve yürütülmekte olan müzakerelerin çıkmaza sürüklenmediğini ancak çok zorluklarla karşılaşılacağını dile getiriyor. Zaten en küçük bir olumsuzlukta, “işte biz Kıbrıs sorunu çözmek istiyoruz ama Türkler istekli değil” propagandası ile 24 Nisan 2004 Referandumundaki Hayır oylarını da haklı gösterip “Çözüm istemeyen taraf olmak görüntüsünü” sırtlarında atacaklar.
Galiba gene oyuna geldik.
Teknik komitelerin hazırlığına ilişkin ikinci tur görüşmelerin ilk buluşması evvelki gün gerçekleşti ve Kıbrıs Rum tarafı Teknik Komiteler masasına, Kıbrıs sorununun özüne ilişkin toplam dokuz başlık koydu.
Masaya konan başlıkların her biri birer bomba ve Kıbrıs sorununun çıkmaza girmesi düğmesine de böylece basılmış oldu. Bu “Görüşülecek Başlıklar” önerileri ile işlerin çıkmaza gireceği ve görüşmelerin sonucunun hayal olacağı gün gibi aşikâr.
Her başlık kendi başına çok önemli bir konu veya politika dili ile esasa yönelik çözüm görüşmelerinin birer temel taşı. Zaten dışarıda da pek bir şey kalmamış. Bunları komiteler görüşecekse, Talat ile Papadopulos neyi görüşecekler çok merak ediyorum.
Hani bu komite görüşmelerinde insancıl konular görüşülecekti.
Hani bu komitelerde, suçluların ortak bir operasyonla yakalanıp yargılanması veya bulaşıcı hastalıklarla ortak mücadele gibi, esasa yönelik çözüm görüşmeleri başlayana dek günlük olaylarla ilgili, yaşamı kolaylaştıracak konular görüşülecekti.
Papadopulos bizim yeni yöneticileri parmağında oynatıyor anlaşılan. Sol gösterip sağ vuruyor.
Maalesef işin başında, “Kıbrıs sorunu 3 ayda çözülemez”, “Rumlarla görüşmelerde iyi niyet olamaz” ve “Rumlarla görüşmeler yapabilmek için önce Rumları tanımak gerekir” demiştik.
Yıllarca baba Denktaş “Çözüme engel kişi” diye lanse edilmişti. Ne oldu?. Cumhurbaşkanlığı değişeli ve de hükümet değişeli neredeyse 18 ay oldu. Hani çözüm. Hani üç ayda çözüm olacaktı…
AB Parlamentosuna gözlemci olarak gönderilen parlamenterlerimiz bile ne olup bittiğinin farkında değil. İngilizce bilmek yetmiyor. Geçmişi de bilmek, tarihi de bilmek, Rumları da tanımak, Avrupayı da tanımak ve o mentaliteyi bilmek gerekiyor, ne söyleyip neyi ima ettiklerini anlamak için.
Şimdi Papadopulos gündemi belirliyor açıkça. “Gündemi belirleyen Siyasete hakim olur” sözü boşuna söylenmiş değil. Şu anda gündemi belirleyen de Papadopulos, siyasete hakim olan da.
Papadopulos’un komitelerde görüşülmek üzere önerdiği alt başlıklara bakın.
Yönetim, AB konuları, Mülkiyet, Ekonomik bütünleşme, Toprak ile denizcilik ve havacılık konuları, Güvenlik, Enerji ve doğal kaynaklar, Vatandaşlık ve Kültürel miras.
Bunların hepsi de Kıbrıs sorununun büyük kısmını, neredeyse tümünü yeniden masaya koyacak olan çok sayıda alt başlık içeriyor. Cumhurbaşkanı Talat ister istemez bu zokayı yutmak zorunda kalacak ve bu konular komitelerde görüşülecek. Artık kaçması da olanaksız. Papadopulos fena oyuna getirdi kendisini.
Anlaşılan iyi niyet pek geçerli değil, toyluk, zaten böylesi hayati konularda hiç geçerli değil. Son 18 ayda Papadopulos’un Türk tarafına attığı gollerin haddi hesabı yok.
Cumhurbaşkanı Talat, bu başlıklara “Hayır” derse, oyun bozan durumuna yani “Çözümü engelleyen kişi” durumuna düşecek, yok “Evet” derse bu defa da hakem ve arabulucu olmadan, Papadopulos’un belirlediği başlıkları komite düzeyinde tartışmak zorunda kalacak ve artık komitelerde de “Hayır” diyebilmek şansı olmayacak.
Bu görüşmeler bu koşullarda ve bu başlıklarla her halde bir “Elli yıl” daha sürer.
Daha şimdiden GKRY görüşmelerin çıkmaza girmesine kılıf hazırlıyor ve yürütülmekte olan müzakerelerin çıkmaza sürüklenmediğini ancak çok zorluklarla karşılaşılacağını dile getiriyor. Zaten en küçük bir olumsuzlukta, “işte biz Kıbrıs sorunu çözmek istiyoruz ama Türkler istekli değil” propagandası ile 24 Nisan 2004 Referandumundaki Hayır oylarını da haklı gösterip “Çözüm istemeyen taraf olmak görüntüsünü” sırtlarında atacaklar.
Papadopulos, 8 Temmuz Anlaşması’nın, Annan planından kaçış sağladığı için çok memnun görünüyor ve bunu da zaman zaman, özellikle anma törenlerinde de dile getiriyor. Papadopulos’a göre bu anlaşma, Kıbrıs sorununa yeni bir yaklaşım demek ve Kıbrıs sorununu Annan planıyla girdiği çıkmazdan çıkartıyor.
Bu yolda devam edildiği takdirde de, gidişat Papadopulos’un 24 Nisan 2004 Referandumundaki Hayır gerekçesi olan “Ön hazırlıkların iyi yapılması ve takvimlerden kaçınılması” tezini doğruluyor ve iyice güçlendiriyor.
Görünen köy kılavuz istemez. Fena kazık yedik galiba.