Bilinen bir gerçek var ki o da AB’de rüşvet’in adının “Hibe”, “Yardım” veya “Komisyon” olduğudur.
Avrupalılar, kibar bir dil kullanıyorlar ve Körlere “Görme özürlü” derken, rüşvete de “Hibe”, “Mali Yardım” veya “Komisyon” diyorlar. Asla rüşvet kelimesini ağzına alan Avrupalı yok.
Annan planının ortaya atıldığı ve tartışıldığı dönemlerde AB tarafından Kıbrıs Türk Sivil Toplum Örgütleri’ne, “Sivil Toplum Programı” kapsamında toplam 1,500,000 Euro hibe, yani “karşılıksız para” verilmişti.
Bu hibeden, 26 Sivil Toplum Örgütü pay almış ve “Proje bazında” dağıtılan bu hibeden, örgüt başına en çok 100,000 Euro düşmüş.
Bu “Sivil Toplum Programı” kapsamındaki hibeye ek olarak, 53 Kıbrıs Türk Sivil Toplum Örgütüne de toplam 220,000 Euro hibe edilmiş ve örgüt başına en fazla 5,000 Euro verilmiş.
Ayrıca, “Kuzey Kıbrıs 2003 yılı Özel Yardım Paketi” adı altında, iki Kıbrıs Türk Sivil Toplum Örgütüne de, yani Karpaz Dostları Derneğine 23,000 Euro, Halk Sanatları Enstitüsüne de 25,000 Euro verilmiş.
Sonuç olarak, 24 Nisan 2004 Annan Planı Halkoylamasından hemen önce, Avrupa Birliği, Kuzey Kıbrıs’ta toplam 81 Sivil Toplum Örgütüne toplam 1,768,000 Euro hibe dağıtmış ve yapılan yalana dayalı insanımızı kandırma propagandalarından sonra %65 Evet oyları çıkmış.
Tabi bunları ben uydurmadım. Bu bilgileri edindiğim Kaynaklar: Written Question P-1316/06. Subject: “Funding of Turkish Cypriot NGOs”. – P-1316/06EN, Answer Given by Mr. Rehn on behalf of the Commission (04.05.2006), European Parliament Report, 03.12.2004 ve Europen Parliament Report, 03.12.2004. İsteyen bakabilir.
Bu hibeler döneminde neler olduğunu, halkımızın nasıl kandırılıp gaza getirildiğini ve sonrasını herkes biliyor. Tam bir hüsran ve AB’ye güvensizlik oluştu bu işlerin sonunda.
Şimdi aynı tezgah, “MALİ YARDIM TÜZÜĞÜ” adı altında gene oynanmaya çalışılıyor. Hem de tam Fin önerileri sonrasında.
Havada Maraş’ın iadesi, limanların gözetim altına verilmesi lafları uçuşurken, Mali yardım da hemen devreye giriverdi.
Evvelki gün yapılan resmi açıklamaya göre AB Komisyonu, Kıbrıs’ın Kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıs’lılara (Dikkatinizi çekerim, KKTC diye bir terim yok) veya bir başka maddedeki tanımla, “Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetinin etkili bir denetime sahip olmadığı Kıbrıs Cumhuriyeti bölgelerinde” kullandıracağı mali yardım paketinin ilk dilimini serbest bırakma kararı almış.
Mali yardım paketinin 38,1 milyon Euroluk ilk dilimiyle finanse edilecek 6 proje, katı atık bölge programı, Lefke maden bölgesinin rehabilitasyonu için fizibilite çalışması, enerji sektörü işletmesinin güçlendirilmesi, kırsal ve kentsel altyapının güçlendirilmesi, özel sektörün desteklenmesi ve AB’nin siyasi ve yasal düzeni hakkında bilgi verilmesini içeriyor. AB Komisyonu’ndan yapılan açıklamada, “Mali Yardım”ın fiziksel altyapının geliştirilmesi, ekonomik ve sosyal kalkınmanın teşvik edilmesi ve Kıbrıs Türkünün Avrupa Birliğine yakınlaştırılmasında kullanılacağı belirtiliyor.
Yukarıda yazdığım açıklamada belirtilen yardımların nereye ve nasıl yapılacağı gerçekten çok ürkütücü. Dikkat edin, neredeyse tümü de şirketlere ve kuruluşlara yapacakları masa üstü çalışmalar karşılığı verilecek. Bir de “özel sektörün desteklenmesi ve AB’nin siyasi ve yasal düzeni hakkında bilgi verilmesi” var ki, yeni tanımı ile çok açık olarak “Hibe” veya “Mali Yardım” kapsamında verilecek.
AB’nin Fin önerileri benzeri yeni önerilerde uzlaşı ve adada yeniden birleşme girişimlerini benimsetmek için harcanacak bu “Mali Yardım” parası. Alt yapıyı, 1974 öncesi Rum arazilerinden geçecek yatırımları veya her iki bölgeyi kapsayacak ortak yatırımları, bence unutmamız gerekli.
Bakın “Mali Yardım Tüzüğünün” ilgili bazı maddelerine.
Giriş Bölümü madde 10. “ Bu Tüzükteki hiçbir madde, söz konusu bölgelerde Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti dışındaki herhangi bir kamu otoritesinin tanındığını ima etmek amacını taşımamaktadır.”
Ve Madde 1. alt madde 3. “Böyle bir yardımın verilmesi, söz konusu bölgelerde, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti dışında herhangi bir kamu makamının tanınması anlamına gelmez.”
Yani bu iki madde, bırakın KKTC diye bir devleti, KKTC adında bir kuruluş veya dernek bile yoktur demek istiyor açık ve net olarak.
Madde 1. alt madde 2. “Yardımdan, diğerlerinin yanı sıra, yerel kurumlar, sivil toplum işbirlikleri ve temsilcileri, özellikle sosyal taraf kuruluşları, iş dünyasını destekleyen organizasyonlar, bölgelerdeki genel çıkara yönelik faaliyet gösteren kurumlar, yerel ya da geleneksel topluluklar, dernekler, vakıflar, kar amacı gütmeyen kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları ile gerçek ve tüzel kişiler yararlanır.”
Madde 2, paragraf 3, “- Uzlaşma, güven oluşturma önlemleri alınması ve sivil topluma destek,”
Madde 2, paragraf 5. “- Diğer faaliyetlerin yanı sıra, Avrupa Birliği’nin siyasi ve hukuki yapısıyla ilgili bilgi sağlanması, insanlar arasındaki iletişimin ve Topluluk burslarının desteklenmesi yoluyla Kıbrıs Türk toplumunun Birlik ile yakınlaştırılması,”
Yukarıdaki bu 3 madde, “Hibe”lerin veya “Mali Yardım”ın hangi maske altında dağıtılacağının ve ne maksatlarla verileceğinin habercisi. Hangi yöntemlerle Kıbrıs’lı Türklerin beyinlerini yıkayacaklar ve gene kandırmaya çalışacaklar, onu çok açık bir şekilde açıklıyor bu 3 madde.
AB’nin vermeyi planladığı bu “Mali Yardım” adı altındaki ödemelerle yep yeni bir süreç yaşayacağımız kesin. AB tarafından “Hibe” olarak veya sözde “Ofis çalışmaları” veya “Araştırmalar” karşılığında paraların havada uçuşacağı yeni bir döneme giriyoruz.
Sanırım AB, “Bir halk nasıl ve hangi yöntemlerle kandırılabilir” konusunda yaptığı derinlemesine ve komple bir çalışmayı, Kıbrıs’lı Türklerin üzerinde deneyecek.
Yermiyiz artık. Hiç sanmam….
Finlandiya önerileri eğer kabul edilirse, Mağusa Limanı AB gözetiminde çalıştırılacak, Maraş da iki yıllığına BM’ye devredilecek.
Mağusa limanında aslında üç tane liman var. Konvensiyonel liman, Serbest liman ve Terminal limanı.
Konvensiyonel liman denilen bölüm, KKTC’ye deniz yolu ile ithal edilen tüm ticari mallar ile araç, kamyon ve TIR’ların girdiği, gümrükleme işlemlerinin yapıldığı liman.
Serbest Liman, deniz yolu ile KKTC’ye gelen fakat iç tüketimine sunulmayacak olan ticari malların depolandığı veya işleme tabi tutulup ihtaç edilecek malların depolandığı bölge. Bu limandan giriş yapmış olan ticari mallar, yasal olark KKTC’ye girmiş addedilmiyor.
Terminal limanı ise askerimizin kullanımında olan liman. Tüm askeri personelin giriş çıkış yaptığı, asker için gerekli olan her tür lojistik malın ve askeri malzemenin KKTC’ye giriş yaptığı liman, bu Terminal limanı.
İşin ilginç tarafı, Terminal limanının hem deniz tarafından konvensiyonel liman ile bağlantısı var, hemde BM’ye devredilecek olan Maraş bölgesine açılan bir kapısı var. Terminal limanına deniz araçlarının girişi Mağusa limanının içinden, yani AB’nin gözetimine verilecek limanın içinden geçilerek yapılabilmekte. Terminal limanına yanaşmak isteyen askeri bir gemi önce dış limana girmek, oradan da iç limana geçmek zorunda. Başka türlü askeri limana yanaşması olanaksız.
Aynı koşullar, Sahil Güvenlik botları ve personeli için de geçerli. Sahil Güvenlik botu, sularımıza giren yabancı bir gemiyi kontrol etmek için dışarı çıkması gerektiğinde veya kaçak göçmen getiren tekneleri kovalamak zorunluluğunda kaldığında illaki önce AB Gözetimi altına girecek olan Konvensiyonel limandan geçmek zorunda. Başka hiç bir çaresi yok.
Şimdi bana birileri söylesin; Mağusa limanındaki Terminal limanının statüsü ne olacak.
Büyük bir olasılıkla AB, Mağusa limanını gözetim altına alırken bir kere oraya yerleşecek. ISPS kuralına göre yani BM’nin 11 Eylül’den sonra Genel Kurul kararı ile tüm ülkelere uymak zorunluluğu getirdiği Uluslararası Liman ve Gemi Emniyeti kuralına göre, ki uygulamasını IMO, Uluslarası Denizcilik Teşkilatı, yapmaktadır, AB limanın güvenliğine de el koyacaktır. Zaten el koymak da zorunda. Bu işin şakası yok. Mağusa imanından kalkacak gemiler AB imanlarına gideceği için denetim ve gözetim AB personeli tarafından yapılacak.
Şimdi aklıma hep AB’nin Kıbrıs’taki Komisyon Temsilcisi, has be has Kıbrıs’lı Rum olan Bay Temis Temistokleos geliyor. AB Komisyonu Temsilcisi Kıbrıs’lı Rum olur da, limandaki AB gözetimcilerinin tümü Kıbrıs’lı Rum olamaz mı. Bal gibi olur ve olacak da.
İşte çıngar o vakit çıkacak.
Hem elimizdeki ve yönetimimizdeki yegane ticari limanımızı, sadece deniz taşımacılığındaki ve sadece Avrupa’ya gidecek gemiler için geçerli olacak olan sözde izolasyonun kaldırılması amacı ile, AB’nin ve dolayısı ile de AB üyesi olan Rumların gözetimine vereceğiz, hem de güvenlik idaresini keldi ellerimizle Rumlara teslim edeceğiz.
Rumlar, AB adına oraya adımlarını atınca, bırakın 2 yıl sonra çıkmayı, daha iki yıl dolmadan gözetime ilaveten “Denetimi” de ele almayı isteyecekler ve Türkiye-AB müzakerelerine bu yönde bir de koşul getirecekler.
Fin önerileri ile hem Maraş elden gidecek, hem de Mağusa limanını Rumların idaresine kendi ellerimizle vermiş olacağız. Askerimizi de gözetmeleri ve denetlemeleri de, hediyesi olacak.
Avrupa Birliğine üye ülkelerin temsilcileri 20 Ekim’’de Brüksel’de yapılan komite toplantısında; Kıbrıslı Türklere yönelik mali yardımın ikinci bölümü olan yaklaşık 200 Milyon Euro’nun serbest bırakılması ve projelerin uygulanmasında kullanılması kararlaştırmış.
Bu Mali yardım ne pahasına olacak ve ne kadar inandırıcı. AB’nin işi yalan dolan. Verdikleri sözleri, aldıkları kararları tutmuyorlar ki, inandırıcı olsunlar. Üstelik, Mali Yardımın bedeli “EGEMENLİĞİMİZ”.
AB Program Destek Ofisi Başkanı Alain Botherel’e 18 Ekim Çarşamba gecesi Mağusa’da, halkla yaptığı söyleşide can alıcı soruları soran da bendim.
1983 Anayasasına göre KKTC’de Rum malı yoktur. Tüm topraklar KKTC’nin sahipliliğindedir, fiziki alt yapı, kanalizasyon ve benzeri konularda yapılacak yatırımların 1974 öncesi Rumlara ait taşınmazların üzerinden geçmesi durumunda ne yapacaksınız diye sorduğum vakit, Botherel hiç çekinmeden, “Tüzükte yazdığı gibi, eski Rum mal sahiplerine ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine soracağız. İtirazları varsa ya projeyi değiştireceğiz ya da iptal edeceğiz” seklinde yanıt vermişti.
Yani “Siz bizim nazarımızda yoksunuz. Parayı alacaksanız, Mali Yardım Tüzüğünün koşullarını da kabul etmek zorundasınız. Egemenliğinizi de unutun” demek istedi o gece. Aslında kafalarındaki de o. Bizi Rumlara yamamak ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti içinde azınlık durumuna sokmak.
26 Nisan 2004 tarihinde AB (Bakanlar) Konseyinin aldığı bir karar var. Hiçbir kelimesine dokunmadan kaleme alındığı İngilizce şekli ile aynen; “The Council is determined to put an end to the isolation of the Turkish Cypriot Community and to facilitate the reunification of Cyprus by encouraging the economic development of the Turkish Cypriot community” yazılmış ve AB Bakanlar Konseyinin kararı olarak hem resmi belgelere geçmiş hem de tarihe mal olmuş.
Bu cümlenin tam çevirisi (benim İngilizcem ile) “Konsey, Kıbrıs Türk Toplumunun izole edilmesine son vermek ve Kıbrıs Türk Toplumunun ekonomik gelişmesini destekleyerek Kıbrıs’ın tekrar birleşmesine olanak sağlamak kararındadır.” (“Rahatlatmak, kolaylaştırmak” manasında olan “Facilitate” kelimesinin çevirisini biraz değiştirerek, kararı kendime göre yorumladım.!)
Gerçek olan şu ki, yukarıdaki “Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonun kaldırılacağı” yönündeki 26 Nisan 2004 tarihli AB Konsey kararı, 2003 yılı Katılım Antlaşmasının 10 numaralı Protokolü’nün üzerine oturtulmuştur. Burada Konsey, Kıbrıs Türk toplumunun 24 Nisan 2004 Referandumunda kullandığı “Evet” oyları Avrupa Birliği içinde bir gelecek arzu ettiğini açık bir şekilde ifade ettiğini dikkate alarak, bu toplumun izolasyonuna son verilmesi ve Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik kalkınmasının sağlanması suretiyle Kıbrıs’ın yeniden birleşmesine olanak sağlanması veya kolaylaştırılması gerektiğini belirtmiştir.
Bu bir AB Konseyi kararıdır, üstelik Bakanlardan oluşan AB Konseyinin kararıdır. Konsey, AB’nin en üst düzeydeki kuruludur. Yani bu karar AB’nin kurumsal bir taahhüttür.
Üstelik bir de, Mali Yardım Tüzüğünün, giriş bölümünde Madde 4 var; “10 numaralı Protokolün 3(1). maddesi uyarınca, Protokol’deki hiçbir hüküm söz konusu bölgelerin ekonomik kalkınmasının teşvik edilmesine yönelik tedbirler alınmasını engellemeyecektir.” şeklinde yazılmıştır bu madde 4.
Türkiye, AB’nin bu Konsey taahhüdü ile Mali Yardım Tüzüğünde yer alan yukarıda yazdığım 4.cü maddeye güvenerek, Ankara Anlaşmasının 10 yeni AB üyesini de kapsayacak şekilde genişletilmesini, yani limanlarını Kıbrıs Rum gemi ve uçaklarına açmak manasına gelen, 17 Aralık 2004 tarihli AB Konseyi Zirve sonuç bildirgesini imzaladı.
Neydi bu Türkiye’nin kabul ettiği 19.cu madde.
Madde 19. “Avrupa Konseyi, Türkiye’nin, yeni AB üyesi ülkelerin katılımını dikkate alarak, Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına dair protokolü imzalamak yönündeki kararını memnuniyetle karşılamaktadır.
Bunun ışığında, Türkiye’nin, “Türk hükümeti, Ankara Anlaşması’nın uyarlanmasına ilişkin Protokol’ü katılım müzakerelerinin fiilen başlamasından önce ve AB üyeliğinin mevcut durumu çerçevesinde gerekli olan uyarlamaların üzerinde anlaşmaya varılması ve tamamlanması ertesinde imzalamaya hazırdır” yönündeki deklarasyonunu memnuniyetle karşılamaktadır.”
İşte Türkiye, bu 19.cu maddeyi, Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonun kaldırılacağı yönündeki 26 Nisan 2004 tarihli AB Konsey kararına ve Mali Yardım Tüzüğünün, giriş bölümünde Madde 4’ün kesin kes uygulanacağına güvenerek kabul etti.
Şimdi AB tam “Kıbrıs lisanı ile” cırladı. Kendi verdiği sözleri tutmuyor ve tutmamak için de elden geleni yapıyor..
26 Nisan 2004 tarihinde AB (Bakanlar) Konseyinin aldığı bir karar uyarınca izolasyonları kaldırmıyor veya izolasyonları kıracak girişimlerde de bulunmuyor;
Mali Yardım Tüzüğünün, giriş bölümünde yer alan Madde 4’ göre, Rumların Kıbrıs’lı Türklere yapılacak yardımlara mani olmasını da önleyemiyor;
Ama buna karşın, Türkiye’den, 17 Aralık 2004 tarihli AB Konseyi Zirve sonuç bildirgesine ve 3 Ekim 2005 tarihli Müzakere Çerçeve Belgesi içeriğine uymasını istiyor ve Rumlara limanlarını açmasını her gün Türkiye’ye hatırlatıyor.
Üstelik Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti de, AB üyesi olurken Protokol 10’nu imzalayarak, Kıbrıs sorununa ilgili BM Güvenlik Konseyi Kararları ile uyumlu, kapsamlı bir çözüm bulunmasına bağlı kalacaklarına ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin bu amaç doğrultusundaki çabalarına destek vereceklerini kabul etmesine rağmen söz konusu maddeye ters düşmekte ve Kıbrıslı Türklerin ekonomik gelişimini engellemek için ellerinden geleni yapmaktalar.
Türkiye’nin Lahey Adalet Divanına gitmesi ve haklarını araması zamanı geldi de geçiyor bile.
Lahey Adalet Divanında, Türkiye AB’ye, Yunanistan’a ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine karşı bir kaç dava açmalıdır.
1- 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anlaşmalarına aykırı olarak Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ye, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin üyelik başvurusu yapması ve kabul edilmesi,
2- 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan Cunta hükümetinin Kıbrıs adasını ilhak etmek için yani ENOSİS’i gerçekleştirmek için adada darbe yaptırması,
3- Tüm Kıbrıs adına ve yasal olmayan bir şekilde AB’nin “Sınır sorunu” olan Kıbrıs Rum Cumhuriyetini üye olarak kabul etmesi,
4- AB (Bakanlar) Konseyinin 26 Nisan 2004 tarihli kararı uyarınca Kıbrıs’lı Türklere uygulanan izolasyonları kaldırmaması,
Hadi Türkiye!.
AB’yi her koşulda memnun etmek zorunda değilsin. Hakkını aramanın, haklarımızı korumanın önüne geçebilecek başka hiçbir gerekçe olamaz. Biz tanınmış bir devlet değiliz. Tanınmış olsak çoktan bu davayı açmıştık, 1963-1974 döneminde uğradığımız “Soykırım”ın hesabını sormuştuk.
Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac Fransa Meclisi’nde kabul edilen sözde Ermeni soykırımını yok sayanlara para ve hapis cezası verilmesiyle ilgili yasa ile konusunda tam bir politikacı gibi davranıyor. İçte Ermenilere yaranmak ve UMP’nin (Halk Hareketi Birliği) oylarını arttırmak için Ermeni tasarısının Mecliste oylanmasına göz yumuyor, dışta da Türkiye’ye başka martavallar okuyor..
Fransa’da yaşayan Ermenilerin nüfusu şu anda 400,000’e yakın ama özellikleri, 19.cu yüzyıl başında Fransa’ya göç etmiş olmaları ve o günden bu güne kadar geçen yıllar içinde, bu gün yaşamlarını sürdüren 6.cı kuşak Ermenilerin, Fransız Sanayisi, Ticareti ve politikasında söz sahibi olacak zenginliğe ulaşmış olması. Bu nedenle Chirac, hem oy hem de Ermeni lobisinden parasal destek peşinde.
Türkiye’ye karşı “Ne yapalım Meclis kabul etti ama ben karşıyım ve yasalaşmasını engellemek için elden geleni yapacağım” diyor ama isteseydi, Ermeni Yasa tasarısının oylamasını UMP grubu içinde serbest bırakmaz ve Mecliste %61.5 çoğunluğa sahip olması nedeni ile de, bırak Mecliste, daha komisyonda bile tasarıyı reddetirebilirdi.
İkili oynadığı kesin. AB içindeki ekonomik grubun başını çekmesi nedeni ile arkasından gelen Avusturya, Danimarka ve Hollanda’da da aynı gelişmeler olacak. Olmazsa da, Türkiye-Ab müzakerelerinde bu tasarı Demoklesin kılıcı gibi kullanılacak.
Bakın dünyanın tanınmış kişileri Fransa ve Fransızlar hakkında neler demiş.
Mark Twain : “Fransa’nın yazı da, kışı da yoktur. Ahlakı da yoktur. Bunların dışında şahane bir ülkedir. Ve genelde fahişeler tarafından yönetilir.”
General George S. Patton : “Arkamda bir Fransıiz ordusu olacağına, karşımda bir Alman ordusunun olmasınıi tercih ederim.”
General Norman Schwarzkopf : “Yanınızda Fransa ile savaşa gitmek, akordeonla geyik avına gitmeye benzer.”
Marge Simpson: “İki türlü tepki verebiliriz. Ya bir Fransız gibi ya da bir şey yaparak.”
Jacques Chirac : “İlgilenebildiğim kadarıyla savaş başarısızlık demektir.”
Rush Limbaugh : “Fransa ilgileniyorsa haklısınız.”
Regis Philbin : “Fransa’nın bizim savaşa girmemizi desteklediği tek an, Alman ordusunun Paris’te kahve içtiği andır.”
Jay Leno : “Fransızlarin Irak’ta Saddam Hüseyin’e karşı bize yardım etmemelerine kızmayın. Onlar Hitler’i Fransa’dan atmamıza da yardım etmemişlerdi.”
Anonim : “Fransızların içinde yer almayacağı bir Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşına benzer.”
Dennis Miller : “Nazilerden daha çok Big Mac ve Disney World ile savaşan bir ulustan daha ne beklenir ki!”
Alan Kent : “Bize ihtiyaç duyduğu anda Fransa’nın orada olduğunu hatırlamak çok önemlidir.”
John Xereas : “Fransa’nin tümünü ele geçirmek Almanların üç gününü almıştı. Çünkü yağmur nedeniyle ilerlemek zor oluyordu.”
Dünyanın en ünlü askerleri, yazarları, politikacıları ve sade vatandaşı Fransa hakkında bunları söylüyor.
Geçen yasanın ne kadar etkili olacağı veya Chirac’ın sözlerinin ne kadar güvenilir olduğu konusunda “YORUM’um YOK”.
21.ci yüzyıl düşünce özgürlüğüne yaramadı.
Uğruna milyonlarca insanın kanının aktığı, ihtilallere temel oluşturan, insanoğlunun elde etmek için asırlardır mücadele verdiği “Düşünce Özgürlüğü”, 21.cü yüzyıl gibi insanlığın “Özgürlük, Eşitlik, Barış ve Refah bir Yaşam” beklediği yüzyılda, Fransa’dan korkunç bir darbe yedi.
Bence inanılır gibi değil.
“Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik” kavramlarıyla hür dünyaya ilham kaynağı olmuş Fransa Parlamentosunun aldığı bu karar, gerçekte düşünce ve ifade özgürlüğünün demokratik toplumlarda hangi özel durumlarda yasalarla sınırlandırılabileceğinin sınırlarını açıkça ortaya koyan Avrupa Sözleşmesi ile taban tabana da zıt.
İnsanoğlunun düşünceleri, inanışları ve bunu ifade etmesi 21.ci yüzyılda nasıl kısıtlanabilir hiç aklım almıyor. 1789 İhtilali ile dünyada Özgürlükler kasırgası estiren Fransa’da bu nasıl olabilir, anlamak çok zor. Hele de Fransa tarafından yapılırsa.
Avrupa Birliği Türkiye’yi, 301. maddenin değişmesi için sürekli sıkıştırırken, Fransa’nın “Ermeni Soykırımı”na karşı çıkanlar için hapis ve para cezası getirmesi ve bu düşünceyi yasallaştırması bir birine zıt iki davranış ve tam bir ikilem.
Türkiye’ye 301.ci madde ile sözde “demokrasi” dersi vermeye çalışan Avrupa Birliği’nin, bünyesindeki “Siyasi Grub”un başı olan Fransa’ya nasıl bir tepki göstereceği çok net olarak da belli. Bunu tahmin etmek çok kolay.
Diğer AB üyesi ülkelerden Fransa’ya hiçbir tepki gelmeyecek. Fransa zaten AB içinde en güçlü iki gruptan biri olan “Siyasi Grub”un başı. Etrafında Avusturya, Danimarka, Hollanda gibi çömezleri var ve kendini AB’nin patronu olarak görüyor. Bu nedenle de AB’den Fransa’ya, Fransız Parlamentosunun bu kararından sonra dile dokunur bir tepki gelmeyecek. Üç beş cılız sesten başka bir zırıltı da çıkmayacak.
11 Eylül 2001 saldırısından sonra Amerika’nın, “Güçlü olan benim. Uluslararası Hukuk Kuralları benim koyduğum kuralların yanında geçersizdir” diyerek, tüm klasik Uluslar arası kuralları pervasızca çiğnemesinin benzerini şimdi de Fransa yaptı.
Oynanan oyuna bakın. 571 sandalyeli Fransız Meclisi, Ermeni soykırımını reddedenlere hapis ve para cezası verilmesini öngören yasa teklifini 19 hayır oyuna karşılık 106 oyla kabul etti. Arkasından Fransız hükümeti uzun bir yasama sürecinin başladığını, her adımda muhalefetini sürdüreceğini ve bu kararın yasallaşmaması için de her adımda elden gelen tüm engeli koyacağını açıkladı. Yani görünüşte Fransız Hükümeti, Mecliste kabul edilen bu yasaya karşı ve istemiyor.
Aslında Fransız hükümeti de tam, “istemem ama yan cebime koy” tavrı içinde.
Eğer bu yasa 571 sandalyeli Fransız Meclisinde 106 oyla kabul edildiyse ve Fransız hükümeti de bu teklifin yasallaşmasını istemiyorsaydı, ne diye oylamayla ilgili grup kararı almayarak milletvekillerini serbest bıraktı ve çoğunluğu oluşturan kendi parlamenterlerini salona “HAYIR” demeleri için çağırmadı. Bunu yapsaydı, bu öneri daha ilk baştan en azından 100 oy farkla reddedilirdi ve başka bir sonbahara kalırdı.
Bunun tam tersini yapan Fransanın İktidar partisi şimdi de timsah göz yaşları döküyor. Aslında Fransa şimdi tam anlamıyla bir saltanat sonu dönem yaşıyor. Aynen esintiye yakalanmış ve ne yağacağını bilmeden yalpalayan bir tekne görünümünde. Kaptan kim, dümen kimin elinde, tayfalar ne iş yapıyor hiç belli değil. Fransa teknesi bir yerlere sürükleniyor ve günün sonunda bir yere çarpacak bu kesin ama bu yeri şimdiden belirlemek zor.
Gerçek olan şu ki, Ermeni konusu bir gün çözülme sürecine girerse bu Türkiye, Türkiye’de yaşayan Ermeniler ve Ermenistan yöneticileri arasındaki görüşmeler sonucunda çözülebilecek ancak.
Bu konuda hariçten gazel okumaya meraklı Amerika’ya, Fransa benzeri bir karar alan İsviçre’ye ve de Fransa’ya düşen, iki kişi konuşurken, üçüncüye ne düşerse “O”.