AB’den gelen haberler, Türkiye’nin önerilere olumlu yanıt vererek önerilerin kabul edilmesini incelediği doğrultusunda.
Bu saate kadar hiç kimse Türkiye’den “HAYIR” lafını duymamış.
Tam aksine AB’li diplomatlar Türk yetkililerinin ilk kez Maraş’ın BM’ye verilmesi konusunu ciddi bir biçimde incelediğini söylüyorlar. Buna karşın Türkiye’nin Ercan’a ve Ercan’dan yapılan uçuşların yasallaştırılmasına da talep etmeye devam ettiğini vurguluyorlar.
İşin ilginç yanı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti yönetimi’nin de, Finlandiya önerisine yönelik olumlu mesajlar göndermesi. Öneriye olumlu yaklaşan Rumların, konu hakkında ciddi çekinceleri de var ve bunu da saklamıyorlar.
İddialara göre Rumlar sol gösterip sağ vurmak niyetinde ve işin son aşamasında “HAYIR” yerine Finlandiya önerilerine “EVET” diyecekler. Benim bulgularım tamı tamına böyle.
İlginç olan gelişme, Finlandiya Önerilerinin fikir babalarının, öneriye dıştan başka taleplerin enjekte edilmesinin, formüle ilişkin hassas dengenin bozulacağına dair inançları. Bu nedenle de “öneri paketinin açılmasını” veya “genişletilmesini” şimdilik arzulamıyorlar.
Bu ana kadar gerek Ankara’dan gerekse de Rumlardan gelen mesajların olumlu olması nedeni ile de başta Finlandiya olmak üzere herkes iyimserlik içinde. Üstüne üstlük, Talat’ın tüm çırpınmalarına ve “izolasyonlar kaldırılmalıdır” taleplerine rağmen bayağı bayağı “önerilerin kabul edileceği” fikrine kendilerini iyice kaptırmışlar.
Ben buna bıyık altından gülüp, “Papadopulos’u daha tanımamışlar” derim sadece.
Bunun açık ispatı, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Yönetimi’nin, daha işin başında Türkiye’nin AB yükümlülüklerinin, doğrudan ticaret ile ilişkilendirilemeyeceği düşüncesini ortaya koymaları. Tabi bu düşünce pek inandırıcı kabul edilmedi ve Avrupa Birliği içinde şimdilik pek taraftar bulmadı.
Finlandiya ve diğer üyeler şimdilik, Kıbrıs’lı Rumların AB içerisinde önerilen uzlaşmaya “hayır” diyen ülke olmak istemeyeceğine inanıyorlar ve Kıbrıs’lı Rumların, çekincelerine rağmen, öneriye “EVET” deyeceklerini düşünüyorlar.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini’nin şu anda “HAYIR” dememesine karşın, el altından sadece Maraş’ın BM’ye verilmesiyle tatmin olmadıklarını ve Maraş’ın, 1974 öncesi Rum sahiplerinin, önümüzdeki 18 ay içerisinde veya biraz daha geç olarak, yani en geç 2009 yılının Ocak ayından evvel Maraş’a geri dönmelerini talep ettiklerini ilgili ilgisiz herkese söylüyorlar.
Yakında bunu yazılı bir talep haline sokarlarsa ve de Türkiye-AB müzakerelerinde VETO konusu yaparlarsa hiç şaşmamak gerekir.
Zaten müzakereler ile ilgili AB’den gelen haberlere göre Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, Türkiye’nin AB’ye katılımıyla ilgili Brüksel’deki Çalışma Grubu’nun “Sanayi Politikası” başlığını ele almasını bloke ettiler ve bu konu bu günkü “Daimi Temsilciler” toplantısının gündemine gelirse gene aynı şeyi yapacaklar ve bloke edecekler.
Amaçları Finlandiya Önerileri içinde yer alan Maraş’ın açılması maddesini cımbızla önerinin içinden çekmek ve Çalışma Grubu içinde kullanacakları “BLOKAJ” ile başlıkların açılmasını önlemek arkasından da istekleri yerine gelmezse “VETO KULLANMAK” kozunu öne sürerek Maraş’ı ele geçirmek.
Zaten Brüksel kulislerinden gelen haberler, Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti temsilcilerinin, evvelki gün yapılan Çalışma Grubu toplantısında, Türkiye’nin AB yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda Çalışma Grubunda yapacakları blokajda başarılı olamazlarsa, Müzakere Başlıkların görüşülmesini bir şekilde “VETO” kullanmadan önleyeceklerini açıkça ifade ettikleri doğrultusunda.
İşler gittikçe kızışıyor.
Türkiye’de 2007’nin Mayıs ayındaki yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile Ekim Ayında yapılacak Milletvekilliği seçimleri nedeni ile AKP hükümeti yumuşak davranış içine giremez durumda iken, 21 Şubat 2008’de yapılacak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı seçimleri de, Rumları aynı pota içine sokuyor.
Dış politika, Türkiye-AB müzakereleri ve Türkiye-Kıbrıs Rum ilişkileri önümüzdeki 30 ay içinde bayağı hareketli ve sert geçecek anlaşılan. İşin kötü tarafı, oynanan bu oyunda KKTC yok ve maalesef tribünlerde oturabilmek için bilet arıyor. Şimdilik KKTC saha dışında.
Hatırlıyormusunuz, 7 Mart 2006 günü adaya gelen AB Yüksek Temas Grubu, Kıbrıs’lı insanlar ve kuruluşlarla çeşitli temaslarda bulunmak üzere adaya gelmeden evvel ülkeye geliş amaçlarını belirtmek üzere gönderdikleri yazıda, Kıbrıs Rum kesiminde yapacakları temaslardan sonra, “Ada’nın kuzeyinde zorla tutulan Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşlarıyla görüşecekleri” şeklindeki bir ifade ile gelmişlerdi.
Çok değil aradan sadece 7 ay geçti ve bir takım gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Geç başladı ama güç olmadı.
Aslında işin başını gene bir Kıbrıs’lı Rum çekti. Rum Yönetimi Eski Dışişleri Bakanı Ioannis Kasoulides ilk vurgulamayı yapmıştı o gün. Avrupa Parlamentosu Hıristiyan Demokrat grubu üyesi olan Kasulides Temas Grubu’nun ziyaret öncesi yaptığı çirkin ve aşağılayıcı açıklamayı çok yanlış bulmuş ve temasların, “Adanın Kıbrıs Cumhuriyeti kontrolü dışında kalan bölgesinde mahsur kalan Kıbrıs’lılar yerine Kıbrıs Türk toplumu ile yapılacağı söylenmeliydi” diyerek de bir açıklama yapmıştı.
O günlerde Kasulides’in büyük bir açık yüreklilikle yaptığı bu açıklama pek tarafta bulup yankı yaratmamıştı ama şimdi bazı gerçekler yavaş yavaş su yüzeyine çıkmaya başladı.
Avrupa Parlamentosu üyesi bazı Avrupa milletvekilleri ve Kıbrıslı Türklerle temas grubu üyeleri, son birkaç haftadır yüksek sesle, Avrupa Parlamentosu kulislerinde, kürsüde ve basına verdikleri bilgilerde Rumların Kıbrıs sorununun çözümünü istemediklerini ve AB’nin Kıbrıslı Türklere haksızlık ettiğini dile getirmeye başladılar.
Bu AB içinde çok ilginç bir gelişmenin başlangıcının sinyali veriliyor demektir. Tam tabirle “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” atasözüne çok uyuyor bu konuda kulağımıza gelenler.
Avrupa Parlamentosunun Avusturya Milletvekili ve aynı zamanda da Kıbrıslı Türklerle temas grubu üyesi olan Bayan Karin Resetarits, yaptığı temaslar ve araştırmalar sonunda Rumlara çatarak ve adeta Rumları suçlayarak, “AB’de hiç kimse Kıbrıs’ta ne olduğunu bilmiyor ve daha çok kimin haklı olduğunu unutuyor. Kıbrıslı Rumlar yalanlarla ve Türk askerinin çekilmesine ilişkin talepleriyle; Annan planı kabul edilmiş olsaydı bu gerçekleşecekti aldatmasında bulunuyorlar” sözlerini dile getiriverdi.
Bu açıklamanın iki önemli noktası var.
Birincisi; 2004 yılından beridir Avrupa Parlamentosu Milletvekili olan Bayan Resetarits’in, Avusturya’da çok sevilen bir kişi ve tanınmış bir gazeteci-yazar olması. 7 Haziran 2005’den beridir de AP içinde güçlü bir grup olan Liberallerin üyesi olan Bayan Resetarits, girişken ve etkili bir parlamenter olarak tanınıyor. Onun ağzından çıkanlar Liberalleri bayağı etkiliyor. Geçmişi yazıya döktüğü dürüst ve tarafsız araştırmalarla dolu.
İkincisi ise İrlanda Milletvekili Sean O’Neachtain’in de bu sözlere katılması ve Bayan Karen’e eşlik etmesi. İlk başlarda tam bir Rum ağzı ile konuşan O’Neachtain’in zaman içinde görüşlerini değiştirmesi ve bayan Karen ile bir saf oluşturması, çok ilginç ve leyhimize olan bir gelişme.
Aslında Kıbrıslı Türklerle temas grubu üyesi olan diğer üyeler ile başka Avrupa milletvekilleri de geçmişte münferiden benzer açıklamalarda bulunmuştu ama bu seferki biraz daha farklı.
İçeriğinde isyan var, hem Kıbrıs’lı Rumları hem de Yunan’lı Rumları suçlama var. Daha evvel hiç böyle konuşmamışlardı.
Galiba yavaş da olsa gerçekler artık su yüzüne yavaş yavaş çıkmaya başladı.
Yıllardır 1.ci Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ı her öneriye “HAYIR” demekle suçlayan Cumhurbaşkanı M. A. Talat, şimdi aynı yolu kendisi de benimsemiş gözüküyor. Aslında işin doğrusu da öyle davranmak.
Aksini düşünürseniz, olaylara iyi niyetle yaklaşıp, “Ben iyi niyetliyim” Rumlar da kardeşimizdir ve iyi niyetlidirler diye düşünerek elinizi barış için uzatırsanız, kolunuz hemen gidiyor.
2003 Milletvekilliği seçimlerinde ve sonrasındaki Cumhurbaşkanlığına adaylığı günlerinde “ben Kıbrıs sorununu üç ayda çözerim” diyerek sansasyon yaratıp taraftar toplamış olan Talat, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Kıbrıs sorununu değil üç ayda, değil üç yılda, otuz yılda bile çözemeyeceğini çok iyi anlamış gözüküyor.
Cumhurbaşkanı Talat, Rumların iyi niyetten anlamadıklarını, Kıbrıs Türklerine hayat hakkı tanımak istemediklerini, ellerinden gelse, bırakın dünyadan izole etmeyi, nefes almamıza bile ambargo koymak istediklerini çok iyi kavramış anlaşılan.
Cumhurbaşkanı M. A. Talat’ın, Brüksel’de tamamlamış olduğu temaslarında, AB-Türkiye ilişkilerinde kriz çıkmasının önlenmesiyle ilgili olarak Finlandiya önerisinin kabul edilmesi olasılığını da dikkate alarak Ankara’dan farklı ve titiz bir görünüm ortaya koyması, ve neredeyse Brüksel’de daha temaslar başlamadan Finlandiya önerilerine “Hayır” demesi veya “Hayır”ı ima etmesi çok şeylerin değiştiğinin işareti.
Talat, Brüksel’de evvel emirde Ercan havaalanı’nın açılmasını, sportif, kültürel ve siyasi ambargonun kaldırılmasını ve Avrupa Parlamentosu’ndan da şimdilik gözlemci statüsünde olan KKTC Milletvekillerine Avrupa Parlamentosu üyeleri olarak iskemle verilmesini talep etmesi, köprülerin altından çok suların aktığını gösteriyor.
Cumhurbaşkanı Talat’ın daha evvelki söylemleri, “Biz Avrupa parlamentosuna gideriz ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti bünyesinde Türklere ayrılmış 2 iskemleye otururuz” şeklinde idi ve bu hakkın da bizlere tanınacağından çok emindi ama bu hiç gerçekleşemedi ve Rumların blokajına tosladı. Rumlar açık ve net olarak “OXI” yani “HAYIR” dediler ve bu iskemlelerin hepsi de bizimdir, Türkler asla oturamaz diyerek Kıbrıs’lı Türklerin Avrupa Parlamentosu’na girebilecekleri tüm kapıları da kapattılar. Açıkça bizi AP’den dışladılar, aynen dünyadan dışladıkları gibi.
Talat, tüm bu gelişmelerden sonra, güncel tanımla “Türkiye ile AB trenlerinin çarpışmasını” istemiyor. Nedeni de bu çarpışmadan sonra Kıbrıs sorununun çözüm olanaklarının da yok olacağını iyice fark etmiş olması. Bu bağlamda Türkiye’nin AB üyelik sürecinin devam etmesinin Kıbrıs’ın çıkarına olacağına inanıyor ve bunu da her ortamda dile getiriyor.
Görünüşe göre bunlara ilaveten Cumhurbaşkanı Talat, aniden Kıbrıs’lı Türklere uygulanan izolasyonların da farkına vardı ve şimdi onların kaldırılmasının peşine düştü. Hem adada çözüm istiyor, hem de izolasyonların kalkmasını istiyor.
Bu aşama, Talat için 2002’ye kıyasla çok büyük, inanılmaz ve dramatik bir gelişme. Daha doğrusu Cumhurbaşkanı Talat çok büyük bir mutasyona, yani genetik değişime uğramış. Tabi burada kastettiğim DNA’sındaki değişim değil, politik yapısındaki köklü değişim.
Cumhurbaşkanı şimdi, Kıbrıslı Türklere yönelik izolasyonun, Kıbrıslı Türklerin Rumlara yönelik tavizleriyle bağdaşlaştırılamayacağını, taviz ve karşılıkların ancak Kıbrıs sorununa çözüm bulunmasıyla birlikte pazarlık olduğu zaman mümkün olabileceğini söylüyor. Ve artık doğrultusu da açıkça bu yönde.
Tabi bu aşamada benim gönlüm, Talat’ın şu anda Cumhurbaşkanı olduğu KKTC’nin de yani Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de varlığının ve öneminin farkına varmasıdır. İzolasyonların ve ambargoların Kıbrıs Türk’ü üzerinden değil, KKTC’nin üzerinden kaldırılması olmalıdır bundan sonraki çabalarının ana çekirdeği.
Avrupa Birliği gün geçtikçe Kıbrıs batağına saplanıyor ve başı her gün bir başka Kıbrıs kökenli sorundan dolayı ağrıyor. Çoğu aralarına Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini aldığı için pişman ama, şimdilik elden gelen pek bir şey yok.
1959-1960 Londra ve Zürich Anlaşmaları, Kıbrıs Cumhuriyetini, Garantör devletlerin üye olmadığı bir kuruluşa üye olmasını önlüyor. Kuruluş yasası madde 22 ve 23 ile Garanti Anlaşması Madde 1 ve 2, bu konuda açık hükümler taşıyor.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti AB görüşmeleri devam ederken ve de sonuçlandıktan sonra Türkiye’nin itirazları ile beraber dönemin KKTC Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ın yaptığı itirazları ve uyarıları dikkate alan Avrupa Komisyonu, uluslararası alanda tanınan Avrupalı hukukçulardan Kıbrıs’ın AB’ye kabul edilmesi ile ilgili olarak çelişkiler yaratan ve itirazlar oluşturan bu konu hakkında görüş aldı.
AB’nin yürütme organı olan yani bir yerde “AB hükümeti” de diyebileceğimiz Avrupa Komisyonu, bu konuda çok ciddi ve kararlı. Bir hata yapılmışsa bunu düzeltmek düşüncesinde. Tabi Rumların ve Yunanlıların engellemeleri ve çalışmalara taş koymasının önüne geçebilirse.
AB’nin kuruluş esaslarından bir tanesi de “Hukukun üstünlüğü”. Bu nedenle de Avrupa Komisyonu, 1959-1960 Londra ve Zürih anlaşmaları çerçevesinde Türkiye ile Yunanistan’ın tam üye olmadığı bir uluslararası kuruluşa üye olup olamayacağını araştırmaya başladı. Bu sahada uzman olan tanınmış Avrupalı hukukçulara konu hakkındaki görüşlerini almak kararı aldı ve arkasından da, bir kaç değişik hukuk bürosundan bu konuda görüş istedi.
Avrupa Komisyonunun, Avrupalı hukukçulardan aldığı cevaplar tam bir kaos yaratacak cinsten. Hukuk bürolarından gelen yanıtlar hep aynı ve ve sanki ağız birliği etmişlercesine “Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyeliği uluslararası hukuka aykırı” ana fikrini içeriyor.
Hukukun üstünlüğünden bahseden ve Türkiye’ye, Kıbrıs Rum bandıralı gemi ve uçaklara deniz ve hava limanlarını açtırtmak için her yolu deneyen ve yoğun baskılarda bulunan Avrupalı yöneticiler, şimdi kendilerini aniden uluslararası düzeyde ve fırtınalara neden olacak büyük bir hukuk sorunu ile karşı karşıya buldular.
Avrupalı tanınmış hukukçuların “AB Rumları tam üye yapmakla uluslararası hukuku ihlal etmiştir.” şeklindeki net yanıtları, ve 16 Ağustos 1960 tarihinde bağımsızlığını ilan eden Kıbrıs Cumhuriyetinin 1959-60 uluslararası Londra ve Zürih Anlaşmaları çerçevesinde kurulmuş olduğunu ve 1960 Cumhuriyeti’nin yasal varlığının, “Kıbrıslı Türk ve Rum toplumlarının, devletin her organına birlikte ve etkin katılımına dayandığını” vurgulamaları konunun ciddiyetini aniden ortaya çıkardı.
Londra ve Zürih Anlaşmalarına göre, Türkiye ve Yunanistan’ın birlikte üye olmadığı bir uluslararası örgüte, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin üye olması hukuk açısından ihlaldir. Avrupa Birliği’nin, sadece Kıbrıs’lı Rumlardan oluşan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini adanın tek temsilcisi olarak üyeliğe kabul etmesi, uluslararası anlaşmalar ve uluslararası hukukun açıkça ihlal edilmesi olmuştur. Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini ellerinde tutan Kıbrıs’lı Rumların yani sadece Rum Kesimi’nin üyelik başvurusu yapması bile uluslararası hukuka aykırıdır.
Bu durumda Türkiye’nin yapması gereken hemen ve derhal Uluslararası Lahey Adalet Divanı’na konuyu taşıması olacaktır. Konunun Lahey’e götürülmesi hem Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin hem de Yunanistan’ın başını iyice ağrıtacaktır.
Kuruluşunu da “Hukukun Üstünlüğüne” oturtmuş olan AB’nin de, uluslararası düzeyde hukuk kurallarını çiğnediğinin ortaya çıkması AB için tam bir felaket ve prestij kaybı olacaktır.
Şimdi Brüksel’de Ankara’nın sorunu Lahey adalet Divanı’na taşıması korkusu kol geziyor. Nede olsa işin sonunda AB’nin yıllardır yaratmaya çalıştığı prestijini sıfırlanması var.
Bir anda her kes atladı Finlandiya’nın Altı Maddelik Formülü üstüne.
Çok değil daha bir hafta evvel Cumhurbaşkanı Talat, önerilerin “Rum önerisinden farksız olduğunu ve kabul edilemeyeceğini” söylerken Türkiye de önerilere olumsuz yaklaşım sergilemiş ve görüşmek için “başlangıç dahi teşkil etmediğini” bildirmiştir.
Sonra ne olduysa oldu, aradan yedi gün geçtikten sonra bu öneriye, tartışabiliriz denmeye başlandı. İyi tartışılsın bakalım. Hangi Türk’ün vicdanı bunlara “Evet” diyecek merak ediyorum.
Zaten beni ilgilendiren Finlandiya’nın Formül önermekle attığı yumuşama adım değil maddelerin içindeki tuzaklar. Formülün esasını aşağıdaki öneriler oluşturuyor.
1. İki yıl süreyle sadece AB ile direk ticaret.
2. Avrupa Komisyonu gözetimi altında iki yıllığına Mağusa Limanı’nın açılması.
3. Kapalı Maraş bölgesinin, Türk askerinden BM’ye devredilmesi.
4. Maraş içerisinde teknik çalışmaların başlaması.
5. AB’nin Gümrük Birliği konusundaki başlıkları ileriye götürmesi.
6. Türkiye’nin liman ve havalimanlarının Kıbrıs gemi ve uçaklarına açılması.
Öncelikle 3.cü maddeden başlamak istiyorum. Diğer maddelere sonradan gerekirse değineceğim. Zaten hepsi de birbirinden güzel tuzaklarla dolu. KKTC’yi ve de Kıbrıs’lı Türkleri yer yüzünden silmek için hazırlanmış bu dahice ve süslü püslü kelimelerle kaleme alınmış önerilerin yazılış ve takdim tarzına hayran kalmamak elden değil. İşin doğrusu bu önerilerin sonu tam bir felaket.
Benim için önemli olan “Kapalı Maraş”ın BM’ye devredilmesi önerisi ve bu öneriye de verilen “Tartışırız” yanıtı.
Kim kimin toprağını, kime devredecek. Birileri bana açıkça söylesin. “Maraş’ı artık kimseler veremez”. Bunu ben söylemiyorum. Mağusa Kaza Mahkemesi söylüyor.
Maraş’ın Türk Vakıf Malı olduğu, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Din İşleri Dairesinin, KKTC Başsavcısına, dolayısı ile KKTC devletine karşı açtığı 271/2000 ve 272/2000 No.lu davaların sonucunda açıklanan Mahkeme kararında belirtiliyor.
Abdullah Paşa Vakfı, 1761 yılında Halep Beylerbeyi iken ölen Abdullah Paşa tarafından kurulmuş. Abdullah Paşa, sahibi bulunduğu Maraş-Mağusa bölgesinde bulunan 60,000 dönüm, yanlış okumadınız tam altmış bin dönüm, araziyi vakfetmek sureti ile adı “Abdullah Paşa Vakfı” olan “MÜLHAK” bir Vakıf kurmuş.
Söz konusu Vakfın vakfiyesi bizzat Abdullah Paşa’nın kendisinin hazır olduğu 24.7.1748 tarihinde Şer-i Meclis’te yazılmış ve tescil edilmiş.
“Lala Mustafa Paşa Vakfı” ise 1571 yılında Kıbrıs’ı fetheden Osmanlı Ordusunun baş komutanı olan Lala Mustafa Paşa tarafından kurulmuş. Otağını Derinya civarında kuran Lala Mustafa Paşa’nın kurduğu Vakfın sahip olduğu mülk, Otağından Maraş’a kadar uzanmakta olup yaklaşık 30,000 (Otuz bin) dönümdür.
“Mülhak” kelimesini büyük harflerle yazdım. Nedeni de Mülhak olan taşınmaz mallar asla satılamaz. Bu konuda yasa çıkarılsa bile satılamaz. Mülhak ilan edilen mallar, dünya durdukça Abdullah Paşa Vakfı’na aittir ve ya varisleri ya da mütevelli heyeti tarafından sadece idare edilebilir ve gelirleri vakıf vakfiyesi uyarınca kullanılabilir.
Vakıfların iptal edilemez ve süresiz olmalarına bağlı olarak kaideten gelir getiren Vakıf Malları istibdal dahi edilemez, yani takas bile edilemezler.
Ancak İngiliz Sömürge Yönetimi döneminde, İngiliz Sömürge Yönetimi Ahkam ül Evkaf’ı ihlal ederek, 1913-1930 yılları arasında yaptığı icraatlarla anılan Vakıf arazilerini ve emlakı 3.cü kişilere devretti ve bu kişilerin adına Koçan (tapu) çıkarıldı. Bu yasal olmayan yöntemle Abdullah Paşa ve Lala Mustafa Paşa Vakıflarına ait taşınmaz mallar yağmalandı ve gaspedildi.
4.6.1878 tarihinde İngiltere ile Osmanlı devleti arasında yapılan ve Kıbrıs adasının İngiltere’ye kiralanmasını da içeren anlaşma ekindeki 1.7.1878 tarihli protokolün 2.ci maddesi “Ahkam ül Evkaf”ı yürürlükte tutmaktadır.
1914’de İngilizler, 1.ci dünya savaşını bahane ederek Kıbrıs’ı ilhak ederken Ahkam ül Evkaf’ı ilga eden bir düzenleme de yapmadılar. Tam tersine 1915 Kıbrıs (Müslüman Dini taşınmaz Mallar) İmparatorluk emirnamesi Ahkam ül Evkaf’ın yürürlükte olduğunu teyit etmektedir.
Lozan Anlaşmasının 20.ci maddesi ile Kıbrıs İngiltere’ye resmen devredilirken Ahkam ül Evkaf ile ilgili aksi bir düzenleme veya karar da yok.
Bu nedenle, basında çıkan haberlere göre, Sn. Mehmet A. Talat’ın Başbakanlığı döneminde, Brüksel’de yapılan perde arkası görüşmelerde sözcü Raşit Pertev tarafından ilk defa resmen “Ambargoların kaldırılmasına karşı Maraş’ın verilmesi teklif edilmiş” olsa da, sonradan da, resmi olarak gerek Papadopulos, gerek AB Komisyon sözcüleri, gerekse de KKTC yetkilileri tarafından yapılan önerilerin içinde Maraş’ın iadesi yer almış olsa da, Gazimağusa Kaza Mahkemesinin bu kararlarından sonra hiçbir kişi veya merci veya yetkili makam “Maraş’ı Rumlara veremez”.
Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Din İşleri Dairesinin kararı ve izni ile kiralayabilir.
Sorun zaten burada. Bu Türk mallarını sahiplenmek isteyen de yok maalesef. Ne Cumhurbaşkanı M.A. Talat ne de Vakıflar Örgütü, Maraş’taki Osmanlı Vakıflar Mallarını sahiplenmek istemiyor.
Konuyu Cumhurbaşkanına açtığım vakit, Maraş’ın Osmanlı Vakıf malı olduğu gerçeğine hiçte sempatik yaklaşmadı. Vakıflar Müdürüne konuyu açıp, Mahkemeye başvurarak bu 271/2000 ve 272/2000 No.lu tespit davaları sonucuna göre Maraş’taki mallarının mülkiyetini Mahkemeden talep etmesini söylediğim vakit, ilk sözü kuru kuru Sayın R. R. Denkataş’ı suçlamak ve 1960’da Vakıf Mallarına karşılık para almakla itham etmek oldu. Bu konuda çalışmalar başlatacaklarmış. Merak edilecek bir konu değilmiş. Falan, filan … Aldığım yanıt aynen böyle.
O gün bu gündür, hala daha Vakıflar Örgüt Genel Müdürlüğü, kendisine ait Maraş’taki malların mülkiyetinin peşine düşecek.
Hele Finlandiya’nın yukarıdaki sempatik önerileri sonucunda, Maraş BM’ye veya AB’ye devredilirse Vakıflar Genel Müdürlüğümüz çok daha kolay bir şekilde, 20.ci yüz yılın başında kalleşçe gasp edilen “Türk Vakıf Malları”nı alacak.
Yarım asırdan fazladır, kanla, terle, şehitlerle, göz yaşı ile verilen mücadele sonucu elde ettiklerimiz, bir bir geri verilmek üzere masanın üstüne konuyor… Tanrı bizi korusun.