AB içindeki tek laik olmayan devlet herhalde Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetidir. Kim aksini söylerse yanıldığını hemen peşinen söyleyebilirim.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Yönetiminde başta kim varsa, önemli kararlarda illaki Başpiskoposun olurunu almak zorunda.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk ve son Cumhurbaşkanı ve Rum Ortodoks Kilisesi eski Başpiskoposu III.cü Makarios “Etnarh” yani hem dini hem de siyasi lider olması nedeni ile böyle bir sorunu olmamıştı ve aklına ne esmişse de onu yapmıştı.
Bu nedenle de Kıbrıs, 16 Ağustos 1960’da Cumhuriyetin ilanı ile akılcı ellere teslim edilmiş olsaydı asla 21 Aralık 1963’deki olaylar yaşanmaz ve belki de ada daha o günden ikiye bölünmez, adadaki iki halk birbirine hasım olmaz ve onlarca yıl sürecek Kıbrıs sorunu diye bir konu dünyadaki yerini almazdı.
Ama III.cü Makarios’un şövenist, Rum megalomanisini inkar etmeyen, kısa vadeli ve aptalca düşünceleri nedeni ile ada daha 20.ci yüzyılın ortalarında ikiye bölündü ve sorunların içine gömüldü. Biteceği de yok artık.
III.cü Makarios, Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş ile 1977 yılında imzaladığı 1.ci doruk anlaşmasında, adada iki halkın varlığını, iki bölgeliliği ve iki kesimliliği kabul edip, Federal bir Devlet kurulması kararının altına imza atarak, Enosis kapılarını kendi eli ile kapatması nedeni ile içine düştüğü bunalım ve kahra dayanamayıp 1979 yılında öldükten sonra “Etnarh”lık da onunla birlikte tarihe gömüldü.
Uzun bir müddet, yaklaşık 27 sene, adanın güneyinde boş olan Başpiskoposluk görevine hiç kimse seçilmedi. İşler vekaleten yürütüldü ama Başpiskopos vekili de elini hiç siyasetten çekmedi.
2004 yılındaki Annan Planı görüşmeleri ve Referandum döneminde, birkaç gün evvel Başpiskopos seçilen ve o dönemde de Başpiskopos vekili olan II. Hrisostomos’un yapılacak referandum da “Hayır Oyu” verilmesi doğrultusundaki söylemlerini, politikacılara yaptığı çağrıları ve Mega TV tarafından direk yayını yapılan Pazar günkü ayinlerde Rum halkına verdiği “Hayır” vaazlarını unutmak mümkün değil.
Zaten %28 oya sahip dünyadaki yegane Komünist partisi olan AKEL’in Genel Sekreteri Hristofyas’ın 22 Nisan 2004 Cuma gününe kadar “Evet” doğrultusunda olan görüşlerinin aynı gün Hrisostomos ile yaptığı görüşmeden sonra “Hayır”a dönmesi ve arkasından sağcı DIKO partisinin başkanı olan Cumhurbaşkanı Papadopulos’a ve aşırı sağcılara destek vererek referandumun kaderini “Hayır” yönünde belirlemesi, Kilisenin politikada ne kadar etkili olduğunu göstermektedir.
Şimdi de çiçeği burnunda yeni Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu olan II.ci Hrisostomos verdiği demeçte Rum Ortodoks Kilisesi’nin sosyal anlamda karşı karşıya bulunduğu en büyük sorunun, “millî dava” olduğunu ve adadaki Türk askerinden çok rahatsız olduğunu vurgulayarak, Rum halkının asırlarca kiliselerde beyinlerini yıkayarak oluşturdukları ve geleneksel hale getirdikleri kin ve nefret duygularını pekiştirmek yolunu seçti.
Türk askerinin adadaki varlığının, Türkleri katletmek için kilisenin de katkısı ile daha 1961 yılında hazırlanmış AKRİTAS planı olduğunu çabucak unutan II.ci Hrisostomos, Türk askerinin varlığını yasa dışı işgal olarak tanımlıyor ve “yerleşik” diye tanımladığı, zamanında Rum mezaliminden ve Türklere uyguladıkları korkunç ekonomik ambargodan dolayı adayı terk etmiş ve geri dönmüş Kıbrıs’lı Türkler ile Türkiye’den gelmiş kardeşlerimiz geri gitmesini istiyor.
Tabi 1964 yılında Türkleri tümden katletmek için adaya getirdikleri 20,000 kişilik Yunan Tümeni ise onlar için “Yasa dışı” işgal gücü değil. İşgal sadece Türklere mahsus.
Ve II.ci Hrisostomos’un son cümlesi ise tam ibret alınacak bir cümle; “VATANI KURTARMA MÜCADELESİ HAKKIM VE GÖREVİMDİR”.
Rum Ortodoks Kilisesi üyelerine barış ve insan sevgisi aşılaması gereken yeni Başpiskopos II.ci Hrisostomos, bunun yerine açıkça kin ve nefret aşılıyor. Yüzyıllardır bu hiç değişmedi ve herhalde değişmeyecek de.
Türkiye-AB Katılım Ortaklığı Müzakerelerinin başlaması için gerekli olan tarama ve uyum araştırmaları bittikten sonra Haziran ortasından açılan “Bilim ve Araştırma” başlığı ile müzakereler başlamıştı.
Bu müzakerelerin ilk başlığı idi ve Rumlar ile Yunanlılar hele bir Türkiye müzakerelere başlasın, işler tatlılaşsın biz nasıl olsa vetomuzu kullanırız niyeti ile pusuya yatmış ve iyi çocuk rolü oynayarak ilk başlığın açılmasını ve kapanmasını veto etmemişlerdi ama itirazlarını da yüksek sesle dile getirmişlerdi.
İlk başlık açılırken Rumların itirazları çok yapaydı ve aslında bir tane değil iki taneydi.
Birincisi; “Kötü Örnek” olmasın diye müzakerelerin hemen açılıp kapanmamasını istiyorlardı. Rumların o günlerdeki korkusu, Türkiye’nin mükellefiyetlerini yerine getirmeden her fasıl açılış ve kapanışında 1.ci Fasılı yani başlığı örnek göstermesiydi. Hala da öyle.
İkincisi de başlığın (fasıl) müzakeresi içine, Ek Protokol, Katılım Anlaşması ve Katılım Ortaklık Belgesi içinde yer alan Türkiye’nin Kıbrıs’la ilişkilerini normalleştirmesi maddesinin yani Türk deniz ve hava limanlarının, Kıbrıs Rum gemi ve uçaklarına açılmasını ve belirlenecek bir tarihte de, Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanıması koşulunu koymak istemeleriydi.
Geçtiğimiz yıl, Galler’de düzenlenen AB Dışişleri Bakanları toplantısında, AB’nin, Türkiye’nin deklarasyonuna karşı yayınladığı karşı deklarasyon vardı ve Kıbrıs, bunu gerekçe göstererek, ilişkilerin normalleştirilmesi ve Pozisyon Belgesine konmasında diretiyordu. AB, Türkiye’nin bu konuda AB müktesebatına tam uyum sağlamış olmasından dolayı fazla zaman harcamaya gerek olmadan teknik olarak müzakereleri açıp müktesebata uyum olduğu için de kapatılmasına karar vermişti.
Galler’de AB’nin üyesi 24 ülke belli bir tutumu kabullenmişken, Kıbrıs’ın diretmesiyle karşı karşıya kalındı ve müzakerelerin başlaması da çıkmaza girdi. Kıbrıs Rum Yönetimi bu ısrarından ortalığı iyice karıştırdıktan sonra da vaz geçti.
O gün Kıbrıs Rumları daha ilk başta “Ucuz bir Kahramanlık” yapmıştı. Bunu geri kalan 34 başlıkta da yapacağı artık kesinleşti. Hiçbir fırsatı kaçırmak istemiyor ve her seferinde de “Türkiye’nin Kıbrıs’la ilişkilerini normalleştirmesi”ni isteyecek ve dile getirecek. Tabi normalleştirme demek, Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti bayraklı taşıtlara hava ve deniz limanlarını açması ve Rumları politik olarak tanıması demek.
Eylül ayında Rumlar, yukarıdaki gerekçe ile üç müzakere başlığının açılmasını reddetmişlerdi. Şimdi bu red listelerine geçtiğimiz cuma günü yapılan “Çalışma Grubu” toplantısında “Ekonomi ve Para Politikası” ile “Mali Denetim” başlıklarının da açılmasını aynı gerekçeler ile reddettiler. Böylece daha ikinci başlığa bile geçilmeden reddedilen, yani müzakere edilmesine Rumlar ve Yunanlılar tarafından Veto konulan başlık sayısı beş oldu.
Bunlar sırası ile;
1- Mali Denetim
2- Ekonomi ve Para Politikası
3- Tarım ve Kırsal Kalkınma
4- Sosyal Politika ve İstihdam
5- İşletmeler ve Sanayi Politikası
Toplam başlık sayısı 37 ve Rumların müzakere başlıklarının açılmasını engelleme girişimine Yunanistan’da destek veriyor. Geriye 31 Başlık kaldı. Bunlardan ilk olan “Bilim ve Araştırma” başlığı açılıp kapandı ve kabul edildi. Diğer beş tanesi de vetolu.
Yılda iki kere bir araya gelen Avrupa Birliği Dışişleri ve Savunma Bakanları, bu gün Brüksel’de toplanacak. Yüklü gündemin başında Türkiye, Kosova, Bosna-Hersek ve Özbekistan yer alıyor. Gündemin Türkiye bölümünde ise açıklanan ilerleme raporundakilerden fazlası yok. Eğer Türkiye, 14 Aralık’da yapılacak AB Başkanlar Konseyi toplantısına kadar Limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmazsa, Komisyon konu ile ilgili öneriler sunacak ve konu AB Başkanlar Konseyinde ele alınacak.
Rumlar, Türkiye taahhütlerini yerine getirmediği sürece müzakere prosedürünün ileri götürülmesine rıza gösteremeyeceklerini ve buna ilaveten de Komisyon’un bu gün yapılacak toplantı sonrası açıklayacağı tavsiyelerin ve Aralık ayındaki Zirve toplantısında, Türkiye’nin denetlenmesinin ana unsuru olan başlıkların açılması prosedürüne yeşil ışık yakmayacaklarını söylüyorlar.
Rumların amacı, yapay bir tren kazası yaratmak. Tabi bu nereye kadar gidecek. İşin gerçeği, çok da etkili ve uzun ömürlü olmayacağıdır bu yapay engellerin.
Kesin karar, 14-15 Aralık AB Başkanlar Konseyi toplantısında çıkacak. Zirve sonuçlarının yayınlanmaması ve Türkiye’nin üyelik sürecinin tamamen dondurulması oy birliği istediğinden, bu karar olasılıkların en sonuncusu.
Akla en yakın olanı ise, bazı başlıkların dondurulup, zamanın derinliklerine gömerek müzakerelerin devam ettirilmesi. Bu durumda Rumlar, siyasi nedenlerden dolayı Türkiye’nin üyelik sürecini artık veto etmek olanağına sahip olamayacak ve müzakereler, BM’nin organize edeceği Kıbrıs görüşmelerine paralel olarak kesintisiz devam edecek.
Hedef, veto edilen başlıkların görüşülmesine gelinmeden, BM’de Kıbrıs sorununun çözülerek, Türkiye’nin Ankara anlaşması ek protokolünü uygulamaya koyması ve yeni kurulacak Kıbrıs Cumhuriyetini tanıması olacak.
Bu durumda Vetolar ve engeller zaten kendiliğinden ortadan kalmış olacağından, müzakere süreci aksamasız devam edecek.
AB Komisyonu, nihayet AB’nin Türkiye’ye ilişkin İlerleme Raporu ile Strateji Belgesi’ni açıkladı. Rapor tamı tamına 75 sayfa, Strateji belgesi de 20 sayfa. Raporun hacmi geçen seferkinin neredeyse yarısı kadar. Perde arkasında bayağı çekişmeler ve Türkiye için engellemeler konması çabaları oldu. Fransa, Türkiye’nin üyeliğinin tüm ülkelerde referanduma sunulmasını teklif etti ancak bu teklif reddedildi ve raporda yer almadı. Fransa’nın amacı korkulu bir rüyası olan ve yakın gelecekteki ekonomik rakibi olma konumundaki Türkiye’den daha palazlanmadan şimdiden kurtulmak.
Raporun hemen öncesi ve hemen sonrası değerlendirmeler yapan AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso’nun ve Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Hollandalı Camiel Eurlings’in sözlerini dikkate almamak gerekiyor. Her ikisinin de sözleri Türkiye’yi yanıltmaya ve açıkçası kandırmaya yönelik. Tabi Fin önerilerinin babası Tuomioja’nın sözleri de aynı klasmanda.
Rapor yayımlanmadan hemen önce bir değerlendirme yapan AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso, Kıbrıs sorunu sürse de Türkiye-AB müzakerelerinin dondurulmayacağını, diplomatik girişimlere şans vermek istediklerini ve buna paralel olarak Türkiye’nin de Aralık ayının ortasına kadar deniz ve hava limanlarını Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti bayraklı gemi ve uçaklara açması tavsiyesinde bulundu. Eğer hava ve deniz limanları açılmazsa konu Aralık ayının ondördünde yapılacak Başkanlar Konseyinde ele alınacak.
Amaç belki limanları açar düşüncesi ile Türkiye’ye sünnetçi korkusu vermek.
AB’nin Türkiye’ye ilişkin İlerleme Raporu ile Strateji Belgesi’ni açıklamasının ardından bir basın toplantısı düzenleyen Eurlings’de, 2006 yılı sona ermeden Ek Protokolün uygulanmasının AB’nin güvenilirliği açısından çok önemli olduğunu ve Türkiye’den de Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini tanımasını istemediklerinden bahsetti.
Aynı kişi sözlerine devamla Kıbrıs sorununun çözümü için Kıbrıs’lı Türklerin durumunun da son derece önemli olduğunu ve AB’nin de izolasyonların kaldırılması için çalışması gerektiğini vurguladı. Tabi Eurlings ağzına KKTC lafını asla almıyor. Kıbrıs’lı Türkler veya adanın Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin hükümranlığının olmadığı yerlerde yaşayan Kıbrıslılar tanımını kullanıyor.
Türkiye’nin politikacıları ve Türk insanı, bu tür kandırmacaları AB’nin yetkili ağızlarından daha evvel gene duymuşlardı.
Türkiye Annan planını kabul ederse, Kıbrıs’ta Kıbrıs’lı Türklere uygulanan izolasyonları kaldıracağına dair teminat veren AB yetkilileri, referandum sonrasında Kıbrıs’lı Türklerin “%65 Evet” oylarına rağmen, sözlerini tutmamışlar ve izolasyonların kaldırılamaması gerekçesine de “O siyasi bir karardır, Hukuksal değildir” yanıtını vermişlerdir.
Kıbrıs konusunda uluslar arası anlaşmalara uyarak hareket eden Türkiye’nin neden bu konuda cezalandırıldığı sorulunca AB yetkilerinin yanıtı “Hukuksal olarak siz haklısınız, siyasal olarak biz üstünüz” olmuştur. Yani “Biz ne dersek o olur” demişlerdir.
Son dönemin Don Kişot’u AB Dönem Başkanı Fin Başbakanı Tuomioja’nın Fin önerileri konusunda, “Bu öneriler Kıbrıs’ta çözüm konusundaki son şanstır. Kaçırılırsa bir daha böyle fırsat ele geçmez” sözleri daha kurumadan, öneriler taraflarca reddedilince, ortaya yeni öneriler koyması, bu insanların sözlerinin ne kadar güvensiz ve itimat edilemez olduğunun en güzel ispatlarıdır.
Kıbrıs’ta iki bölge kavramı daha doğrusu etnik grupların ayrı ayrı bölgelerde yaşaması gerekliliği fikri küresel dünyanın gündemindeki yeni kavramlardan bir tanesi. Halkların çatışmasını önlemek için ayrı bölgelerde yaşaması fikri, giderek taraftar bulmaya başlıyor batı dünyasında.
Bu yeni kavramın fikir babası Lieberman.
Lieberman’da kim diyeceksiniz hemen.
Aşırı sağ partilerden İsrael Beitenu (İsrail Evimiz) partisinin başkanı olan Lieberman’ın ön ismi Avigdor ve şu anda İsrail’in yeni Başbakan Yardımcısı. Başbakan Yardımcılığı görevine ilaveten Başbakanlık’ta Stratejik Tehditler Bakanlığı görevini de yapıyor. Bu görevi üstlenmesinin nedeni, Stratejik Tehditlerin başında Filistinlilerin gelmesi ve Lieberman’ın bu konuda tam bir üstat olması. Konuyu ve sıkıntıları çok iyi biliyor.
Lieberman çözümü iki ayrı bölgenin oluşturulmasında görüyor ve bu fikri ABD tarafından da benimsenmiş.
Hem İsrail’in yetkili bir ağzı olan Stratejik tehditlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı ve hem de ABD’nin Dış İşleri Bakanlığı, geçtiğimiz hafta sonunda verdikleri demeç ve yayınladıkları belgelerde, Kıbrıs’ta en ideal çözümün iki bölge oluşması ile gerçekleşeceğini belirttiler.
Stratejik tehditlerden sorumlu Başbakan Yardımcısı Lieberman, Ordu Radyosu’na verdiği demeçte, “İster eski Yugoslavya olsun ister Rusya’nın Kafkas bölgeleri isterse de Kuzey İrlanda, iki ayrı toplum ve dinin bulunduğu her yerde sürtüşme görülüyor. Dünyanın her yerinde azınlıklar en büyük problem. İsrail’in Yahudi ve Siyonist devlet özelliğini korumak istiyorsak bunun başka çaresi yok” diyerek iki ayrı bölge kavramını savunan Lieberman, “bana göre iki ulus arasında fiziki bir ayrılık en iyi çözümdür. En iyi model de Kıbrıs. 1974 öncesinde Türklerle Rumlar bir arada yaşarken kan dökülüyor, çatışmalar ve şiddet hüküm sürüyordu. 1974’ten sonraysa Türkleri adanın bir tarafında, Rumları da öteki tarafına topladılar ve şimdi hüküm sürense istikrar ve güvenlik” diyerek Kıbrıs gerçeğinin örnek alınmasını önerdi.
“Kıbrıs’ta iki toplum arasındaki fiziki ayrımın güç kullanılarak sağlandığı” yolundaki hatırlatmaya verdiği yanıtta Liebermann, “Doğru ama sonuç daha iyi oldu” karşılığını vererek, kendilerinin de aynı yola başvurmaları gerektiğini savundu.
ABD Dışişleri Bakanlığının Kıbrıs adasını ziyaret edecek Amerikalılar için hazırladığı belge ise bu görüşün tam bir devamı ve destekçisi.
Bu resmi belgede ilk kez Kıbrıs için “Kıbrıs fiilen bölünmüş bir adadır” ifadesi kullandı. Eskiden olduğu gibi KKTC’den tanınmış bir ülke olarak bahsedilmiyor ama kuzeyde, Kıbrıs’lı Türklerin “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” adı altında bir idarelerinin bulunduğundan bahsediyor. Bu idarenin uluslar arası camiada tanınmamasına rağmen tam teşekküllü, demokratik, insan haklarına saygılı bir devlet olduğu vurgulanıyor.
Amerikan Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan Kıbrıs Adası Konsolosluk Bilgi Belgesi’nin ilk cümlesinde, “Kıbrıs de facto (hukuken değil ama fiilen) ikiye bölünmüş, gelişmiş bir Akdeniz ülkesidir” deniliyor.
Bu tanımlama ile ABD, Kıbrıs’ın bölünmüş bir ada olduğu ifadesini ilk kez kendi yayınladığı belgelerde kullanmakta. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Sean McCormack, Kıbrıs’ın bölünmüş bir ada olduğu ifadesinin ilk kez kullanıldığının hatırlatılması ve bununla ABD Dışişleri’nin Rumlara ne mesaj verilmek istendiğinin sorulması üzerine “Onlara vermek istediğimiz mesaj politikamızda bir değişiklik olmadığıdır” demesine rağmen, söz konusu belgede ayrıca ABD’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımadığı ve KKTC ile diplomatik ilişkilerinin olmadığı notu düşülse de Amerikan pasaportu taşıyan kişilerin bu bölgeye rahatlıkla ve hiç çekinmeden girebileceği ifade ediliyor.
Geçen haftanın bu her iki olayında önemli olan satır arasındaki gerçekler ve perde arkasında pişirilmiş bu yeni “İki Bölge” kavramı.
İsrail’in, Filistin sorununa çözümün, Kıbrıs adasında olduğu gibi iki bölgelilikten geçtiğini vurgulaması ile ABD’nin, Kıbrıs’ta de facto (hukuken değil ama fiilen) ikiye bölünmüş iki bölge bulunduğundan bahsetmesi, pek bir tesadüf değil. Bana göre hızla küreselleşen dünyada, yeni bir kavram ve Kıbrıs sorununa yeni bir çözüm yaklaşımı.
Rumlar adım adım, parça parça isteklerini masaya koyuyorlar. Silahla alamadıklarını, aynen yüz sene önce Girit’te yaptıkları gibi masada alıyorlar.
Rumların politik becerilerine ve bıkmadan usanmadan yıllar önce belirledikleri hedefe gitmek için her yolu denemelerine hayran kalmamak elden değil.
Biz ise her seferinde Rumların ve Yunanlıların bu taktiğini yutup, elimizdekilerini masada kaybediyoruz. Yüzyıllardır bu hep böyle oldu. Günümüzde de Kıbrıs konusunda gene aynı oyunlar oynanıyor ve sonucu da maalesef gene eskiden olduğu gibi hüsranla bitecek gibi gözüküyor.
İşte örneğini canlı canlı Kıbrıs ve AB müzakereleri konusunda yaşıyoruz.
Türkiye basınında yer alan bilgilere ve eleştirilere göre, Türkiye’de yüz yılların birikimi ile Türk Dış Politikasını yönlendiren T.C. Dış İşleri Bakanlığı bir kenara itilmiş ve bugün var-yarın yok olan politikacılar ve danışmanları tarafından, Türkiye’nin Dış Politikasının yalpalayarak güdülmekte olduğu dile getirilmektedir.
Basında, iç tribünlere yönelik olarak dış temaslarda başarılı görünmek amacı ile düşünülmeden atılan imzaların, bu gün Kıbrıs konusunu BM zemininden çıkararak AB müzakereleri içine çektirdiğine değinilmektedir.
Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıs’lı Türklerin topluca katliamını önlemek ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkılarak adanın Yunanistan’a ilhak edilmesine mani olmak için yapılan 1974 Barış Harekatı ile elde edilen kazanımların, dış politikada deneyimsiz politikacıların, dış politikaya fiilen müdahalesi sonucu güdülen tutarsız ve değişken bir dış politika yüzünden masa üstünde kaybedilmek üzere olduğu, artık sık sık yazılı basında yazılmakta ve görsel medyada dile getirilmektedir.
Bu gidişata bir son vermenin zamanı gelmiştir.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Başkanı Papadopulos, Türkiye’nin 17 Aralık 2004 AB Katılım Ortaklığı müzakerelerini tam bir fırsat olarak görmüş ve AB’ye üye olur olmaz ilk yaptığı iş, Türkiye’nin Kıbrıs Rum bandıralı gemi ve uçaklarına limanlarını açması ile Türkiye’nin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ni diplomatik olarak tanıması koşulunu, Müzakere Çerçeve belgesi içine koydurtmak olmuştur.
Limanlar konusu ile Diplomatik tanınma konusunun, Müzakere Çerçeve Belgesi ve 3-4 Ekim 2005 tarihli Katılım Ortaklık Müzakereleri içinde bir daha değiştirilmemek üzere yer alması başarıldıktan sonra sıra 2.ci adıma gelmiştir.
2.ci adım Maraş’ın, 1974 Barış Harekatı öncesi sahiplerine iadesi olmuştur.
Söylenenlere göre Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın tamamen kendi inisiyatifi ile Brüksel’de Raşit Pertev vasıtası ile masaya koydurttuğu Maraş, o gün-bu gündür hem kendisinin hem de Türkiye’nin eline yapışıp kalmış ve hiç geciktirilmeden, hemen ve derhal, Mali Yardım ile Dış Ticaret Tüzükleri içindeki değişmez ve bir daha geri götürülemez yerini almıştır.
Ne yazık ki elimizdeki en büyük kozlardan birisi olan Maraş, bu gün çok tartışılmakta olan Fin önerileri içinde yer almaktadır. Fin önerileri sözlü de olsa Resmi bir belgedir ve Maraş ta bu resmi önerinin içinde yer almıştır ve maalesef artık geri dönüşü de yoktur. Zokayı gene yuttuk ve Maraş’ın iadesi koşulu bize reddedemeyeceğimiz bir şekilde gene empoze edildi, veya halk tabiri ile sokuşturuldu.
Papadopulos, Maraş’ın iadesi kabul edilmez ise, görüşmelere oturmam diyerek, Türkiye-AB müzakerelerini tehdit etmektedir. Yani “Maraş verilmezse, zaten 2006 yılında Türkiye hava ve deniz limanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılmamasından canımız sıkkın, bir de Maraş’ın iadesi bir AB belgesi içine girmezse, ben VETO’mu kullanır, müzakereleri durdururum” demek istiyor.
Bu gidişle Maraş nasıl olsa, ya Direk Ticaret Tüzüğü içinde, ya Fin Önerileri içinde, ya da perde arkasında Türkiye-AB Müzakerelerinin devam koşulu olarak bir AB belgesi içinde yerini alacak ve vadeli de olsa bir kazığa bağlanacak. Günü gelince Rumlar, karşılığında hiçbir şey vermeden Maraş’ı da elimizden alacaklar.
Peki, Maraş işi de bittikten ve de Maraş’ın Rumlara iadesi sağlam bir kazığa bağlandıktan sonra 3.cü adım da istenecek yer neresi olacak. Tabi ki Güzelyurt olacak.
Sırada şimdi Güzelyurt var.
Önümüzdeki dönemlerde Rum talepleri içine Güzelyurt da girerse hiç şaşırmayın. Nasıl olsa, şöyle veya böyle, bir kriz yaratılıp, bu krizin aşılması için Güzelyurt’un, yani eski ismi ile “Omorfita” nın, Rumlara iade edilmesi, ya Papadopulos tarafından ya da AB tarafından önce kulaklara fısıldanacak, sonra resmi olmayan bir görüş olarak ortaya atılacak, sonra biraz ısıtılıp biraz soslanıp masaya konacak ve en sonunda da bir koşul olarak bir AB belgesi içinde yerini alacak.
Bu işler hep böyle oldu ve böyle de devam edecek, ta ki birileri bir kılıç darbesi ile bu fasit daireyi kırana kadar.