24 Nisan 2004 Referandumundan sonra, aralarında Kıbrıs Rumları olmadığı için iyi niyetle AB tarafından çıkarılan Mali Yardım ve Direk Ticaret Tüzükleri, aradan 4 gün geçip de Rumların da AB’ye katılmasından sonra, tam anlamı ile battos oldu. (tamir edilemeyecek şekilde bozuldu)
Rumlar AB’ye girer girmez her iki tüzüğün de çalışmaması için ellerinden geleni yaptılar ve koydukları engellerle bunda çok başarılı da oldular.
Zaten diğer AB üye devletlerinin, Kıbrıs’ta nelerin olduğunu ve nelerin cereyan ettiğini pekte merak ettikleri yok. KKTC’nin ambargo altında yaşadığı, izolasyonlarla dünyadan koparıldığı çok da umurlarında değil.
AB tüzüğünde KKTC diye bir terim yer almadığı için “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeleri” ile Avrupa Birliği (AB) arasında doğudan ticaret konusunun görüşüleceği AB Dışişleri Bakanları toplantısına çok az bir süre kala Rum tarafı, Maraş konusunu yeniden masaya koydu.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Mağusa Limanı’nın işletilmesi ile Maraş’ın Rum tarafına iadesini birbirine bağlamakta ısrarlı ve bunun gerçekleşmesi için elden geleni de yapıyor.
Bu isteklerini, üzerine inşa ettikleri sağlam gerekçe COREPER kararı. COREPER, yani üye devletlerin temsilcilerinden veya diğer bir tabirleri büyükelçilerinden oluşan kuruluş, Mağusa limanından (sadece) AB’ye yapılacak dış satımları, Maraş’ın 1974 öncesi sakinlerine iadesine bağlamıştı.
Şimdi Rumlar, 22 Ocak pazartesi günü AB Dışişleri Bakanları’nın “Ticaret gündemi” ile yapacakları toplantıda Mağusa limanının AB ile direk ticarete açılmasının gündemde yer alması durumunda bunun geçmişte COREPER tarafından belirlenen çerçevede, yani Maraş’ın Rumlara iadesiyle ortak ve eşzamanlı olmasını talep ediyorlar.
Doğrudan Ticaret Tüzüğü, komisyon tarafından hazırlanıp sunulduğu ilk şekli ile limanlara ve de havaalanlarına atıfta bulunmuyordu. Mağusa Limanı’nın açılması gündeme getirildiği vakit, Rumlar müdahale ettiler ve alttan girip üstten çıkarak, Mağusa Limanının açılmasına karşılık Maraş’ın da 1974 öncesi Rum sakinlerine iadesini işin içine soktular ve konuyu bir paket halinde gündeme getirdiler. COREPER oy birliği ile, Mağusa Limanı’nın açılmasının Maraş kentinin iadesine bağlı olacağı yönünde bağlayıcı bir kararı aldı. Bu karar yürürlükte ve halen geçerli. Rumlar işte bu kararı şimdi öne sürüyorlar.
Her ne kadar Avrupa Komisyonu Komiseri Olli Rehn, Maraş’ın yasal sakinlerine iadesinin doğrudan ticarete ilişkin istişarelerden ayrı bir konu olduğunu ve bunun her zaman BM prosedürlerinin bir parçasını oluşturduğunu söylüyorsa da Rumlar isteklerinde ısrarlı. Ya Maraş iade edilir, ya da Doğrudan Ticaret olmaz diyorlar.
Görünen köy kılavuz istemez. Aynen Mali Yardım Tüzüğü gibi bu Doğrudan Ticaret Tüzüğü de Rumların koyduğu engellerden dolayı işlerlik kazanmayacak.
Elde şu anda bu konu ile ilgili hiçbir metin veya taslak yok. KKTC hükümetine veya KKTC’yi tanımadıkları için kendi deyimleri ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeleri’ndeki her hangi bir “Sivil Toplum Örgütü”ne üzerinde çalışılması ve karşı görüş bildirmesi için verilmiş herhangi bir belge de yok. Anlaşılan KKTC’den veya Kıbrıs’lı Türklerden görüş istemiyorlar. Sanki Mağusa limanı Kuzey Kıbrıs topraklarında değil de Peru’da.
Dedik ya, KKTC veya Kıbrıslı Türkler, AB devletlerinin umurunda değil diye, AB’lilerin her hareketi ve davranışı bunu ispatlıyor zaten.
Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu Başkanı Marc Pierini, 22 Ocakta yapılacak AB Dış İşleri Bakanları toplantısında AB’nin KKTC ile doğrudan ticaret başlatmasına karar verilmesini beklediğini söyleyip, KKTC halkına bir AB balonunu daha yutturmaya çalışıyor. Üstelik birde “Bu, AB’nin KKTC için atacağı ilk ciddi adım olacaktır” diyerek sanki önemli bir şeyler söylüyormuş havasını da verdi sözlerine.
Doğrudan Ticaret Tüzüğü ile ilgili 22 Ocakta AB’nin kodamanlarının alacağı karar, aynen ikiz kardeşi Mali Yardım Tüzüğü gibi hiçbir işe yaramayacak. Zaten Avrupa Birliği Dışişleri bakanları, Malî Yardım Tüzüğünü, beraber doğduğu kardeşi Doğrudan Ticaret Tüzüğünden ayırmakla her ikisini de tarihin “İşe Yaramaz Tüzükler ve Kararlar” mezarlığına çoktan gömmüşlerdi.
Gözle görünün o ki, Mali Yardım Tüzüğünden şimdilik bu çalışmaların bürokratik işlemlerini yapan AB şirketleri karlı çıktı. Milyonlarca Avro, bu şirketlerin personeline verilecek maaş şeklinde deve olmak yolunda emin adımlarla yürüyor. Aynen ABD’nin 30 milyon dolarlık Mali yardımı gibi. Bu yardımdan KKTC halkı daha “1 tek Cent” bile almadı. Tüm para bu işi üstlenen Amerikan şirketinin personeline maaş olarak gitti. Bu da öyle olacak.
22 Ocak’ta uygulanabilir hale geleceği iddia edilen Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün, Rumların isteklerine göre uygulanacağından kesin olarak emin olabilirsiniz.
Zaten daha tüzüğün başlığı bile, daha doğduğu günden bize kazık atmaya yönelik.
Başlık aynen şu kelimelerden oluşmuş. “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeleri ile ticareti düzenleyen özel koşullara ilişkin, KONSEY TÜZÜĞÜ”. Yemede yanında yat bu başlığın.
İşin açıkçası, bizim dört elle sarıldığımız ve yaşaması için her şeyimizi feda etmeye hazır olduğumuz “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”, AB için yok ve bir mana bile ifade etmiyor. Dilleri bir türlü KKTC demeye dönmüyor. Sağ olsunlar bizim son dönem yöneticilerimiz de KKTC adını ağızlarına almamaya çok gayret ediyorlar. Ellerinden gelse KKTC’yi lav edecekler ama şimdilik herhalde biraz erken ki, bir türlü dile getirip deneyemiyorlar.
Doğrudan Ticaret Tüzüğünü iyice okuduğunuzda, her ne kadar Kıbrıs Türk Ticaret Odası (KTTO) geçerli belgeyi vermeye yetkilendirilmiş gibi gözükse de, daha giriş bölümünde yetkili merci tanımlaması yapılırken “Kıbrıs Türk Ticaret Odası veya yetkili kılınan başka bir kurum” cümlesine yer verilmesi gereği duyulmuş.
Bundan maksat, birilerinin K.T.T.Odasını sahte belge vermekle itham edebilmesine kolaylık sağlamak ve bu iddiayı temel alarak, belgelerin giriş bölümündeki tanımlamaya göre kendileri tarafından verilmesini talep etmesine kapı açmak.
Yetkili kılınan bu “başka kurum”un, başında bir Rum bulunan AB Kıbrıs ofisi olacağından benim hiçbir şüphem yok. Maksat kendi topraklarımızda bizim egemenliğimizi yıkmak ve Kıbrıs’lı Türklere “KKTC”yi ve onun kurumlarını, başlarına vura vura yok saydırmak.
İşin sonunda gerekli onay belgelerinin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti bölgesindeki AB ofisinden veya onun temsilcilerinden alınması koşulu getirilirse hiç şaşmamak gerektir. Zaten senaryo da aynen böyle. KKTC’nin var olmadığını Kıbrıs’lı Türklere, bir şekilde boğazlarını sıkarak ve onurlarını ayaklar altına alarak kabul ettirmek.
Zaten Madde 1., fıkra 1.1, fıkra 3, fıkra 5 ve fıkra 6’yı okursanız, KKTC’den veya Tüzükteki adı ile “Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeler”inden bu koşullar altında AB’ye hiçbir ticari malın gönderilemeyeceğini veya ancak çok az sayıda ve kısıtlı çeşitlilikteki malların gönderilebileceğini net bir şekilde anlarsınız.
Maksat verilen sözü tutmak ama Rumlar ile Yunanlıları gücendirmemek için Doğrudan Ticaret Tüzüğüne işlerlik kazandırmamak.
Beni bu düşüncelere yönlendiren Doğrudan Ticaret Tüzüğünün ilgili maddeleri aşağıda. Varın siz de kendi algılamanıza göre kararınızı verin.
Madde 1
1.1. 2913/92 no.lu Konsey Tüzüğü’nün 23 ve 24. maddeleri çerçevesinde, Bölgeler menşeli ve doğrudan doğruya oradan nakledilen ürünler, 2. maddede atıfta bulunulan belgeyle desteklendikleri ve ihracat iadeleri ve müdahale önlemlerine tabi olmadıkları sürece, yıllık vergi kotalarının sınırları içinde eşit etkiye sahip olan gümrük vergileri ve masraflardan muaf tutularak, Topluluğun gümrük bölgesi sınırları içinde serbestçe dolaşabilecektir. Bu, ithalata ilişkin dolaylı vergilere halel getirmeyecektir.
3. Topluluk mevzuatının veterinerlik mevzuatına tabi olan canlı hayvanların ve hayvansal ürünlerin Bölgelerden Topluluğa girişi, yeterli veterinerlik ve kamu sağlığı standartları sağlanana kadar yasaklanacaktır.
5. Gıda güvenliğine ilişkin nedenlerden dolayı, Ek IV de listelenen Komisyon Kararları kapsamında olan ürün çeşitlerinin Bölgelerden Topluluğa girişi yasaklanacaktır.
6. AB ticari savunma tedbirlerine tabi ürünlerin, bu tedbirlere tabi olan maddeleri içeren ürünler de dahil olmak üzere, Topluluğa girişi yasaklanacaktır.
Özetle, “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıslılar!” her ne kadar biz kapılarımızı açtıysak da, AB’ye hiçbir ticari mal satamayacak denmektedir bu tüzükle.
Doğrudan Ticaret Tüzüğü, “‘İzolasyonların kaldırılması” veya “Ambargoların delinmesi” şeklinde de asla algılanmamalıdır.
Bu tüzük sadece kağıt üstünde, AB ile “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıslıların!” ticaret yapması ile ilgilidir. Her ne kadar ticaretin yapılacağı söyleniyorsa da, bu yıllardan beridir süre geldiği gibi tek yönlü bir ticarettir ve sadece AB’nin “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıslılara” mal satması şeklinde gerçekleşmeye devam edecektir.
Gerisi, süslenip püslenmiş bir AB aldatmacası olarak dünya klasikleri arasına girecek “hikaye”dir.
Cumhurbaşkanı Talat’ın son Lokmacı harekâtı hem KKTC’de hem de Türkiye’de bayağı olumsuz dalgalar ve mesajlar yaydı. M. A. Talat ile TSK arasında bir savaşa dönüşen bu “köprü ve barikat krizi”, KKTC’de büyük bir kitleyi çok olumsuz etkiledi.
KKTC’deki sessiz çoğunluğun gönlünde yer etmiş olan TSK’yı Talat’ın bir öcü bir göstermeye çalışması kendisine çok puan kaybettirdi. Aynı şekilde Türkiye’deki önde gelen siyasilerin bir çoğu da konuya aynı görüş açısından bakıyor.
Zaten bu olay, Talat’ın TSK’ya karşı, daha doğrusu hem Güvenlik Kuvvetlerimize hem de Türk ordusuna karşı ilk hasmane vukuatı değil.
Hatırlarsanız bir evvelki ramazan bayramında, Kıbrıs Türk Liderliğinin 1963’den beri Sancaktarla birlikte, 1974’ten beridir de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı ile beraberce kabul ettikleri Bayram kutlamalarını, halka sormadan, halkın nabzını yoklamadan hükmi karakuşi bir kararla kaldırdı. Tabi halkın buna tepkisi çok kötü oldu ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanını ve yanındaki generallerini Ortaköy’deki Alayın salonunda kutlamaya gidenlerin sayısı, Cumhurbaşkanı Talat’ı kutlamaya gidenlerin sayısını neredeyse üçe katladı.
Bir diğer olay da 15 Kasım 2006 günü, KKTC Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının bir parçası olan Lefkoşa’daki törende, Güvenlik Kuvvetlerine mensup Albay Barsakçı’nın yaptığı konuşmayı “Bu konuşmadan benim haberim yok” bahanesi ile CB Talat’ın alkışlamaması idi. Tören hazırlıkları provasının 4 kez yapıldığı, tüm provalarda Cumhurbaşkanlığı’ndan yetkililerin de katıldığı ve de listenin de her defasında CB Talat’a gönderilmiş olduğunun sonradan resmen açıklanması, CB Talat’ı bu konuda büyük bir şaibe altında bıraktı.
Ve son olarak da son bir haftadır yaşadığımız “Lokmacı Köprüsü” olayı. Lokmacı köprüsü olayında CB Talat hem kendi çok yönlü kaybetti hem de KKTC’ye dış ilişkilerde çok şeyler kaybettirdi. KKTC’de yaşayan büyük bir çoğunluk, artık yüksek sesle KKTC’nin onurunun zedelendiğinden bahsetmektedir.
Artık boşuna AİHM’de, “KKTC Türkiye’nin bir alt kuruluşu değildir” tezimizi savunamayacağız. Talat bu son hareketi ile “KKTC’nin egemen bir devlet olmadığını ve Türkiye’nin bir alt kuruluşu olduğunu” adeta ispatlamış oldu. Zaten Başbakanlığından beridir gazetelere ve medyaya yansıyan sözleri ve tavırları, KKTC’ye inanmadığı yorumuna çok açıktır.
Ve tabiî ki Papadopulos da bu işe bayıldı. Lokmacı köprüsü krizi yıllardır KKTC’yi saf dışı edip, görüşmeleri direkt olarak Türkiye Hükümeti ile yapmak için adeta canını bile vermeye razı olmuş Papadopulos’un ekmeğine bal sürdü. Hem de ne bal. Kalınlığı tam bir parmak olan “Anzar” balı sürdü.
Rum siyasiler de hiç vakit kaybetmediler ve bu “Altın Fırsatı” çok iyi değerlendirdiler. DISY başkanı Anastasiadis dünkü açıklamasında, Lokmacı Barikatı’ndaki köprünün kaldırılması konusunda yaşananları, “Kıbrıslı Türklerin, Türkiye’nin Kuzey’deki kurulu düzenine ve askere karşı bir direniş eylemi olduğunu” ileri sürerek, Avrupa Parlamentosu içinde üyesi oldukları Sosyalist gruba hemen bir mesaj verdi.
Hiç fırsat kaybetmeyen GKRY Hükümet Sözcüsü Hristodulos Paşardis de, Lokmacı köprüsü krizi ile Cumhurbaşkanı Talat’ın “yetkili olmadığı”nın ortaya çıktığını iddia ederek, artık Papadopulos-Talat görüşmesinin anlamsız olacağını açıkladı. Yani Talat kendi kendini saf dışı bıraktı Kıbrıs görüşmelerinden. Zaten “Fin önerileri” de görüşülürken, Talat masada olacağına, “maçı” sarayındaki TV’den seyretmişti.
Propaganda meydanı kendisine altın tepside sunulmuş olan Paşardis, “Sn. Talat’ın tek başına karar verme olanağının ne kadar olduğunu bilmiyorum. Ancak Kıbrıs sorununda ilk ve son sözün Ankara’ya ait olduğuna inanıyor, bundan da kimsenin şüphe duyduğunu zannetmiyorum.” diyerek hem üyesi olduğu AB ülkelerine hem de dünyaya, “Kıbrıs Sorunu görüşmelerinde” muhataplarının KKTC değil, Türkiye olduğunun ve bu gerçeğin son Lokmacı Köprüsü olayı ile de ispatlandığının mesajını resmi yoldan verdi.
GKRY dün yaptığı resmi açıklama ile, Lokmacı Barikatının açılmasıyla ilgili girişimin Türk tarafına değil, kendilerine ait olduğunu ve (CB Talat tarafından plansız ve programsız olarak) yasa dışı yapılmış olan bu köprünün, gene aynı kişiler tarafından yasa dışı yöntemlerle yıkılmasının, nazik bir iyi niyet göstergesi olarak alkışlanması ve Rum tarafınca ödün verilerek ödüllendirilmesinin mümkün olmayacağını belirtti.
Bu köprüyü, Rumları oldu bittiye getirmek veya bir adım önde olmak hayalini gerçekleştirmek için inşa etmekle ve sonra da işler çıkmaza girip, Rumların istekleri ve dirençleri önünde baş eğip köprüyü yıkmakla ne elde ettik.
Büyük bir “HİÇ”, prestij kaybı ve “Kıbrıs Görüşmelerinden” dışlanmak.
Şimdiki tezgah ve son adım, 1983 Anayasasının “Geçici 10.cu Maddesi”ni yani Ateş Kes’in halen devam ettiği günümüzde KTBK ve GKK’nin yetkilerini halka sormadan ve halkın görüşünü almadan Meclise getirerek tadil etmek, tırpanlamak veya kaldırmak.
Yaz aylarında yapay olarak çıkarılan politik krizin amacının ne olduğu şimdi çıktı ortaya. Çıkarılan kriz sonucunda yeni kurulacak partiye, CTP’nin oyları ile birlikte KKTC Meclisinde Anayasayı değiştirmek için gerekli olan 34 oyu sağlayacak 9 Milletvekilinin transferini gerçekleştirmek.
You’ll be reading my maiden article in “my column” on Jan 21st, 2007, right after the first couple of issues of Today’s ZAMAN.
Most probably you’ll be wondering “who’s this guy” and what would be the contents of his column.
Actually I am a Turkish Cypriot and an academician with a very interesting background.
Well educated in US universities and elected as a Member of Par-liament, representing the constituency of Famagusta in the National Assembly at the age of 26.
Of course, after entering the politics at so young age, I couldn’t escape from it, nor the politics could wiped me out.
Political experience as a parliamentarian, turned out to be a fur-ther postgraduate study for me, later in my life.
In depth history knowledge on top of my engineering education, backed by the thirty years of political experience, opened further doors like head of Cyprus Turkish delegation during UN’s Annan Plan nego-tiations in Cyprus, advisor to deputy Prime Minister and the member-ship to the Board of the International Scientific Academy.
Have been writing political articles and commentaries in various local newspapers since 2003 and now they are above 1000 in number.
You’ll be hearing non aligned, non committed, non attached crys-tal clear facts about Cyprus, political history of Cyprus, Cyprus issue, EU-Turkey membership negotiations and realities behind the curtains of Cyprus, Brussels and Ankara triangle.
Adaya stratejik açıdan ilk bakan, adanın askeri stratejisini ilk değerlendiren ve askeri önemini ilk fark eden devlet yöneticisi Kanuni Sultan Süleyman olmuş.
Kanuninin gözünü açan ve Akdenizdeki bir adanın, önündeki denize stratejik açıdan hakimiyetini ispatlayan Rodos adası olmuş. Kanuni 1522’de Rodos’u alınca işin önemini iyice kavramış. Viyana’yı kuşattığı 1529 yılında, sadece ve sadece lojistik desteksizlik nedeni ile kuşatmayı kaldırmak zorunda kalmasını unutmayan Kanuni, o dönemde Kıbrıs adasının kendine yeteceğinden daha fazla zirai ürün yetiştirmesi, hayvancılığın gelişmiş olması ve bol miktarda hayvanın bulunması gerçeğini göz önüne alarak, Ortadoğuda düzenleyeceği seferlere adadan ikmal yapmayı planlamış ve adayı almayı defterine ve aklına yazmış. Zigetvar seferine gitmeden evvel atadığı Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa, Kanuni 1566’da Zigetvar kalesi önüne kendi eceli ile ölünce yerine geçen oğlu Sarı Selim’e (Sultan II.ci Selim) babasının Kıbrıs ile ilgili düşüncelerini anlatmış ve 1571’de Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu 13 ay süren bir mücadeleden sonra adayı Osmanlı topraklarına katmış.
1830’lu yıllarda, ileride dönemin Başbakanı olacak olan devlet adamı Benjamin Disraeli [1], Akdeniz ve Ortadoğu ülkelerini kapsayan uzun bir yolculuğa çıkar. Dönüşte bir rapor hazırlar. Bu raporun en can alıcı kısmı “Ortadoğu’ya hakim olmak isteyen devlet, Kıbrıs adasına da hakim olmalıdır” cümlesidir.
Benjamin Disraeli, 1847’de yazdığı “Tancred” isimli eserde, Kitap IV, Bölüm I’de, “Kıbrıs’ın tasarrufu, İngiltere’ye, Akdeniz içinde hakimiyet etkisi sağlayacaktır ve Doğu Akdeniz’in gelecekteki kaderini onun ellerine teslim edecektir.” kehanetinde bulunur ve 1868 yılında Başbakan olur olmaz ilk işi, bu kehanetini öncelikli bir hedef olarak İngiliz İmparatorluğu’nun yapılması gereken işler listesinin ilk başına yazmak olur.
İngiliz İmparatorluğu, adayı askeri güçle alamayacağını bildiği için pusuya yatar ve Osmanlı İmparatorluğunun zayıf bir anını kollamaya başlar.
Beklediği fırsat 1878 Osmanlı Rus savaşı ile önüne çıkar. İngiliz İmparatorluğu hem adayı ele geçirmek, hem de Hindistan ticaret yolunu tekrar açmak için Osmanlı İmparatorluğunun yanında yer alır ve Berlin Konferansı ile tüm isteklerine uluslararası geçerlilik kazandırır. Artık ada İngiliz kirasındadır. Lozan anlaşması ile de adadaki kiracılık statüleri de son bulur ve adanın mutlak hakimi ve sahibi olurlar.
20.ci yüzyılın ortalarına doğru, İngiliz İmparatorluğu, 2.ci dünya savaşından sonra dünyayı saran bağımsızlık hareketinden nasibini almaya başlar ve tüm sömürgelerine bağımsızlık yolunu açar.
Bağımsızlık isteyenlerin arasında Kıbrıs da vardır. Kıbrıs’ta yaşayan ilk halkın anavatanları olan Türkiye ve Yunanistan ile üçlü görüşmeler yapan İngiltere adaya bağımsızlık vermeyi kabul eder. 1959’da başlayan “Cumhuriyet” görüşmeleri sonrasında taraflarca imzalanan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşmasının eklerine göre adada, “Akrotiri” (Ağrotur) ve “Dikelya” olmak üzere 9.99 mil kare tutan iki üs bölgesi “İngiliz Hükümran toprağı” olarak ayrılır. Ayrıca Akrotiri Üssünde bulunan havaalanının kendine has uluslar arası bir FIR hattı tescil edilir.
Gerek İngiliz hükümeti, gerekse de ABD hükümeti, Akrotiri üssünü Ortadoğu’ya yönelik askeri harekatlarda ve uçuşlarda lojistik destek ve ikmal havaalanı olarak kullanmaya başlarlar.
1974 yılındaki Barış Harekatı ile adadaki güç dengeleri bozulur ve adanın kuzeyinde Türk ordusu konuşlanmaya başlar. Türkiye Cumhuriyeti gerek duyduğu anda ordusu için Mağusa bölgesindeki Geçitkale havaalanını ve donanması için de Mağusa ile Girne limanlarını kullanabilir konuma gelir.
2003-2004 yıllarında adada BM’nin hazırladığı Annan Planı rüzgarları esmeye başlar. BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adını taşıyan “Annan Planı”, adada “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”ni öngörmektedir. Referanduma sunulan 9000 sayfalık Annan Planı’nın “Giriş” sayfasında yer alan ön koşullar bölümündeki -5- maddeden bir tanesi, Akrotiri ve Dikelya İngiliz üslerinin söz konusu Annan Planı dışında kaldığını ve üzerlerinde asla tartışma yapılamayacağını emretmektedir.
İngilizlerin ilk işleri, Kıbrıs adası üzerindeki “Hükümran” topraklarını her tür tartışmanın ve anlaşmanın dışında tutmak olmuştur.
Reddedilen Annan Planı referandumu yapıldıktan 6 gün sonra adanın üçte ikisini ellerinde tutan 750,000 nüfuslu Rum halkının oluşturduğu Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti AB’ye girer ve ada topraklarının %65’i AB kontrolü altına geçer.
AB içindeki Siyasi grubun başını çeken Fransa, 2005 yılında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinden askeri üs ister ve yapılan antlaşma ile Baf bölgesindeki Andreas Papaandreu Askeri Havaalanı Fransa’nın kullanımına verilir.
2006 yılında ise bir İskandinav ülkesi olan Norveç, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ne başvurarak, askeri üs istediğini dile getirir.
Kıbrıs adası, uzaklardaki ülkelerin bile üs elde etmek için yanıp tutuştuğu, çok önemli bir konumda bulunan stratejik bir yer. Aynı şekilde Türkiye de dünya üzerinde Jeopolitik ve Stratejik olarak çok önemli bir konumda yer almakta.
Ada ile alakası olmayan, adada yaşayan insanlarla kan bağı, akrabalıkları olmayan ülkeler adada üs kurmuşken ve diğerleri üs kurabilmek veya havaalanlarını askeri amaçla kullanabilmek için sıraya girmişken, Türkiye Cumhuriyetinden, adada bulunan askerini geri çekmesini istemek ve Türkiye’nin adadaki haklarından vazgeçmesini talep etmek sadece bir saf dillik ve art niyettir.
Bu asla gerçekleşmeyecek bir Rum rüyasıdır sadece.
Hiçbir T.C. Hükümeti böyle bir adımı atmayı aklından bile geçirmez veya geçirse bile asla yaptırmazlar.