The conflict in Cyprus has been ongoing for the past 52 years. Yet still there seems to be no sign of a settlement and no hope for one as well. Cyprus became part of the Ottoman Empire in 1571 and more than 300 years later, it was leased to Britain by Turkey with the agreement that Cyprus was to be returned to Turkey when Britain no longer wanted it. Britain ruled Cyprus as a protectorate until 1914, when Turkey sided with Germany in the Great War. Britain then an-nexed Cyprus and assumed sovereignty, ruling it as a colony until 1960 when it became an independent republic.
Although Cyprus has historically never been part of any Greek state, the population of Cyprus was changed dramatically by the Brit-ish once Cyprus became a Crown Colony. The British began to allow Greeks to settle in Cyprus and communities were set up in Greece to encourage people to move to the island of Cyprus. Greek Cypriots be-came a majority on the island of Cyprus and remain so today.
Around mid 1950s Britain decided to hand sovereignty over to the inhabitants of the island. Her decision was to transfer sovereignty jointly to the Turkish and Greek Cypriot peoples, for the “creation of an independent, partnership state in Cyprus.”
It was on this basis that the constitution of 1960 was negotiated and the Treaties of Guarantee, Alliance and Establishment were fina-lized. It was at this point that the Republic of Cyprus came into being as an independent partnership state.
The agreements that were made were based on equality and partnership between the two people in the independence and sove-reignty of the island. The 1960 constitution required joint presence and effective participation on both sides in all organs of the state to be le-gitimate. Neither community had the right to rule other the other, nor could one of the communities claim to govern the other. The aim of the basic articles of both the constitution and the subsequent treaties was to safeguard the rights of the two peoples as equals.
It was hoped that the two peoples of the island and their new partners would be able to live peacefully together under this new polit-ical partnership. It soon became obvious that this was not going to be possible. It became clear that the Greek Cypriots and Greece did not intend to abide by the constitution. They did not give up their ambition for the annexation of the island to Greece, and the Greek Cypriot lea-dership sought to unlawfully bring around constitutional changes. In effect, this would negate the “partnership” status of the Turkish Cy-priots and clear the way for annexation with a Turkish minority. The only way that the Greek Cypriots could achieve their aims was to de-stroy the legitimate order, by the use of force, and to overtake the joint-state. The rule of law collapsed on the island in 1963 as a result of a ruling by the Supreme Constitutional Court of Cyprus.
The Turkish Cypriots took the Greek Cypriots to court because the Greek Cypriots refused to obey the mandatory provision of separate municipalities for the two communities. The court ruled against the Greek Cypriots, and as expected they ignored the courts’ ruling.
After this the Greeks tried to get eight basic articles of the 1960 Agreement abolished. These articles were there to protect the Turkish Cypriots, and so by removing them the Turkish Cypriots would be re-duced to a minority subject to control by the Greek Cypriots. Christmas 1963 saw Greek Cypriot militia attack Turkish Cypriot communities across the island killing many men, women and children. Around 270 mosques, shrines and other places of worship were desecrated. The constitution became unworkable, because of the refusal on the part of the Greek Cypriots to fulfill the obligations to which they had agreed. The bi-national republic which was imagined by the Treaties ceased to exist after December 1963. The Greek Cypriot wing of the “partnership” State took over the title of the “Government of Cyprus” and the Turkish Cypriots, who had never accepted the seizure of power, set up a Turkish administration to run their own affairs. In the end, the Greek Cypriot state was internationally recognized under the title of the “Government of Cyprus,” was brought into the EU, and the Turkish Cypriots were forced in 1985 to unilaterally declare their own administration under the name of the “Turkish Republic of Northern Cyprus,” which still is not recognized.
The two main peoples on Cyprus, the Turks and the Greeks, share no common language besides English, no common religion and no common literature, nor do they, except on the surface, share any common culture, from the past until the present. A “United Cyprus” is a utopian idea that has no hope of realization.
AB’den gelen haberler çok ilginç.
Açıkça Ercan Havaalanının ve Gazimağusa limanının yasal limanlar haline dönüştürülmesini istiyorlar ve bu konuda resmen Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine baskı yapmaya başladılar.
Bu amaçla da işi şansa bırakmamak için AB Dönem Başkanı Almanya, AB Komisyonu ve Güney Kıbrıs arasında konuya ilişkin gerçekleştirilen görüşmeler sırasında, Komisyon, Rum hükümetinden, “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”ne Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin de onay vermesini istedi. Onayın arkasından da KKTC’deki limanlar ile Ercan Havaalanı’nın faaliyete geçmesini “yasal hale getirecek” bir yasa tasarısını Rum Meclisi’ne sunmasını talep ettiklerini dile getirdiler.
Şimdi Tüzüğün kabul edildiği 26 Nisan 2004’den beridir ilk defa, tüzüğün Avrupa Konseyi’nde oybirliğiyle onaylanması olasılığı çıktığı ortaya. Hediyesi olarak Rum tarafına bir de şantaj var. Oybirliğine katılmazsan, olacakları sen düşün diyorlar.
Papadopulos hükümeti işin başında Komisyonun bu önerisini reddettiğini belirtti. Taktiği eski bir Bizans uygulaması. Önce “Hayır” deyip nazlanmak, sonra da birkaç tane taviz koparıp “Evet”e lütfen razı olmak.
Bu sefer, AB Komisyonunun Rumların nazını çekmeyeceği ve Rumların “Hayır” demeleri durumunda da “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün 133.cü maddeye göre oylanıp “Oyçokluğu” ile kabul edilmesi yoluna gidecekleri kesin gözüküyor.
“Doğrudan Ticaret Tüzüğü” AB Komisyonu tarafından Oybirliği yerine “Oyçokluğu” ile kabul edilirse ortaya iki tane büyük sorun çıkacaktır.
Sorunlardan birincisi; KKTC hava ve deniz limanları, “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” nün “Oyçokluğu” ile onaylanmasından sonra gene “Korsan” liman olmak özelliklerini devam ettirecek olmasıdır.
Limanlarımızın, “Yasal liman”lar olabilmeleri için, mevcut uluslar arası kurallara göre adanın meşru hükümeti olarak kabul edilen Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti hükümetinin buna izin vermesi gerekmektedir.
Limanlarımız “Yasal” hale gelmediği müddetçe de izolasyonlar ve ambargolar devam diyor ve kaldırılmamış olacaktır. AB’nin limanlarımızı yasal limanlar olarak ilan etmek yetkisi maalesef yoktur. Bu yönde bir karar bile alsa, bu karar BM genel kurulunda onaylanmadığı müddetçe hiç bir geçerliliği olmayacaktır.
Oybirliği olmadığı, Rumların muvafakati alınmadığı ve Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti limanlarımızı yasal liman olarak ilan etmediği müddetçe, “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” kendisinden bekleneni veremeyecektir.
İkinci sorun ise Türkiye ile ilgili. “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” oyçokluğu ile kabul edildikten sonra, AB Komisyonu veya Dönem Başkanı Almanya, Tüzüğün kabul edilmesine karşılık olarak Türk hava ve Deniz limanlarının, Rum bayraklı uçak ve gemilere açılmasını isteyecektir. Bırakın ertesi günü, hemen ve derhal, tüzüğün kabul edildiği gece isteyeceklerdir Türk limanlarının açılmasını.
Türkiye şu anda, 17 Aralık 2004 ve 3 Ekim 2005 tarihlerinde imzaladığı Katılım Ortaklık Belgesi ve Katılım Müzakere belgesi içinde yer alan limanlarını açmak koşulunu, 26 Nisan 2004’de kabul edilen ama Rumların engellemelerinden dolayı bir türlü uygulamaya konamayan “Doğrudan Ticaret Tüzüğü” nedeni ile yerine getirmiyordu.
Rumların onayı ile “Oybirliği” yerine, “Oyçokluğu” ile kabul edileceği gözüken “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”, Türkiye’nin “KKTC üzerinden İzolasyonlar ve Ambargolar” kaldırılsın talebine ve koşuluna karşılık, oyçokluğu ile onaylanması durumunda Türkiye’nin manevra alanını bayağı daraltacaktır.
Türkiye’nin, top daha kucağına düşmeden, bu konuda hemen bir açıklama yapması ve Rum hükümeti, “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nü oybirliği ile onaylamayıp, KKTC’deki limanlar ile Ercan Havaalanı’nın faaliyete geçmesini “yasal hale getirecek” yasayı Rum Meclisi’nden geçirtmediği müddetçe, limanlarını Rum gemi ve uçaklarına asla açmayacağını, bu konudaki “Kırmızı çizgisi” olarak belirtmesi gerekmektedir.
Son günlerde Papadopulos bayağı sıkıştı. İlk günlerdeki başarılı gibi gözüken siyaseti, başına yeni belalar sarmaya başladı.
AB içinde, yeni ortak üye olarak kendisine duyulan saygı da, güven de erozyona uğramaya başladı.
Bunun üstüne üstlük bir de Türkiye’nin, “Ne pahasına olursa olsun AB üyeliği” felsefesinden vazgeçmesi ve “AB üyeliği olsa da olur, olmasa da olur” havasına girmesi, Papadopulos’un bütün ileriye dönük stratejisini bozdu, taktiklerini sıfırla çarptı.
AB içindeki etkinliği ilk güne kıyasla bayağı azalan Papadopulos, Avrupa’da inişe geçmiş olan güven ve saygı eğrisini tekrar yukarı döndürmeye ve yönünü değiştirmeye çalışıyor. Artık Brüksel’de perde arkasında ve kulislerde, “Bıktık bu Kıbrıs’lı Rumlardan” diyenlerin sayısı dikkate değer bir miktara ulaştı.
Brüksel’den gelen bariz haberler, AB dönem başkanı Almanya’nın, KKTC’nin AB ile doğrudan ticaret yapmasını sağlayacak kararın 133.cü maddeye göre “Oybirliği” ile değil “Oyçokluğu” ile alınmasına kapı açacak bir formül üzerinde çalıştığını gösteriyor.
Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn geçen hafta, Annan Planı Referandumundaki sonuç dikkate alınarak, daha aralarına Rumlar girmemişken, kendi inisiyatifleri ile Kıbrıs’lı Türklerin içinde bulundukları ambargo ve izolasyonları kaldırmak amacı ile Doğrudan Ticaret Tüzüğünü ve Mali Yardım tüzüklerini kabul ettikleri temelde, yani AB’nin üçüncü devletlerle ticari ilişkilerinde uygulanmakta olan 133. maddesi temelinde, kararın “Oybirliği” yerine “Oyçokluğu” ile alınmasında ve Kıbrıs Türk halkı ile ticari ilişkiler kurarak, ticaretin doğrudan KKTC limanlarından yapılmasının onaylanmasında, hem kendinin hem de komisyonun ısrarlı olduğunu açıklamıştı.
AB’nin bu beklenmeyen davranışı Kıbrıs’lı Rumları bayağı telaşlandırdı. Bu gerçekleşirse ellerinde sıkı sıkıya tuttukları “veto kozları” sıfırla çarpılmış olacak.
Bu nedenle son birkaç aydır, mazlum rolüyle ve işgal altında olan ülke ağlamaları ile Kıbrıs konusunu tekrar gündeme getirmek ve ilgi çekmek peşindeler. Gece gündüz, Başpiskopos Hrisostomos’un yönetiminde Türkiye’nin kendilerine yeni kozlar vermesi için topluca dua da ediyorlar.
Yıllardır uyguladıkları Bizans politikaları ve stratejileri hiç değişmedi. Kıbrıs’lı Rumların son aylar içinde attıkları planlı adımlar, Kıbrıs sorununu yeniden uluslararası gündemin üst sıralarına oturtmaya yönelik. Bu adımlar;
a- Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin tek taraflı ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgelerinde petrol ve doğalgaz aramaları ile ilgili anlaşmalar yaparak Türkiye’nin yüksek sesle itiraz etmesinin sağlanması,
b- 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşmalarına aykırı bir yöntemle tek taraflı olarak Fransa ile savunma işbirliği anlaşması yaparak, Türkiye’nin garantörlük haklarının sulandırılması,
c- 8 Temmuz Gambari süreci sonucunda mutabakata varılan Teknik komitelerin ve Çalışma gruplarının işlerlik kazanmaması için sudan bahanelerle ve uçuk taleplerle çalışmaların engellenmesi,
d- 1964 tarihli Lokmacı Barikatının güneyinde yer alan Ledra Sokak’taki duvarı yıkması ve geçişlerin başlaması için Türk askerinin geri çekilmesini koşul olarak ortaya koyması,
e- 33 yıllık kayıp çocuk Hristakis Yeorgiu hikayesini ortaya atarak, mazlum rolünü oynama soyunması,
AB dönem başkanı Almanya’nın, Kıbrıs’taki çıkmazın mimarının Papadopulos olduğunun ilan etmek düşüncesi var ve bu da en sona sakladıkları kararları. Halen AB Komisyonu, İngiltere ve sorumluluğu Lefkoşa’nın omzuna yüklemek istedikleri bilinen bir grup AB üyesi ülke, buna şimdiden olumlu gözle bakıyor ve destek veriyor.
Rumlar “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün Kıbrıs sorununda, “KKTC’nin kendi ayaklarlı üzerinde durabilmesi ve ambargoların kaldırılması” şekline dönüşebileceğinden korkuyorlar. “Doğrudan Ticaret Tüzüğü”nün ilk günkü hali ile ve “Oyçokluğu” ile kabul edilmesinin, aşamalı olarak KKTC’nin ekonomik özerkliğini ve siyasi açıdan yükselmesini gündeme getireceği endişesindeler.
Perşembe gecesi Rumların, daha önceki tüm direnmelerin karşın, “Lokmacı Barikatı”nın karşısındaki duvarı yıkmaları gerçekte bir “İyi niyet” gösterisi değil, tam tersine köşeye sıkışmış olduklarının çok açık bir ifadesidir.
Şimdi KKTC Hükümetine ve endirekt olarak Türkiye’ye “Ben barikatı kaldırdım. Geçiş isteniyorsa Türkiye de şimdi o noktadan askerlerini geri çeksin ve çözüm yolundaki iyi niyetini göstersin” diyor.
Rumların Bizans taktikleri ve hedefleri belli.
Konuyu döndürüp dolaştırıp adadaki Türk askeri varlığına getirmek ve Avrupa’da mazlum rolü ve toprakları işgal altındaki zavallı rolünü oynayarak “Çözüme mani olan işgalci Türkiye’dir” temasını işlemek ve aleyhindeki olumsuz havayı olumluya çevirmek.
Tabi yılların “Çoban ve kurt hikayesi”nde olduğu gibi artık bu safsatalarına inanacak birini bulabilirlerse.
The island of Cyprus was not divided in 1974 but in 1963, im-mediately after attacks by armed Greek Cypriot militia on Turkish quarters and unarmed Turkish Cypriot civilians.
The notorious wall of Ledra Street and the Lokmacı Barricade, in the very heart of the Venetian-built old city of Nicosia, were constructed early in 1964.
The Ledra Street eyesore represents the division for the Greek quarter just as its counterpart, the Lokmacı Barricade, does for the Turkish, and was the first checkpoint between Turkish and Greek Cy-priots.
Both barriers remained for 43 years, but the Greek guard post and the notorious wall in the Greek quarter at the bottom of Ledra Street, like Lokmacı, is now history.
There has been a great deal of stubbornness from both sides re-garding the opening of the crossing point for over a year.
During the years of division the buildings beyond the former checkpoint reached an extremely state of dilapidation, thus the area had to be closed to the public for some time while the necessary
What happens next is not just a matter for the Turkish Cypriot side; the Greek Cypriot administration is demanding progress in the opening of a new checkpoint, which will probably be named the Ermou, Lokmacı or Ledra Street crossing.
Discussions have not yet reached the thorny issues of local mili-tary disengagement or the removal of provocative signs and symbols, as demanded by the Greek Cypriot side.
Greek Cypriots insists on Turkish and Turkish Republic of Northern Cyprus (KKTC) flags and symbols being removed from the area, a demand which angered the Turkish side. These issues may well prove to be a stumbling block to an early opening of the crossing, with the Turkish Cypriot side objecting to the Greek Cypriot administration’s telling them what can and cannot be done on “their side” of the crossing.
Furthermore the UN Force in Cyprus (UNFICYP) had differences with the Turkish Cypriots regarding the interpretation of the mapping of the buffer zone, leading to a high-level agreement in early 2006 to resolve the dispute.
Although the UNFICYP still receives patrol reports highlighting these differences, it is obvious that the Greek and Turkish sides had different opinions on the buffer zone’s delineation.
For example, the Greek Cypriot administration saw the recently demolished Turkish bridge as being within the UN buffer zone, whereas the UN did not. The opening of Ledra Street is inevitable, but may take a little more time.
The main issue for the two sides to match their criteria for the opening of the crossing point is whether this would mean the demilita-rization or disengagement of military forces.
It seems clear that the “Guns and Boots” will form the core of fu-ture negotiations on the Ermou, Lokmacı or Ledra Street crossing.
However, this should not be used by the Greek Cypriot adminis-tration in such a way that it draws attention away from what is really happening.
Real issues, such as what is going on in Brussels, the final deci-sion of European Union Enlargement Commissioner Olli Rehn con-cerning direct trade and the euro fiasco, should top of everyone’s agendas.
In fact the whole exercise was perfectly timed to distract observers from the shambles the Greek Cypriot administration has got itself into over the EU and direct trade with the Turkish Cypriots.
Kıbrıs konusunda AB yavaş yavaş uyanmaya ve Rumlara nasıl alet olduğunu fark etmeye başladı. Doğrudan Ticaret Tüzüğü hem Rumlar için hem de AB için tam bir baş ağrısı konumunda şimdi.
Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları Konseyi, üye olarak aralarında Rumların daha yer almadığı 26 Nisan 2004 günü, Annan Planı Referandumu sonucunu dikkate alarak, kendi inisiyatifleri ile Kıbrıs’lı Türklerin içinde bulundukları ambargo ve izolasyonları kaldırmak amacı ile Doğrudan Ticaret Tüzüğünü ve Mali Yardım tüzüklerini kabul etmişlerdi. Aradan beş gün geçtikten sonra AB’ye resmen katılan Rumlar, diğer AB üyelerine fark ettirmeden ve de kandırarak yaptıkları öneri ve ilavelerle söz konusu Tüzükleri işlemez hale getirip, iyice bozdular.
Tüzükle alakası yokken Mağusa Limanının ortak çalıştırılmasını ve buna karşılık olarak da Maraş’ın Rumlara iadesini Tüzükle ilişkilendirdiler ve Tüzüğün içine sokuverdiler.
İlk günlerin balayı kandırmacaları artık geçti. AB oyuna getirildiğinin ve Kıbrıs konusunda Rum çıkarlarına alet edildiğinin farkına varmaya başladı.
Şimdi Doğrudan Ticaret Tüzüğü konusunda AB Komisyonu ile Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin resmen yollarının ayrıldığı ve artık aralarındaki görüş ayrılığının büyük boyutlarda olduğu iyice belirginleşti. Kıbrıs Rum Yönetimi ile Komisyon arasındaki bu görüş ayrılığının sonucu olarak, Komisyon, “Ticaret Tüzüğü”nü, Komiser Günther Verheugen’in ilk önerdiği hali ile ve de değiştirilmeden, ilk günkü gibi onaylanması konusunda ısrarlı ve bu görüşte taviz vermemek kararında.
Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn, tüzüğün 2004 önerileri temelinde, yani AB’nin üçüncü devletlerle ticari ilişkilerinde uygulanmakta olan 133. maddesi temelinde, kararın oy birliği yerine oy çokluğu ile alınmasında ve Kıbrıs Türk halkı ile ticari ilişkiler kurarak, ticaretin doğrudan KKTC limanlarından yapılmasının onaylanmasında ısrar ediyor.
Rehn bu konudaki ısrarlı ve kesin tutumunu, sözcüsü aracılığıyla yaptığı, “Tüzüğün Komisyon önerileri temelinde onaylanmasının zamanıdır” açıklaması ile hem ortaya koydu hem de Rumlara açık bir politik mesajını verdi.
Buna karşın AB Dönem Başkanı olan Almanya, Rumların endişelerini ve tezlerini dinledikten sonra, AB ile KKTC arasında Doğrudan Ticaret Tüzüğü”ndeki çıkmazın aşılması ve anlaşmaya varılması hedefiyle öneriler üzerinde çalışmalar başlattı.
İşin garip tarafı “Eşitlik, İnsan Hakları, Demokrasi ve Hukukun üstünlüğü” ilkeleri ile kurulmuş olan AB’nin, biz Kıbrıs’lı Türklerin devleti olan KKTC’nin resmi görüşlerini almadan bu çalışmayı başlatmasıdır.
Dönem Başkanı Almanya, bölünmeyi güçlendirir gerekçesi ile KKTC’yi muhatap almaktan kaçınırken, bu kaçınmanın da aslında aynı etkiyi yaptığını ve bölünmeyi güçlendirdiğini fark etmesi gerekmektedir. KKTC ne kadar yok ve Rumların ağzı ile “sahte” addedilirse, ayrılık da o denli derin ve keskin olacaktır.
Almanya bu işi çözmek istiyorsa, KKTC’nin de görüşünü almak zorundadır. Zaten AB’nin temel prensipleri de bunu gerektirmektedir.
İngiltere, İsveç, İspanya, Slovakya, Finlandiya, Malta ve Danimarka, Rumlar tarafından kendilerine söylenen yalanların ve bunun sonucunda düşürüldükleri tuzağın farkına vardılar ve şimdi Kıbrıslı Türkler üzerindeki izolasyonların ve ambargoların kalkmasının Ankara Protokolü’nün hayata geçirilmesi ile bağlantılı olduğunu kabul ediyorlar.
26 Nisan 2004’de kabul ettikleri Doğrudan Ticaret Tüzüğüne ve Mali yardım Tüzüğüne dayalı olarak 17 Aralık 2004 ve 3 Ekim 2005 Türkiye-AB katılım müzakereleri çerçevesinde Türkiye’nin “İzolasyonlar kaldırılacaktır” güvencesi ile “Limanlarını, Rum gemi ve uçaklarına açacağı” taahhüdünü verdiğinin farkına varmışlardır.
Tabi Rumlar şimdi tüm kollardan hücuma geçerek, bu farkındalığı bozmaya çalışıyorlar ve kendi özel koşullarını öne sürmek için ortam yaratmaya çalışıyorlar. Ortamı hazırlayınca, ki bence bu çok yakın bir zaman dilimi içinde olacaktır, Dönem Başkanlığı’na ve Komisyon’a Doğrudan Ticaret Tüzüğünü iyice sulandıran, Kıbrıs’lı Türklerin AB ile yapacağı Doğrudan Ticareti baltalayacak veya kağıt üstünde kalmaya mahkum edecek başka alternatif öneriler sunacaklardır.
Bu önerilerin temelini, Kıbrıslı Türklerin AB’ye ihraç etmek istedikleri ürünlerinin, Yeşil Hat Tüzüğü uyarınca Limasol veya Larnaka limanı üzerinden gönderilmesi ve bu ürünlerin çeşit yelpazesi ile sayısının artırılması teşkil edecek.
Yani gene karşı önerilerin özünü Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nü sulandırmak teşkil ediyor.
Buna karşın Rumların Bizans oyunlarından bıkan Finlandiyalı Komiser Olli Rehn, Doğrudan Ticaret Tüzüğü konusunda genel bir görüşe sahip ve 26 Nisan 2004’de taahhütler üstlenildiğini açıkça belirterek tüzük(ler) ile ilgili kararların en yakın zamanda alınması gerektiğini ısrarla savunuyor.