Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti adına temsiliyet

Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti adına temsiliyet

Avrupa Eğitim Sendikaları Konfederasyonu’nun Eğitim Komitesi ETUCE, daha evvel başlatmış olduğu “Sosyal Diyalog” projesi kapsamında, Malta’da 28 Mayıs tarihinde AB üyesi tam ve aday ülkelerin Eğitim Sendikaları Başkanları ile işverenlerin yani Eğitim Bakanlarının katılacağı bir toplantı düzenliyor. Bu toplantı genel projenin üçüncü aşamasını oluşturuyor.

 

Söz konusu “Sosyal Diyalog” projesine başından beri KTOES ile KTÖS’da  katılıyor. Katılma nedenleri de Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası ile Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası’nın, Kıbrıs Rum tarafı AB üyesi olmadan önce, ETUCE’ye tam üye olmuş olmaları. Zaten daha evvel tam üye olmuş olmasalardı, Kıbrıs’lı Rumlar bizim sendikaları, Avrupa Eğitim Sendikaları Konfederasyonu’nun kapısından bile içeri sokmazlardı.

 

Burada ilginç olan veya dikkat edilmesi gereken püf nokta, KTOES ile KTÖS’ün Avrupa Eğitim Sendikaları Konfederasyonu’na olan üyeliklerinin, Cumhurbaşkanının Papadopulos olduğu Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti şemsiyesi altında olması.

ETUCE’deki kayıtlara göre şu anda AB’nin tam üyesi olan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinden, Türklerden iki (KTOES ile KTÖS), Rumların ise üç Eğitim Sendikası Konfederasyonun üyesi.

 

ETUCE, proje kapsamında 28 Mayıs’ta Malta’da yapılacak toplantıya hem Sendika Başkanlarını hem de Eğitim Bakanlarını davet etmek zorunda. Bu nedenle de Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinden Milli Eğitim Bakanı Pefkios Yeoryiades davet edilirken, KKTC Milli eğitim bakanı Sn. Canan Öztoprak davet edilmedi.

Yapılan başvurular sonucunda Sn. Canan Öztoprak’ın, KKTC Eğitim Bakanı olarak değil ama Kıbrıs Türk toplumunun Eğitimden sorumlu kurumunun başındaki kişi olarak toplantıya gözlemci statüsünde davet edilmesi düşüncesi oluştu ve girişimler başlatıldı.

 

Avrupa İşçi Sendikası Eğitim Komitesi ETUCE’nin 16–17 nisan’da Brüksel’de yaptığı ön toplantıda, 28 mayıs’ta Malta’da yapılacak ilgili Sendika Başkanları ve Eğitim Bakanlarının iştirak edeceği toplantıya Kıbrıs Türk Eğitiminden sorumlu kişinin yani Bakan Sn. Canan Öztoprak’ın gözlemci statüsü ile katılması konusu gündeme getirilince, Rumlar karşı çıkarlar ve öneriyi derhal reddederler.

Ellerinden gelse, Kıbrıs Türk Eğitim Sendika temsilcilerinin de katılmasına itiraz edecekler ama Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası ile Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası’nın, Kıbrıs Rum tarafı AB üyesi olmadan önce, Kıbrıs adına ETUCE’ye tam üye olmuş olmaları nedeni ile bu konuda bir şey yapamıyorlar.

 

Bütün itirazları Eğitim Bakanımız Canan Öztoprak hanımın toplantıya gözlemci statüsü ile katılacak olması. Rumların bütün endişeleri, Eğitim Bakanı Canan Öztoprak’ın Malta’da yapılacak toplantıya gözlemci statüsü ile katılacak olması bırakın KKTC’nin tanınmasını, Kıbrıs’lı Türklerin adada bir varlık olduğunun tanınması anlamına geleceğinden duydukları korkudan kaynaklanıyor.

Rumlar bir dönem iki toplumlu faaliyetlerin başını çektiği için alkışladıkları ve sonuna kadar destekledikleri ve her tür faaliyetlere davet ettikleri Sn. Canan Öztoprak’ı, şimdi Kıbrıs’lı Türkleri Bakan düzeyinde işveren olarak temsil edeceği için istemiyorlar.

 

 

Bir ara bulucu olarak ETUCE yönetiminin, Kıbrıs Rum ve Türk taraflarının soruna çözüm bulmaları amacıyla 21 Mayıs’ta konuyla ilgili ortak bir toplantı yapılsın teklifi ise Rumlar tarafından geri çevrildi. Kıbrıs’lı Türk meslektaşlarını muhatap bile almak istemiyorlar. Zaten hiçbir koşulda, bizlerin onlarla eşit düzeyde olduğumuzu bırakın kabul etmeyi düşünmek bile istemiyorlar.

 

Avrupa Eğitim Sendikaları Konfederasyonunun evvelki günkü toplantısında, konfederasyonun başkanı İngiliz Ronnie Smith’in önderliğini yaptığı bir girişimle, “Toplumsal Diyalog” programının üçüncü ayağına “Kıbrıslı Türklerin işveren tarafının” katılması önerisi yapıldı ve Rumların tüm itirazlarına rağmen, Başkan Smith’in kararlı tutumu sonucunda bu öneri kabul edildi.

 

Eğitim Bakanımız gözlemci olarak katılacağı bu toplantıya, kimin gözlemcisi olarak katılacak.

Konfederasyona üye olan sendikalarımız KTOES ve KTÖS, açıkça Kıbrıs (Rum Cumhuriyeti şemsiyesi altında üye olarak kayıtlarda gözüktükleri için, Eğitim Bakanımız Sn. Cana Öztoprak, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti içindeki Türk azınlığın eğitimden sorumlu işvereni olarak mı bu toplantıya katılacak yoksa KKTC’nin Milli Eğitim Bakanı olarak mı?.

19 Nisan 2007
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti adına temsiliyet için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

AB’de Türkçe hala resmi dil değil

AB’de Türkçe hala resmi dil değil

AB üyeliği süreci devam ederken Türkiye ve KKTC’de AB’ye olan güvenin ve isteğin her geçen gün azalmasının ana nedenlerinden biri de AB tarafından yapılan hatalar. Bu hataların başında, sınır sorununu çözmemiş Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin, AB’nin kendi kurallarına aykırı olarak Yunanistan’ın şantajı ile AB’ye tam üye olarak alınması ve tüm Komitelerin Rum ve Yunanlılar tarafından işgal edilmesi geliyor.

AB-Türkiye katılım müzakerelerinin aksamasına ve zaman zaman da çıkmaza girmesine tek neden Rumların ve Yunanlıların her aşamada ortaya koydukları ayak oyunları.

AB yapılan bütün girişim ve uyarılara rağmen Türkçe’yi, Türkiye’nin AB üyeliğinden bağımsız olarak ele almayı bir türlü gerçekleştiremiyor ve AB dilleri arasında yer almasını sağlayamıyor.

Türkçeyi bu gün aday ülke olan Türkiye’nin 70 milyonluk nüfusu yanında, Azerbaycan, Türkmenistan, Gagauz Yeri, Bulgaristan ve Yunanistan’daki Türkler ile kendileri AB vatandaşı olan ama devletleri AB’nin üye ülkesi olmayan KKTC halkı konuşuyor.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye olurken, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşmasına aykırı olarak iki toplumdan oluştuğunu ve Türkçe-Rumca olmak üzere iki tane resmi dili olduğunu saklayarak resmi dilini İngilizce olarak beyan etmiş ve Türkçe’nin önünü kesmiştir.

Rumların Türkçe konusuna sığ ve dar bakması, AB’nin de buna karşın, doğruları bile bile diretmek yerine “kolay olanı” seçmesi, bu fırsatın kaçırılmasına neden oldu.

Halbuki, Türkçe AB dilleri arasında yerini alsaydı KKTC’deki, Türkiye’deki ve  AB ülkelerinde yaşayan 6 milyon Türk’e ilaveten, kazanılacaktı.

AB aynı şansı Bulgaristan’ın üyeliği dolayısıyla kazandı ama gene kullanmasını beceremedi. Avrupa Parlamentosu’nda Bulgaristan’daki Türk azınlığı temsil eden milletvekilleri oturmakta ama, Türkçe gene AB dili olmadı.

 

Türkçe’nin bu şekilde AB dışında tutulması doğal olarak insanların “AB ne derece samimi?” diye sormasının başlıca nedenlerinden biri.

AB için olmazsa olmaz ‘sosyal devlet’ Türkiye için ‘olmasa da olur mu?’
AB yıllardır özellikle Lizbon Programı ilkeleri doğrultusunda sosyal alanda hem bir yandan tüm dünyaya örnek olma gibi oldukça iddialı hem de diğer yandan “sosyal devlet” ilkelerini tüm üyeleri için geçerli hale getirmeye özen göstererek benzersiz bir kalkınma politikasını uygulamaya çalışmakta. AB’nin üyesi olan ülkelerde çalışanlara gösterdiği özen nedense Türkiye’de çalışanlar tarafından “farke-dilmemekte”.

AB Komisyonu birçok alanda Türkiye’ye yönelik olarak uygulama eksikliklerini dile getirirken ve yerine getirilmeyen birçok konuyu takip ederken, nedense çalışma hayatı konusunda diğer alanlara kıyasla çok pasif.

Sendikal haklar, çalışma hayatına yönelik AB standartlarına uyma ve benzeri konularda Türkiye’de özellikle sendikacılar ve işçiler haklı olarak sormaktalar, “AB ne derece samimi?” diye.

Türkiye’de sendikal düzenlemeler halen 12 Eylül Dönemi’nden kalma yani “antidemokratik” bir konumda. Bu konuda AB çok daha titiz olsa sanırım çalışan yığınların da sempatisini kazanma şansı yüksek olurdu.

1 Mayıs 2007 günü Taksim Meydanı’nda da bu soruyu soran on binlerce emekçi olacak!

AB Kuzey Kıbrıs’ı kaybetmek üzere…

KKTC’de durum çok daha vahim. Annan Planı’nın Kuzey Kıbrıs’ta büyük bir çoğunluk tarafından desteklenmesinin ardından “izolasyonların kaldırılması” ile ilgili olarak verilen sözlerin tutulmaması AB’nin imajına büyük bir zarar vermiş durumda. AB yanlısı konumunda olanlar “AB ne derece samimi?” diye soran AB karşıtlarına cevap verebilmekte zorlanıyorlar.

İzolasyonların kaldırılması demek tüm Kuzey Kıbrıslı Türkleri kazanmak ve onların Kıbrıs’ta nihai bir barış için zaten var olan motivasyonlarını güçlendirmek demekti. Ancak şu anda yaşanan büyük “hayal kırıklığı” nedeniyle motivasyon “sıfıra” doğru inmekte.

Eğer yarın bir seçimde Kuzey Kıbrıs’ta “AB’ye karşı” olanlar iktidara gelecek olursa emin olun bu “AB’nin başarısı” olacak!

Evet bu yukarıda saydığım üç soruna değindikten sonra ben de soruyorum AB, “AB ne derece samimi?” sorusunun her geçen gün daha fazla sorulduğunun farkında mı?

19 Nisan 2007
AB’de Türkçe hala resmi dil değil için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Talat’ın yanıltıcı mesaj çabaları

Talat’ın yanıltıcı mesaj çabaları

Cumhurbaşkanı (CB) M. A. Talat, sistematik bir biçimde, dünyaya sanki Kıbrıs Türk Halkı ile Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri (KTBK) arasında bir sorun varmış ve adanın kuzeyinde bu nedenle sanki sorunlar yaşanıyormuş gibi mesajlar vermeye çalışmaktadır.

Bunu bazen vücut dili ile bazen TV kameralarına yansıyan hareketleri ile bazen de açıklamaları ile yapmakta.

 

Bu yöntem bana Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin (SSCB) 1970’li yıllarda Amerikan egemen bölgelerinde uyguladığı “Soğuk Savaş Taktikleri”ni hatırlatıyor. Bu modası geçmiş, “Halka bir fikri kabul ettirme Yöntemi”ni şimdi de bizim siyasilerimiz kullanıyor.

Kullanmasına kullanıyor ama zamanı ve mekânı çok yanlış.

 

CB Talat’ın daha Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez yaptığı ilk iş, Ramazan bayramında, Kıbrıs Türk Liderliğinin 1963’den beri Sancaktarla birlikte, 1974’ten beridir de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı ile beraberce Cumhurbaşkanlığında kabul ettikleri Bayram kutlamalarını, halka sormadan, halkın nabzını yoklamadan, “Ben yaparım olur” mantığı ile kaldırması ve ayırması oldu.

 

Arkasından 15 Kasım 2006 günü, KKTC Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının bir parçası olan Lefkoşa’daki törende, Güvenlik Kuvvetlerine (GKK) mensup Albay Barsakçı’nın yaptığı konuşmayı “Bu konuşmadan benim haberim yok” bahanesi ile CB Talat’ın alkışlamaması ve karşı tavır alması oldu. Maksat askerle arasında bir sorun olduğunu ima etmekti yoksa üzüm yemek değildi.

 

Birkaç ay evvel son yaşanan “Lokmacı Köprüsü” olayında ise CB Talat’ın askere sormadan aldığı karar ve yarattığı kriz, adeta dünyaya KTBK ve GKK ile ters düştüğü mesajının sinyallerini vermek üzerine kurulmuştu.

Tabi Rum siyasiler de hiç vakit kaybetmediler ve bu “Altın Fırsatı” çok iyi değerlendirdiler. DISY başkanı Anastasiadis yaptığı açıklamada, Lokmacı Barikatı’ndaki köprünün kaldırılması konusunda yaşananları, “Kıbrıslı Türklerin, Türkiye’nin Kuzey’deki kurulu düzenine ve askere karşı bir direniş eylemi olduğunu” ileri sürdü ve Avrupa Parlamentosu içinde üyesi oldukları Sosyalist gruba hemen bu yönde bir mesaj iletti.

 

Maraş konusu ve Maraş’taki Abdullah Paşa’ya ait mülklerin, Mağusa Mahkemesinin tespit kararı doğrultusunda Kıbrıs Türk Vakıflar İdaresinin yönetimine geçmesini önleyenin bizzat Talat’ın kendisinin olduğu iddiaları ise bu sorunun bir başka yüzünü oluşturuyor.

 

Sayın M. A. Talat’ın Lokmacı Köprüsü gerginliğinden sonra 1983 Anayasasının “Geçici 10.cu Maddesi”ni, yani Ateş Kes’in halen devam ettiği günümüzde, KTBK ve GKK’nin yetkilerinin tırpanlanması gerektiğini ortaya atması ise bu stratejinin son bölümün ilk aşamasını oluşturuyor.

Bu açıklama ile Kıbrıs Türk Halkına sormadan ve halkın görüşünü almadan konuyu Meclise getirerek tadil etmek, tırpanlamak veya kaldırmak istendiği açıkça belli. Bunu tartışmaya bile gerek yok. Şimdilik KKTC Meclisinde Anayasayı değiştirmek için gerekli olan 34 oy yok ve bu düşünceyi realiteye geçirmek olanaksız. Bu nedenle de konu “Zamanı gelince masaya konmak üzere” rafa kaldırıldı.

 

Zaten Sayın Talat’ın yurt dışına vermek istediği mesaj da KKTC’deki gerçeklerle bağdaşmıyor. Arkasında artık, Annan Planı ile estirilen pembe vaatler rüzgarları ile oluşturulan yapay halk desteği yok.

 

Ben, Türk askerini yani KTBK’ni ve GKK’ni adada istiyorum. Benim çevremdeki arkadaşlarım da istiyor. Benim gibi düşünen onlarca, yüzlerce, binlerce, on binlerce ve yüz binlerce Kıbrıs’lı Türk de yanıbaşında askerini istiyor.

Zaten bu lafları sadece ben söylemiyorum. Bu gerçek her ne kadar benim idealim olsa da, sadece bana ait bir düşünce değil.

 

Bunu söyleyen ve yazılı olarak açıklayan, 2006 sonunda Kamuoyu yoklaması yapan KADEM. 29 Ocak’ta açıklanan bu kamuoyu yoklamasında Siyasilere olan güven %19 civarında iken Askere olan güven yani KTBK’ne ve GKK’ne olan güven %96.

KADEM’in sonuçlarını, KKTC’nin 275,000 kişilik gerçek nüfusuna orantılarsak;

Talat’ın tezi olan Kıbrıs’lılığı benimseyenlerin oranı %3 yani 8,250 kişi, Kıbrıs’ta Federasyonu isteyenlerin oranı ise %20, yani 55,000 kişi.

 

Buna karşın Talat’ın istemediği ve benimsemediği adada 2 ayrı devlet kavramını, yani KKTC’yi benimseyenlerin oranı ise %65, yani 178,750 kişi. Halkımızın neredeyse üçte ikisi, yarıdan çok fazlası.

 

Veee, Askere, yani KTBK ve GKK’ya güvenenlerin oranı ise %96 yani 264,000 kişi.

Askerimizi bağırlarına basanların ve adadaki varlığımızın KTBK ve GKK’sız olmayacağına inananların oranı %96 ve sayısı tamı tamına da 264,000 kişi.

 

Bu da demektir ki, CB Talat gibi düşünenlerin, yani askerle aramızda sorun var diyenlerin oranı %4 ve buna denk gelen sayı ise sadece 11,000. Bu da CB’nın etrafındaki küçük bir azınlıktan öteye değil demektir.

Yukarıda da yazdığım gibi artık CB Talat’ın arkasında halk desteği yok. Askerle sorunu var ise o kendi sorunudur ve kendisi her ne kadar Cumhurbaşkanı ise de bu sorun Kıbrıs Türk Halkı’nın ezici çoğunluğunun sorunu değildir.

 

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Halkının %96 gibi ezici bir çoğunluğu askerimizi yani KTBK’ni ve GKK’ni yanıbaşında istemekte ve bağrına basmaktadır. Aslında verilmesi gereken mesaj da budur ve bu olmalıdır.

CB Talat, bir KKTC gerçeği olan bu mesajı vermek istemez ise bizler ne pahasına olursa olsun her fırsat ve koşulda bu mesajı vermeye devam edeceğiz.

16 Nisan 2007
Talat’ın yanıltıcı mesaj çabaları için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

OTTOMAN MONUMENTS GROUNDED BY GREEKS IN CYPRUS

OTTOMAN MONUMENTS GROUNDED BY GREEKS IN CYPRUS

The heavy and loud Greek propaganda blames Turkish Cypriots for the destruction of Christian monuments with in the territories of Turkish Republic of Northern Cyprus but this one sided and in the majority of the cases, deceiving Greek propaganda never mentions the Ottoman or Turkish monuments destroyed by the Greeks.

 

In 1963 the Greek/Greek Cypriot ambition to achieve Enosis (the union of Cyprus with Greece), culminated in a terrible onslaught, with much bloodshed, on the unarmed Turkish Cypriot people, depriving them of their fundamental human rights, left thousands of them dead, wounded, missing and uprooted from their homes.

 

An important aspect of these attacks was the deliberate destruction of over 100 mosques, shrines and other precious Ottoman and Islamic antiquities. This took place in 103 towns and villages which the Turkish Cypriots were forced to abandon.

 

The persecution of Moslem Turks of Cyprus between 1963-1974, was put to an end after the rightful intervention of Turkey on 20 July 1974, in accordance with the Treaty of Guarantee.

 

The Greek Cypriot administration has, since 1963, been trying to eradicate all traces of the Turkish-Muslim heritage of Cyprus. During the period 1963-1974, called as the “Dark era” by the Turkish Cypriots, mosques, shrines and other holy sites scattered all over the island were destroyed.

 

Especially on March 9, 1964 the mosque called Cami-i Cedid (New Mosque) of Paphos, situated in the very centre of the town, built in 1902 by the Turkish Cypriots living in Paphos district was first bundled and burned to death and later grounded by a bulldozer.

 

The area, once the mosque was piously standing, converted to a car park and the new enlarged avenue named as “9th March Avenue”, on the memory of the destruction day.

 

The Turkish cemetery near by is under very poor condition with almost all the graveyards destroyed and gravestones broken to the size of a palm. This graveyard probably will face the same fate.

 

Mr. Van der Werff, General Rapporteur of the Sub-Committee on the Architectural and Artistic Heritage of the Committee on Culture and Education of the Council of Europe, who visited the island of Cyprus with a delegation of experts to study the situation regarding cultural property both in the North and the South, reported in paragraph 5.3 of his report, which was published as a document of the Council of Europe on 2 July 1989 (AS/CULT/AA(41)1) that “We saw no churches destroyed, though St. George in Limnia (in the North) was listed as such.”

 

The report further states that “We noted with regret the complete destruction of the main mosque in Paphos (in the South).

 

The whole area has since been flattened to give way for a widened road junction and a car park. There is no memorial to the existence of the mosque. Below the road a Turkish bath complex remains hidden in rubble and vegetation awaiting restoration. The Turkish cemetery nearby St. Sophia Mouttalos mosque is dilapidated.”

 

More recently, Ms. Vlasta Stepova, a Council of Europe Rapporteur on Cultural Heritage, who visited both sides of the island in November 2000, also confirmed that there is no “vandalism of cultural monuments” in the Turkish Republic of Northern Cyprus.

 

The very famous historical mosques, called Ömeriye and Bayraktar, named after the heroes of 1570 conquest of the town of Nicosia, experienced severe attacks of Greeks during the “Dark era”.

 

Greek Cypriots tried to knock down these two mosques by installing time regulated bombs, tried to burn down by repeated arson attacks but they resisted to survive. Now these beautiful shrines are disintegrating and left to die due to total neglect as the others.

16 Nisan 2007
OTTOMAN MONUMENTS GROUNDED BY GREEKS IN CYPRUS için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Rumlar petrol konusunu AB’ye taşıdılar

Rumlar petrol konusunu AB’ye taşıdılar

Bu ne sondur ne de ilk. Rumların her zamanki taktikleridir. Başları sıkıştı mı konuyu hemen Avrupa’ya taşırlar. Avrupalı ağabeylerinden yardım isterler.

 

Bu defaki gene aynı taktik ama yaptırım yöntemi biraz farklı. Bu sefer işi ağabeylerine yaptıracaklar. Konu güya petrol ve denizlerde Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmek ve anlaşmalar yapmak konusu. Tabi yerseniz.

 

Denizlerdeki hükümranlık ve ekonomik bölgelerin tanımlarının tespit edildiği ve Deniz Hukukunda köşe taşı olarak tanımlanan önemli birkaç yasa ve toplantı var.

Bunlar sırası ile 1736 İngilizlerin “Hovering Act”i, 1930 La Hey Kodifikasyon Konferansı, ABD Başkanı Truman’ın 1945’de yaptığı bildirisi, 1958 Cenevre Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi, ve 1982 III. Deniz Hukuku Konferansı [1982 United Nations Convention on the Law of the Sea (UNCLOS)].

 

Her ne kadar III. Deniz Hukuku Konferansında kabul edilen kurallar yani UNCLOS, günümüz deniz hukukuna temel teşkil ettiği söylense de ve de Dünya Denizcilik Teşkilatı, IMO’da bu kuralları uyguluyor olsa da, Türkiye 1982 tarihli III. Deniz Hukuku Konferansı sonuçlarına imza atmış değildir.

Nedeni de 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 121. Maddesi’nde yer alan hükme göre, üzerinde insanların sürekli olarak yaşamlarını sürdürdükleri adaların kendi kıta sahanlıklarına ve münhasır ekonomik bölge alanlarına sahip olması. Yani Ege’deki tüm Yunan adaları, küçük de olsa büyük de olsa, kıta sahanlıklarına sahip olacaklar ve Türkiye, Çanakkale Boğazı’ndan başlamak üzere İskenderun Körfezine kadar tüm denizlerden izole edilmiş olacak.

 

Türkiye Cumhuriyeti, UNCLOS’un kurallarının %99.9’unu uygulamasına rağmen, iş kıta sahanlığı konusuna gelince sadece altına imza attığı 1958 Cenevre Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi’ni geçerli kabul etmektedir.

Bunun nedeni de, 1958 sözleşmesine göre bir kıtanın veya anakaranın parçası olmayan adaların “Kıta Sahanlıkları” olduğu kabul edilmiyor, dolayısı ile kıta sahanlığı olmadığı için adaların “Münhasır Ekonomik Bölge”leri de olmuyor.

 

Kıta sahanlığı sorunu Ege’de halen mevcut ve Yunanistan’a ait Oniki adaların (Dodega nisi) kıta sahanlığı olmadığı için, Yunanistan Ege’de, kara sularını 12 Mil’e çıkaramıyor. Türkiye’nin verdiği notaya göre bu “Casus Belli” (Latincede Casus : Neden , Belli : Döğüş) yani açıkçası savaş nedeni, askeri bir ültimatom.

 

Türkiye’nin Akdeniz’deki kıta sahanlığı ve bu bölge ile birebir örtüşen Münhasır ekonomik bölgesi, Antalya körfezinin doğu kenarındaki Gazipaşa’dan Kaş’a veya Dalaman’a çekilen bir hatta dikey olarak Mısır’a doğru çizilen ve uzun kenarı 200 mil olan bir dikdörtgenin içi. Bu hakkı 1958 Cenevre Sözleşmesi ile elde etmiş.

Hakkı baki ve UNCLOS’a imza atmadığı için de halen geçerli.

 

Buna karşın AB, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti ile imzaladığı 10’uncu Protokol çerçevesinde tüm Kıbrıs’ı, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti egemenliğinde sayıyor ve KKTC’yi yok addediyor. KKTC topraklarını da Rumların henüz etkin kontrollerinin olmadığı “Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti” bölgesi olarak görüyor.

Rumlar lehlerine olan bu durumu fark ederek Türkiye’yi doğu Akdeniz sularından tamamen izole etmek için şimdi hukuksal adımlar atmaya başladılar. Özellikle kendilerine bu konudaki sağlam hukuksal temelleri, 16 Nisan 2003 tarihinde imzalanan ve on yeni ülkenin AB’ye Giriş Antlaşması ile eki olan Protokol 10’un ve UNCLOS’un sağladığını iddia ediyorlar.

 

AB parlamentosunda yer alan Sol İttifak (SYN) partili Yunan Avrupa Milletvekili Dimitris Papadimulis, konuyu AB’ye taşıdı ve komisyona Türkiye’nin UNCLOS’u yani 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne tabi olup olmadığını ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de UNCLOS’a göre komşu ülkeler ile ikili anlaşmalar yapmaya hakkı olup olmadığını sordu.

 

Tabi ki Olli Rehn de AB, uluslararası hukukta özne olarak yalnız Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımaktadır ve bu nedenle de Kıbrıs’ın başka ülkelerle ikili anlaşmalar yapması tamamen egemenlik hakkıdır yanıtını verdi.

Arkasından da sözlerine Türkiye’nin de AB’ye üye olduktan sonra Deniz Hukuku’nu tanımak zorunda kalacağını ilave etti.

 

Aslında Papadimulis’in isteği, AB’nin Türkiye’ye yaptırım uygulaması ve Türkiye’nin AB müktesebatı ve denizdeki anlaşmazlıkların halledilmesinin temeli olan Deniz Hukuku’nu (UNCLOS) derhal kabul etmeye ikna etmesidir.

 

Hem Yunanistan Ege’deki adalarının kıta sahanlığına sahip olabilmesi açısından, hem de Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti, 2003 Kıbrıs Cumhuriyeti-AB  Katılım Antlaşması  ek 10 No.lu Protokolünün adanın tümü üzerinde söz sahibi olduğunu belirtmesi nedeni ile, Türkiye ile KKTC arasındaki sularda egemen olabilmek ve komşuları ile Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmaları imzalayabilmek açısından konuyu canlı tutup her fırsatta masanın üstüne koyacaklardır.

 

Önümüzdeki aylarda, özellikle Türkiye’de yapılacak olan TBMM Milletvekili seçimlerinden sonra bu konunun masaya konması hiçte sürpriz bir gelişme olmayacaktır.

12 Nisan 2007
Rumlar petrol konusunu AB’ye taşıdılar için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3 kktc-tc-bayrak-4

Arşivler

Son Yorumlar