Tabi ilk sorunuzun “Eleni de kimdir?” diye sormak olduğunu çok iyi biliyorum.
Bu yazıdaki Eleni, şu bizim Eleni’dir. Hani seçilir seçilmez şov yapmak için kuzeye geçen, duvarların yıkılması için çaba göstereceğini ekran önünde birkaç yüz keredir tekrarlayan, Lefkoşa’nın Türk belediye Başkanı Cemal Bulutoğulları ile basına birlikte resimler verip, gülücükler dağıtan, Lefkoşa’nın birleşmesi için her şeyi yapacağını dile getiren, Papadopulos olmasa hemen ve derhal Lokmacı kapısını açacağı yalanını yüzü kızarmadan söyleyen ve hiç durmadan da halkların kardeşliğinden bahseden Eleni.
İyi Türkçe konuştuğu ve ikide birde KKTC’de yaşayan Kıbrıs’lı Türklerle ilgili sahte sevgi sözleri içeren cümleleri dile getirdiği için “Bizim Eleni” dediğim, birkaç ay evvelki seçimlerde AKEL-DİKO-EDEK ittifakının Lefkoşa Belediye Başkan adayı olan, seçimlerde eski başkan Zambelas’ı alt ederek seçimi kazanan ve 2 Ocak 2007’de Lefkoşa Rum Belediye Başkanlığı görevini devralan eski AKEL Milletvekili Eleni Mavrou.
İşte bu sahte yüzlü Eleni, daha birkaç gün evvel Lefkoşa’nın Rum ve Türk belediye Başkanları olarak tokalaştığı, yan yana durduğu, toplantılar yaptığı ve ortak basın bildirileri yayınladığı Lefkoşa Türk Belediye (LTB) Başkanı Cemal Bulutoğulları’nın İstanbul’da düzenlenecek olan “IV. Dünya Belediye Başkanları Zirvesi”ne “Lefkoşa Kıbrıs Türk Belediye Başkanı” sıfatıyla davet edilmesine karşı çıktı ve LTB Başkanı’nın Kıbrıs Türk Toplumu’nun “Lefkoşa Yerel Temsilcisi” olduğunu ortaya attı.
Yani açık ve net olarak LTB Başkanı Cemal Bulutoğulları’nın, Belediye Başkanı olmadığını ve sadece Lefkoşa’nın Türk bölgelerinin “Yerel Temsilcisi” olduğunu iddia etti.
Sadece iddia etse bir şey değil, üstüne üstelik bir de tüm yasaları çiğneyerek Lefkoşa Rum Belediyesi’nin, uluslararası topluluk tarafından tanınan Lefkoşa’daki tek belediye olduğunu öne sürerek, “Lefkoşa Kıbrıs Türk Belediye Başkanı” tabirinin uluslar arası hukuk kuralları, BM ve AB Kararlarına uygun olmadığını savundu, sonra da üşenmeden oturdu ve bir de resmi yazı yazdı.
İstanbul’da yapılacak olan bu “IV. Dünya Belediye Başkanları Zirvesi”ne katkı koyan İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a, 30 Mart 2007 tarihinde resmi bir yazı gönderdi ve yazıda Lefkoşa Türk Belediye Başkanı’nın 12- 15 Nisan 2007 tarihleri arasında İstanbul’da düzenlenecek olan “IV. Dünya Belediye Başkanları Zirvesi”ne davet edilmesini protesto etti.
Yazısında, kendisine gönderilen davetiyede “Lefkoşa Belediye Başkanı” değil de Lefkoşa Kıbrıs Rum Belediye Başkanı” ifadesinin yer almasından büyük üzüntü duyduğunu yazan “Bizim Eleni”, boyuna posuna bakmadan “Pozisyonunuzu yeniden değerlendirerek davet mektubunda doğru terminolojiyi kullanmanızı rica ediyorum” sözleri ile de gerçek yüzünü ve Kıbrıs’lı Türklere olan bakış açısını ortaya koydu.
Üstelik bu “Bizim Eleni” bu toplantıya katılmak için birkaç da şart koşmuş. Zirve sırasında kendi tabiri ile utanmadan yazdığı “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kontrolü altında olmayan bölge” tanımı ile “KKTC”yi ve de KKTC’nin kurumlarını yani “Lefkoşa Türk Belediyesi”ni tanıma göstergesi olabilecek hangi bir sembol ya da terminolojinin kullanılmayacağının garantisini istemiş.
Bununla da kalmamış, yazısında Lefkoşa’nın Türk ve Rum Belediyesi arasında uzun süredir devam eden, uluslar arası topluluğun desteğini de almış olan ve Lefkoşa’da yaşayan insanlara yararlar sağlayan “aktif ve değerli işbirliği”ni tehlikeye sokacak hareketlerden kaçınılmasını da aynen yazmış.
Sanki bu işbirliğini bozmak için elden geleni yapanın ve muhatabı LTB Başkanı’nın varlığını inkar edenin, kendisi değilmiş de, İstanbul Büyük şehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş veya Lefkoşa Türk belediyesi Başkanı Cemal Bulutoğulları’ymış gibi, Papadopulos’un yıllardır uyguladığı Bizans taktikleri ile bir de yağ gibi suyun üstüne çıkmış.
Bu “Bizim Eleni”ye ve bunun benzeri Rum politikacılara bu sözleri söyleten politikacılarımıza yazıklar olsun.
“Birleşik Kıbrıs” hayalinin bizleri nereye götürdüğünün ve buradan da nereye götüreceğinin en iyi kanıtı, Kıbrıs’lı Türklerin dostu ve havarisi pozundaki bu bayanın, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası uyarınca muadili olan Lefkoşa Türk Belediye Başkanını tanımaması ve varlığını kabul etmemesi, en güzel ve açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Yasalara bakarsak, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasında, beş büyük şehirde, yani Lefkoşa, Mağusa, Girne, Limasol ve Baf’ta ayrı ayrı Türk ve Rum Belediyelerinin kurulacağı, bu belediyelerin temsil ettikleri halkların, Halk (Cemaat) Meclislerine karşı sorumlu olacakları ve Kıbrıs Cumhuriyeti yasalarına bağlı olacak olan bu belediyelerin de, işlevleri yönünden Halk (Cemaat) Meclisleri tarafından denetleneceği yazmaktadır. (1959 Zürih Antlaşması, Madde 10)
Okul kitaplarımızdan çıkarılan tarihimizden bilindiği gibi, bu ve bunun gibi Kıbrıs’lı Türklere ada yönetimi üzerinde siyasi eşitlik, otorite ve hak veren Anayasanın 13 maddesini, Rumlar bir türlü içlerine sindiremediler. Bu nedenle de 1960’da Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan hemen sonra adayı Yunanistan’a bağlamak, yani Enosis hayalleri yolunda takoz gibi durduğunu gördükleri bu maddeleri değiştirmek için hazırlıklar yapmaya başladılar. AKRITAS Planı da bu hazırlığın bir parçasıydı.
Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulduğu 16 Ağustos 1960 tarihinden, Kıbrıs Cumhuriyetini yıkmak amacı ile hazırlanmış AKRITAS Planı uyarınca Türklere yapılan saldırıların başlangıç tarihi olan 21 Aralık 1963 tarihine kadar geçen dönem içinde Makarios, beş büyük şehirde ayrı ayrı Türk ve Rum Belediyelerinin kurulmasına mani oldu ve anayasanın bu maddesini Türklere yönetim hakkı vermemek için kasten sürüncemede bıraktı.
1963’de Kıbrıs’taki iki halk arasında çatışmalara neden olan ve Makarios’un, Cumhurbaşkanı yardımcısı Dr. Fazıl Küçük’e sunduğu, Türkler tarafından da derhal reddedilen 13 Maddelik Anayasal değişikliğinin 6.cı maddesi, beş büyük şehirde ayrı ayrı Rum ve Türk Belediyelerinin kurulmasını iptal etmek amaçlı olan “Birleşik Belediyelerin kurulması” idi.
Lefkoşa Türk Belediyesi, yıllardır var olan ve varlığı uluslar arası hukuk kuralları, BM ve AB’ce kabul edilmiş bir kurum olup “Lefkoşa Kıbrıs Türk Belediye Başkanı” da uluslar arası tanınmışlığı olan bir makamdır.
Bunu, değil “Bizim Eleni”, artık hiç kimse değiştiremez.
Ümit ederim bizim politikacılarımız bu olaydan sonra “Bizim Eleni”ye olan bakış açılarını tekrar gözden geçirirler.
Belki de bu olay sebep olur, Kıbrıs’lı Türklerin gerçek dostlarının kim olduğunu, “Türk Silahlı Kuvvetleri”nin niye yanımızda olduğunu ve “Anavatan”ın ne demek olduğunu daha iyi anlarlar.
The conflict in Cyprus did not begin in mid 1950’s but began with an idea called Enosis, unification of Cyprus with Greece.
This idea was seeded in Cyprus as early as 1879, when the British allowed Greeks to settle on the island in “patriotic communities.” Soon after, Greek patriotism flourished in the island and sneaked into churches and schools. The actual roots of Cyprus problem goes back as far as to late 1800’s but not 1974.
Since early 1900’s, the Greek Cypriots were geared for Enosis and opposed to the coexistence of Turkish Cypriots.
In 1959 the motherlands of both people and Britain provided Cyprus with a constitution that was not only agreed upon by all parties, but also provided for the existence of a Republic, where Turks and Greeks would have equal rights and a say over their own people.
Most people talk about Greek Cypriot sufferings as a result of the coup d’etat that overthrew Makarios and from Turkey’s intervention, but it seems they have no idea about the Turkish Cypriots sufferings.
Their knowledge is in lack of the period prior to the 1974 intervention, where the Greek Cypriots were orchestrating genocidal policies against Turkish Cypriots over a period of eleven years, starting from 1963.
During this notorious period, 103 Turkish Cypriot villages were completely destroyed and hundreds of Turkish Cypriots massacred and buried in mass graves by the Greek Cypriots.
Under the Akritas Plan, which it’s drafting was completed as early as 1961, the Greek Cypriots sought to annihilate the entire Turkish Cypriot population on Cyprus and accordingly attacks to Turkish Cypriots started on December 20, 1963. This atrocious night is known as “Bloody Christmas”, in Turkish Cypriot history and over 600 innocent Turkish Cypriot men, women, and children were ruthlessly slaughtered in one single night[1].
As a result of such grave human rights abuses, the Turkish Cypriots were forced to withdraw into small enclaves, almost 60,000 Turkish Cypriots left their homes, belongings, memories and sheltered in safe areas to save their lives. In these enclaves their fundamental human rights were severely restricted and they lived out their lives as refugees within their own country. They had no access to most of life’s basic necessities, had no political representation, and were exposed to constant violence and harassment regulated by the Greek Cypriot leadership.
The goal of the Greek Cypriot leadership under Makarios, was to force all Turkish Cypriots off of the island, either by brute force or by implementation of inhuman living conditions.
But the pace of Makarios for ethnic cleansing of Turkish Cypriots was not fast enough for the Junta Generals in Greece and this led to the Greek Cypriot National Guards overthrowing Makarios in a coup d’etat on July 15, 1974, under the command of Greek officers and support of Greek troops from Greece.
From this point onwards, things changed dramatically in the island. Turkey had to intervene to save the lives of Turkish Cypriots, as the speed of the genocide would get accelerated, after the declaration of “Cyprus Hellenic Republic” in July 16, 1974, by the notorious human butcher Nichos Sampson, a right wing Greek operative, installed by the Greek junta as the president to the unilaterally declared new republic.
It is a solid fact that the Turkish Cypriots had been struggling for ages to live in peace in the island but instead, forced by their adversaries to rely on the armed forces and get cohered to their motherland Turkey.
Rumların, yalan propaganda yapmak ve politikalarını entrika ile yalana dayandırmak konusunda gerçekten benzerlikleri vardır Bizanslılarla.
Kimse bu konuda onların elinde su dökemez. Hele gerçekleri ters yüz etmekte, kimseler onlarla yarışamaz.
Rumlar yıllardır hem Kıbrıs davasının 1974’de başladığını iddia ederler, hem de 1964’un Ocak ayında Türklerin kendi istekleri ve dönemin Kıbrıs’lı Türk Yöneticilerinin baskısı ile Kıbrıs Cumhuriyetindeki görevlerinden ayrıldıklarını, yani Kıbrıs Cumhuriyetini terk ettiklerini söylerler. Propagandalarını da bu yalan üzerine inşa etmişlerdir.
Bütün BM belgelerinde, AB belgelerinde, web sayfalarında ve gönderebildikleri her yere ulaştırdıkları yazılarında, Kıbrıs’lı Türkleri Kıbrıs Cumhuriyetindeki görevlerini terk etmekle suçlarlar.
Tam da “Yalandan kim öldü”ye uygun bir örnek ve yılların Rum propagandası da bu yalan üzerine kurulmuş.
Bu yalan nihayet, devletlerin devamlılığı ve çağdaş yaşamın temelini oluşturan “Hukukun üstünlüğü” ilkesi sonucunda bir olasılıkla 43 yıl sonra son bulacak.
1960 sonrasında Kıbrıs Cumhuriyetinde kamu görevlisi olarak çalışmakta olan Kıbrıs’lı Türklerin tümü, Rumların AKRİTAS Planı uyarınca 21 Aralık 1963 tarihinde çıkarmış oldukları silahlı çatışmalar sonrasında, öldürülmek tehdidi ile işlerinden uzaklaştırıldı.
Büyük bir çoğunluğu Ocak 1964 tarihinde, diğerleri de belirli zaman dilimlerinde işlerinden uzaklaştırılan Kıbrıs’lı Türklerin, her hangi bir sosyal hak ve emekli maaşı talep etmelerinin önünü kesmek için de, Rum Bakanlar Kurulu toplanarak hemen bir karar aldı ve Kıbrıslı Türk devlet memurlarına maaş tahsis edilmesini, emeklilik haklarını ve tüm menfaatlerini durdurdu.
Bir çok insanımız işsiz kaldı, mağdur oldu, yıllarca verdikleri emeğin karşılığında kazandıkları hakları aniden kalleşçe ellerinden alındı ve yatırdıkları primleri de kaybettiler.
Rumlar, devletten silah zoru ile uzaklaştırdıkları Türklerin hakkı olan bu paraları gasp ettiler ve Maraş’taki otellerin yapımı için “Sıfır” faiz ile 20 yıl gibi uzun vadelerle Rum yatırımcılara verdiler.
Şimdi bu plan bozulmak ve bu tezgah yıkılmak üzere. Eğer işlerinden silah zoru ile atılan Türklerin hakları “Rum Yüksek Mahkemesi”nde de verilmezse, “yılların yalanı” AİHM’ye gidecek ve hem oynanan oyun ortaya çıkacak hem de hakkı yıllarca gasp edilmiş Türkler tazminata hak kazanacaklar.
Kıbrıslı Türk bir yargıç maaş ya da emeklilik parasını almak için yaptığı başvurunun Rum Ekonomi Bakanlığı tarafından reddedilmesinin ardından, temyiz dosyası düzenleyerek Rum Yüksek Mahkemesine başvurdu.
Rum Yüksek Mahkemesinin, Türk yargıcın başvurusu ile ilgili yaptığı inceleme sonucunda, eski Rum yargıçlardan Mavrommatis’in raporlarından elde ettiği bilgilerle, Türk yargıcın görev yerini 1966 Haziran’ında terk etmediğini ve silah tehdidi altında bırakmaya zorlandığını tespit etmesi ve temyiz başvurusunun görüşülmesini kabulü, Kıbrıs konusunda yeni bir sayfanın açılmasına neden olacak.
Bu davanın sonucu, Kıbrıs sorunun kökünden sarsacak bir dizi gelişmelerin başlangıcını oluşturacak. Zaten Rum Yüksek Mahkemesi kendisine yakışmayacak bir biçimde ırkçılık yapıp, görevinden silah zoru ile uzaklaştırılan yargıcımızı haksız bile bulsa, iç hukuk yollarının tüketilmiş olması nedeni ile konu ister istemez AİHM’ye gidecek ve geçmişim tüm kirli çamaşırları ortaya serilecek.
Bence yargıcımızın haklarını almasından daha önemli olanı, Rum Meclisinden silah zoru ile uzaklaştırılan Milletvekillerimizin konusudur.
Dönemin Meclis Başkanı G. Klerides, 23 Temmuz 1965 tarihli Fileleftheros gazetesine yaptığı açıklamada Türk milletvekillerinin Meclis toplantılarına katılmalarına izin verilmeyeceğini ve Türk milletvekillerinin Meclis’e gelmelerinin sadece “kendi arzularına bağlı bir şey olmadığını”, bunun için de bazı şartların bulunduğunu açıklamıştı. Bu şartlar özetle, Kıbrıs’lı Türklerin, Kıbrıs Cumhuriyetindeki söz haklarını ellerinden alacak olan Anayasanın 13 maddesindeki değişikliği kabul etmeleri idi.
Türk Milletvekilleri bu şartları reddetmişler ve Meclis çalışmalarına Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası uyarınca düzenli olarak katılma konusunda da ısrar edince de, silah zoru ile Meclisten uzaklaştırılmışlardı.
İşte sorun burada başlayacak.
Bırakın Türk Milletvekillerinin birikmiş maaş ve emekliliklerini aradan geçen 42 yıl sonra almalarını, ki o helal haklarıdır, asıl sorun, 1964 yılında silah zoru ile dışarı atılan Kıbrıs’lı Türk Milletvekillerinin, Kıbrıs Anayasasına göre olumlu oyları olmadığı müddetçe yasalaşması mümkün olmayan, 1964-2007 yılları arasında yapılan tüm yasaların meşruiyetidir. 1960 Anayasasına göre 1964-2007 yılları arasında yapılan yasaların hiç biri geçerli değil.
Papadopulos da dahil olmak üzere, Bakanlar Kurulu da, Rum Meclisi de ve aldıkları tüm kararlar da geçersiz.
KKTC hükümeti bu davanın peşini bırakmamalı, olumlu sonuç alınana dek mücadele etmeli ve yargıcımıza maddi manevi her tür desteği vermelidir.
Historically, and particularly since 1961, Greece has systemati-cally pursued a deliberate policy of colonizing and annexing Cyprus (a process they term “Enosis”), due to which 60,000 Turkish Cypriots were forced to leave their homes, memories and belongings in 1964 after the fierce attacks of Greek militia and a further 60,000 in 1974, as the outcome of the notorious coup d’etat against Archbishop Makarios III, staged by Greek generals in Greece.
This is being done in order to change the demographic structure of the island, to control and adulterate the 1960 Treaty of Establish-ment of the Republic of Cyprus. Such attempts at consolidating the transformation of Cyprus’s demographic character continued even after the events of 1974.
Under international law mass transfers by another country of its own civilian population into territories outside its boundaries to change demographic structure is illegal. Greece sent over its own population to the island of Cyprus in the early 1900s, and more consistently since 1961.
Weeks before the parliamentary elections held on May 21, 2006 on the Greek Cypriot side, Greek Cypriot Interior Minister Andreas Hristu announced the election areas and the number of voters.
According to the announcement the number of ballot centers was 1,300 and election areas six, defined as Paphos, Limasol, Larnaca, Nicosia, Famagusta and Kyrenia.
In this particular election, for the first time since 1963, Turkish Cypriots settled in southern Cyprus and registered on the electoral roll were allowed to use their votes.
The crucial part of the announcement was the number of the ad-ditional voters. It revealed a dramatic increase of 30,000 on top of the existing 470,000 voters, with the new total topping 500,000.
When the backgrounds of these 500,000 voters were analyzed, a stunning outcome surfaced, clearly revealing the number of Greek set-tlers clandestinely accumulated on the island since 1961.
The breakdown of “Greek settlers” in this electoral list of 500,000 is approximately as follows:
Pontus Greek Cypriots: 60,000 – 70,000
Citizens of the former Soviet Republic: 30,000
Christians who fled Lebanon: 15,000 – 20,000
Immigrants from Greece: 100,000
Asylum seeker Kurds: 2,500 – 3,000
Asylum seeker citizens from third countries: 9,500
Total of “Greek settlers in Cyprus”: approximately 230,000
According to the existing but unpublished Greek Cabinet Decision of 1964, any Greek citizen who has done his military service in Cyprus or served in the Greek National Army (Ethniki Fruro) automatically becomes a citizen of the Republic of Cyprus (Greek Cyprus).
For years one Greek regiment and two battalions of Greek Com-mandos were deployed on the island and thousands of Greek officers served in the Greek Cypriot National Guard. These privates and army officers, who change every two years, have, since 1964, automatically become citizens.
Most Greek Cypriots go to study in Greece, get married and return to Cyprus. Their partners also immediately become citizens.
The Pontus Greeks (Pontii) and citizens of the former Soviet re-publics were made citizens soon after they settled on the island from 1974 and 1982, respectively.
Opening their arms to the wealthy Christians who fled the war in Lebanon, the Greek Cypriots also made them citizens. Furthermore, according to EU norms, Kurds and citizens from third countries who seek asylum automatically become citizens.
Why are only Turkish Cypriots consistently blamed for bringing in 40,000 settlers from Turkey, while the Greek Cypriots are not, although they have given citizenship to 230,000 non-Greek Cypriots and dramatically changed the demographic structure of the island?
References :
Simerini, Greek Cypriot Newspaper, April 30, 2006; Mahi, Greek Cypriot Newspaper, Sept. 20, 2006; Simerini, Greek Cypriot Newspaper, Nov. 28, 2006; Politis, Greek Cypriot Newspaper Jan. 14, 2007; Politis, Greek Cypriot Newspa-per, Feb. 6, 2007