23 Ekim 2007 tarihinde T.C. Başbakanı R. T. Erdoğan’ın meslektaşı İngiltere Başbakanı Gordon Brown ile imzaladığı “Türkiye-Birleşik Krallık Stratejik Ortaklık Belgesi 2007/8”de yer alan Kıbrıslı Türkler ile ilgili 3.cü maddenin (tarafımdan yapılan) Türkçe çevirisi aynen “Kıbrıs Türklerine uygulanan izolasyonların sona erdirilmesine yardım etmek ve uluslararası toplumu bu yöndeki çabalarımıza ortak olması yönünde teşvik etmek” şeklindedir ve yoruma gerek bırakmayacak şekilde çok açık ifadelerle kaleme alınmıştır.
Bu maddeye ilaveten belgedeki diğer maddelerin içinde yer alan “İngiltere, AB ve Kıbrıslı Türkler arasında doğrudan ticari, ekonomik ve kültürel temasların teşviki için BM ve AB çerçevesinde ve ikili düzeyde çalışmak” ve “Kıbrıs Türk makamlarıyla üst düzey temasları sürdürmek” cümleleri de, İngiltere’nin dünyada oluşan yeni koşullar sonrası Kıbrıs ile ilgili politikasının değiştiğine dikkat çekmektedir.
AB’nin diğer lokomotifi olan Almanya’nın son aylar içinde Kıbrıs konusuna gösterdiği yaklaşım, geçmiş yıllarınkinden biraz farklı.
Eski Alman şansölyesi Gerhard Schröder’in Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetine gelecek olması, KKTC’den Almanya’ya giden Parlamenterlerin ve Başbakanın, KKTC’deki politik kimliklerine uygun bir şekilde karşılanmaları, Anmaya Federal Parlamentosunda aklına karar, Almanya’daki eyalet meclislerinin Kıbrıs Türk toplumu ile daha sıkı bir işbirliği içine girmeleri ve Kıbrıs sorununa gösterdikleri yaklaşım, Almanya’nın Kıbrıs konusuna gösterdiği yaklaşımın da değiştiğini ortaya koymaktadır.
Aynı paralelde ufak da olsa benzeri gelişmeler Avrupa Birliği ve Avrupa Parlamentosu içinde de göze çarpıyor.
AP içinde daha düne kadar yerleri olmayan Kıbrıslı Türk Milletvekillerin kafeteryada telefona en yakın masada otururken, günümüzde kendilerine çalışma odası verilmesi, bazı toplantılarda konuşma yapabilmeleri, AP içinde fotokopi ve benzeri hizmetleri alabilmeleri, görüşlerini yazılı veya sözlü olarak tüm AP milletvekillerine aktarabilmeleri kısa sayılacak bir zaman dilimi içinde gerçekleşmiş yeni gelişmelerdir.
AP’nin geçen hafta yayınlanan 27 maddelik Türkiye raporunda Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm bulunamamasından dolayı üzüntü duyulduğu belirtilmesi, adadaki her iki taraftan BM sürecine yapıcı yaklaşılması isteği ve Kıbrıs konusunda da “BM çerçevesinde AB Temel ilkeleri üzerine kurulu küresel bir çözüm bulunması” ifadelerinin yer alması ise Avrupa Birliğinin Kıbrıs konusunda Rumların ayak oyunlarından bıkıp usandığını ve Rumlar tarafından sırtına yüklenmek istenen Kıbrıs sorununa hiç bulaşmadan sorunu BM’ye aktarmak istediğini ortaya koymaktadır.
Avrupa Birliği’nin Kıbrıslı Türklerle siyasi temaslarını güçlendirmeyi hedeflediği ise artık kesin bir politik tanımlama.
Türkiye-Birleşik Krallık Stratejik Ortaklık Belgesi içinde 8 Temmuz 2006’da başlatılan Gambari sürecinin yer almaması ve BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs sorununa çözüm bulunması konusundaki iyi niyet misyonunun devam etmesi gerektiği şeklinde genel, belirsiz ve kesin olmayan bir tanım kullanılması ise bir tesadüf değil.
Bir kriptoloji uzmanı gibi Stratejik Ortaklık Belgesi ve İngiltere’nin son günlerdeki davranışı analiz edildiğinde, verilen mesajların açıkça Rumlara yönelik olduğu iyice ortaya çıkmaktadır.
Her ne kadar Kıbrıs Rum yönetimi, İngiliz hükümetinin Kıbrıs konusunda gösterdiği bu değişimi adadaki İngiliz Üslerine gösterdikleri tepkiye bağlasalar da, gerçek bu değil. Adadaki İngiliz üslerinin varlığı, Uluslar arası hukuka göre 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anlaşmalarında taraf olan ve buna ilaveten de 1960 Garanti Antlaşmasında Garantör devletler olarak tanımlanan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında görüşülebilecek ve sonuçlandırılabilecek bir konu. Rumların, adada İngiliz üslerini istememeleri ve İngiltere’yi bu konuda tehdit etmeleri, sadece gülüp geçilebilecek politik bir mizah.
Bu son gelişmeler Kıbrıslı Rumlara çok güçlü bir mesaj içermektedir. Tabii anlarlarsa veya anlamak isterlerse.
“Gambari sürecini, bitip tükenmeyen bahanelerle ve Kıbrıslı Türklere yönelik hayali suçlamalarla sonu belli olmayan bir sürece sokup, adanın tanınan yegâne hükümeti olmak oyununu ilelebet sürdüremezsiniz” mesajıdır Rumlara gönderilen bu güçlü mesaj.
ABD’nin, BM’nin ve İngiltere’nin bir kez daha Rumların oyununa düşmek gibi bir niyetleri olmadığı kesin. Kıbrıs sorununu çözmek için son kez bir girişim daha yapmaya ve bu sefer Rumlara “Aba altından sopa göstermek” atasözümüze uygun bir davranış içine girmeye niyetliler.
Aba altındaki sopa, Rumlar daha masaya oturmadan Kıbrıslı Türkleri ve adanın kuzeyinde kurdukları Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni aşamalı olarak siyaseten yükseltmek şeklinde gerçekleşecek.
Bu yükseltmenin başlangıcını, alt yapısı hazırlanmakta olan “Ticari ilişkiler, KKTC üniversitelerinin Bolonya süreci içine alınması ve Kıbrıslı Türklere Avrupa Parlamentosu’nun kapılarının açılması” oluşturacak.
Hedefleri ise Rumlara bu kez de adada çözüme mani olurlarsa, hem olacakları göstermek hem de 4 Mart 1964 tarihli BM kararı ile Kıbrıs’ın tanınan tek devleti olmak avantajını yitireceklerini hissettirmek.
Kısaca, bu yeni süreçte ya adada taraflar anlaşacak ve çözüm olacak, ya da adada iki ayrı uluslar arası tanınan devlet yaratılacak ve Kıbrıs sorununa elveda denilecek.
Terrorism, whether carried out individually or collectively, poses one of the greatest threats to international peace and security. Terror-ism violates fundamental human rights, particularly the right to life, and can have no justification under any circumstances. It is an evil that strikes at the very core of democracy and civil society as well as economic and social development.
Turkey was among the very first to join the global coalition that has been mobilized. Turkey is of the opinion that terrorism cannot be associated with any religion, culture, geography or ethnic group. Ter-rorist organizations exist everywhere in the world; therefore, the fight against terrorism is the common fight of the civilized world.
The European Union has included the separatist terrorist organi-zation the Kurdistan Workers’ Party (PKK) in its list of recognized ter-rorist organizations.
In the Official Journal of European Union, COUNCIL COMMON POSITION 2006/380/CFSP dated May 29, 2006, updating Common Position 2001/931/CFSP on the application of specific measures to combat terrorism and repealing Common Position 2006/231/CFSP in second part of the annex, under the title “2. GROUPS AND ENTITIES” included the PKK as a terrorist organization, ranking 24th on the list as “24. Kurdistan Workers’ Party (PKK), (a.k.a. KADEK; a.k.a. KONGRA-GEL)”
The EU member states proposed no support to individuals and organizations declared as terrorists and terrorist groups in this list.
The Greek Cypriot administration, contrary to this concept and list, have supported the PKK since 1976 and still stands behind them, giving all support possible in all aspects.
Recently, three protest meetings against Turkey took place in southern Greek Cyprus organized by the PKK office in Lefkosa (Nicosia).
One protest meeting was held in Lefkosa, another in Li-massol and the third in Paphos with the permission of the Greek Cypriot administration.
The Greek Cypriot-PKK connection was first established by Dr. Vassos Lyssarides, the honorary president of the socialist Greek Cypriot party the Movement of Social Democrats (EDEK) and the former speaker of the Greek Cypriot Parliament, right after the Turkish intervention of 1974, with the motto “The enemy of my enemy is my friend.”
In this context, the following actions realized by the Greek Cypriot administration demonstrate a firm support for the PKK:
• Two PKK Offices, Kurdistan National Liberation Front (ERNK), Kur-dish Democratic People’s Unions (YDK), Kurdistan Culture Associa-tion and terrorist camps were built in order to train PKK members.
• The Greek Orthodox Church invited the terrorist leader Abdullah Öcalan and provided him with a significant amount of cash funding.
• The Greek Cypriot administration gave permission to gun smugglers to use the sea ports of south Cyprus as transit points for the guns destined for the PKK and the wounded PKK terrorists treated in Greek Cypriot hospitals.
• . There are allegations that the Greek Cypriot administration car-ried out those activities secretly after its accession to the EU, irres-pective of the above-mentioned terrorist group’s listing.
• Institutes and terrorists supporting the PKK received support from Greek Cypriot nongovernmental organizations and the Greek Cypriot administration in terms of material and political assistance.
• When the terrorist leader Abdullah Öcalan was apprehended in Kenya he had a Greek Cypriot passport.
• Right after this incident, the House of Representatives of Greek Cy-prus made decisions that condemned the arrest of the head terrorist and declared the continuation for the support given to the PKK, which is still valid.
• The Greek Cypriot national policy is that “Turkey is the common enemy of the Kurds and Greeks” and therefore “the enemy of my enemy is my friend” and the PKK should be supported in every way.
It is time for the EU to take the necessary legal steps against the Greek Cypriot administration for their support of an organization that sits on the official list of terrorist groups issued by the EU Council.
The Greek Cypriot-Kurdistan Workers’ Party (PKK) connection ex-ists not only on a simple level and is not just a tiny connection to a Cypriot passport numbered C015198, valid 1995-2005 and issued to Kurdish terrorist leader Abdullah Öcalan under the fake name Lazaros Mavros. The latter actually is the founder of the Kurdish Solidarity Committee (KSC) in Cyprus.
When Apo — the Kurdish terrorist leader Öcalan — was captured by the Turkish counterterrorism team in Nairobi on Feb. 15, 1999 around 8:00 p.m., he was carrying a Greek Cypriot passport officially issued by the Immigration Office of the Ministry of Interior of the Greek Cypriot administration.
In Nairobi, he was accommodated in the residence of the Greek Embassy and was looked after by Maj. Savvas Kalenderidis of the EIP, the Greek intelligence agency.
Despite the Greek Cypriot side’s desperate denials of its role in this passport issue, its link with the PKK in particular and interna-tional terrorism in general has been proven with various reports, press articles and other official documents.
Indeed, not only the Greek Cypriot officials but also other non and semi-official figures and organizations have, at times been reported to be supporting and morally and materially harboring the PKK and other terror groups, such as the Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia (ASALA). The prevailing mentality has always been “the enemy of my enemy is my friend.” That has finally backfired, as seen in the Kurdish violence against the Greeks in connection with the arrest of Apo and his subsequent repatriation to Turkey.
The Greek Cypriot-PKK connection was first established by Dr. Vassos Lyssarides, the honorary president of the socialist Greek Cypriot party the Movement of Social Democrats (EDEK) and the former speaker of the Greek Cypriot Parliament, right after the Turkish intervention of 1974, with the motto “the enemy of my enemy is my friend.”
With the financial backing of the Greek Cypriot administration he established terrorist camps in the Troodos Mountains of southern Cy-prus in 1976 for the accommodation and training of ASALA and PKK terrorists to fight against Turkey.
Recently, the very same Dr. Vassos Lyssarides was sent to Da-mascus on an inducement mission to stop the ferry service from Fa-magusta to Lattakia, relying on his past cooperation with Syrian offi-cials in PKK business. During his discussion with the new generation of Syrian officials, he was kindly turned down and showed out, when he hinted to disclose the old files if the ferry service from Famagusta to Lattakia was not banned.
He also acted as an advisor to the USSR during the Cold War era on the very important subject titled “NATO and the Strategy of NATO in the Eastern Mediterranean Region.” During one of the “anti-NATO” meetings held in Athens in 1976, he stated that “a medium similar to the Vietcong’s in Vietnam, against [the] US is already organized in Cy-prus to wipe out the Turkish Cypriots from Cyprus.”
During the mid-1970s Lyssarides, the journalist Lazaros Mavros — the non-fictitious owner of Apo’s passport — and Theophilos Georg-hiades, the notorious Greek Cypriot narcotics smuggler, jointly estab-lished the KSC in Nicosia, the capital city of south Cyprus, with the aim of supporting and harboring the PKK in the Greek sector of the island.
By the end of the 1970s, in more than 30 camps in south Cyprus Greek, Greek Cypriot, Armenian and Kurdish terrorists, as well as ter-rorists from various other countries were under the training of Cuban, Libyan and Greek army officers.
Up until the present day no Greek Cypriot politician has ever la-beled the PKK a terrorist organization.
Even Mr. Yiannis Kasulides, the DISY presidential candidate who promotes himself as a mild-mannered politician seeking a sustainable, peaceful solution on the island, made various statements lending official support to the PKK in their terrorist attacks against Turkish civilians and troops during his days as minister of foreign affairs, which clearly defined his perspective on Turkish Cypriots and the Turkish people.
Even today, the funding provided by the Greek Cypriot Orthodox Church to the PKK, the organizational activities of the KSC by non-Kurdish Greek Cypriot members, the funding of the printed material supporting PKK activities by the Greek Cypriot administration, the medical treatment and rehabilitation of PKK terrorists in Cypriot hos-pitals who were wounded during their attacks against Turks and official permits to campaign for the collection of funds to benefit the PKK in south Cyprus show and clearly prove the strong connection between the Greek Cypriots, the Greek Cypriot administration and the PKK.
The Turkish Cypriots are being forced by the international com-munity to establish a joint state with the Greek Cypriots, who have harbored hostile feelings against Turks for centuries.
Somebody probably has pink dreams of a joint state in Cyprus under a unitary or a federal government umbrella, which in reality does not have a chance at survival. Two neighboring states in Cyprus is the inevitable and long-lasting solution for the island.
PKK ile Kıbrıs Rumlarının bağlantısı, terörist başı Apo’ya verdikleri C015918 numaralı, 1995-2005 yılları arasında geçerliliği olan, Lazaros Mavros adına çıkarılmış Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti pasaportundan ibaret değil.
Bağlantı Gazeteci Lazaros Mavros’dan yıllar önce, 1974 Barış Harekâtından hemen sonra, 1976 tarihinde ASALA ve PKK terör örgütleriyle, Güney Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye karşı terörü yönlendirmek üzere Vassos Lissaridis tarafından kuruldu.
Azılı ve tescilli bir Türk düşmanı olan Vassos Lissaridis, geçmiş yaşına bakılmadan daha iki gün önce Papadopulos tarafından Mağusa- Lazkiye deniz otobüsü seferlerinin durdurulması için Suriye’ye gönderildi. Suriye’de masaya eski dosyaları koyan ve seferler durdurulmazsa bunları basına sızdıracağını söyleyen Vassos Lissaridis’i, Suriyeli yetkililer kibarca oyalayıp kapı dışarı ettiler.
NATO’nun, Doğu Akdeniz bölgesindeki durumu ile ilgili olarak Moskova’ya danışmanlık da yapmış olan Lissaridis, 1976’da Atina ve Paris’te düzenlenen NATO karşıtı toplantılarda yaptığı konuşmalarda, Türkleri Adadan atmak için yeni bir “Vietnam savaşı”na ortam hazırladıklarını söylemiş ve faaliyetlerini de bu yöne çevirmiştir.
Geçen yıllar içinde Lazaros Mavros, uyuşturucu kaçakçısı Theofilos Georgiadis ile birlikte Lefkoşa’da “Kürdistanla Dayanışma Komitesi”ni (KDK) kurmuşlar ve bu çatı altında PKK militanlarının sorunları ile ilgilenmeye başlamışlardır. Bu yasal kuruluşun tabelası arkasına saklanarak yıllarca PKK’ya Türkiye’de eylem yapmaları için silah ve patlayıcı sağlamışlar, özel kimlik kartı çıkardıkları Kürt militanları, Kıbrıs Rum tarafında kurdukları kamplarda uzun yıllar eğitmişlerdir.
Kıbrıs’ın Güney kesimi, Rum siyasiler tarafından 1976’dan günümüze kadar terörün beslenmesi için çok uygun bir üs haline getirilmiştir. Ortadoğu’dan batıya uyuşturucu, batıdan ise Ortadoğu’ya silah kaçakçılığının merkezi olmuş, Güney Kıbrıslı kaçakçılar, ortaklık kurdukları PKK terör örgütü mensuplarının yanı sıra Arap ve Ermeni kaçakçılarla Güney Kıbrıs üzerinden Avrupa ve ABD’ye her çeşit uyuşturucu yollamakta, karşılığında aldıkları silahları Ortadoğu’daki teröristlere satmışlardır.
Güney Kıbrıs Rum yönetimi de, yaratılan bu ortamdan yararlanmış, adanın bir terör üssü haline gelmesine göz yummuştur. İç savaş nedeniyle Lübnan’dan kaçan Ermeni militanlara kucak açmış, korumuş ve Ermeni silah ve uyuşturucu kaçakçılarını kullanarak, onları Türkiye aleyhine kışkırtarak cinayetlerine ortam hazırlamıştır. Ermeni terör örgütü ASALA, Avrupa’da örgütlenmeden önce uyuşturucu kaçakçıları, Avrupa’nın önemli başkentlerine yerleşmişler ve piyasaya ucuz fiyatla büyük parti uyuşturucu sürmüşlerdir.
Türkler aleyhine yıllarca faaliyetlerini sürdürmüş olan bir başka kuruluş da, Aris Hacipanayotu tarafından “İşgale Karşı Pan Kıbrıs Hareketi” adı altında kurulmuştur. Bu kuruluş yıllar boyu Türkiye aleyhine çalışmış, tüm harcamaları da Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından karşılanmıştır. Faaliyet alanı içinde Güney Kıbrıs’ta üslenen PKK terör örgütü militanlarını örgütleyip onlara çeşitli bahanelerle Türkiye aleyhine mitingler yaptırmak, Türkiye’yi protesto ettirmek ve propaganda amaçları için kullanmak yer almaktadır.
Kıbrıs Rum Yönetimi Apo’nun üzerinde Kıbrıs Rum pasaportu ile yakalanmasından sonra, uluslar arası toplulukta ve BM’de bilinen bir teröriste sahte pasaport vermek konusunda suçlanmamak için aklınca yasal bir manevra ile sorumluluktan kurtulmak senaryosu düzenlemiştir.
Zamanın Başsavcısının, Mavros’un konuşmama hakkını kullandığını söylemiş ve Kıbrıs’taki soruşturmanın sona ermiş olduğunu ve olayın açıklığa kavuşması için Kıbrıslı uzmanların Türkiye’ye gidip Öcalan’ın üzerinden çıkan pasaportu incelemeleri gerektiğini iddia ederek dosyayı kapatmıştır.
Kıbrıs Rum Yönetimi de bu danışıklı dövüşün arkasına saklanmış ve bugüne değin sorumluları adalet önüne çıkarmayarak akıllarınca sorumluluğu sırtlarından atmışlardır.
Bu güne değin hiçbir Rum politikacı konuşmalarında veya beyanatlarında, PKK’yı terörist bir örgüt olarak tanımlamamıştır.
Rum tarafındaki Cumhurbaşkanlığı yarışında, ılımlı gözüken ve adada barışı kuracağını savunan DISY’nin adayı Yannis Kasulides, Dışişleri Bakanı olduğu dönemde “Kıbrıs, Kürtler’in özgürlük, insan hakları ve kültürel kimlik mücadelesini desteklemektedir” diyerek, daha o günden Türkiye hakkındaki gerçek düşüncelerini ortaya koymuştur.
GKRY’deki örgütsel faaliyetlerin tamamen Rumlardan oluşan KDK’nin girişimleri çerçevesinde yürütülmesi, Rum kilisesinin “sosyal çerçeveli yardımlar” başlığı altında KDK’ya maddi destek sunması, PKK yanlısı yayınlara imkan sağlanması, Kuzey Irak’ta yaralanan bazı teröristlerin GKRY’ye getirilerek tedavi ve rehabilite edilmesi, örgütün düzenlediği para toplama kampanyaları ve örgütsel yayın satışının hiçbir engellemeye maruz kalmadan Rum tarafında yapılması, Kıbrıs Rum Yönetimin PKK ile bağlarının ne denli yoğun olduğunu çok iyi göstermektedir.
Ve şimdi biz, Kıbrıslı Türklerden, anavatanımızın can düşmanı PKK’ya yataklık eden Kıbrıslı Rumlarla ortak yaşamamız teklif edilmektedir. Birileri hayal görüyor ama bu biz değiliz.
Kıbrıs’ın Türkiye-AB katılım görüşmelerine olumsuz etkisinden ve Rumların AB içinde çıkardıkları sorunlardan dolayı Kıbrıs sorununun bir an evvel çözümlenmesinin gerekliliği, geçen aydan itibaren yüksek sesle konuşulmaya başlanmasından öteye artık gündeme de girdi.
Bu konuda senaryolar çizildi, planlar yapıldı ve ajandalarda da yerini aldı.
Kilit tarih, Haziran 2009.
Bu tarihte Türkiye’nin AB üyelik süreci yeniden gözden geçirilecek. AB, duygusal veya dini açıdan değil de mantık yönünde düşünmeye başladığında Türkiye’yi kaybetmeyi bir türlü göze alamıyor. Sürecin sağlıklı olarak devam edebilmesi için, Kıbrıslı Rumların her aşamada bıktırıcı bir şekilde çıkardıkları sorunların son bulması gerektiği inancındalar. Bu nedenle de Kıbrıs sorununun çözümüme yönelik yapılan planın son günü, Mayıs 2009. Yani Haziran 2009’daki Türkiye’nin AB üyelik sürecinin yeniden gözden geçirilmesinden evvelki son zaman dilimi.
Kıbrıs sorunu ya çözülecek, ya çözülecek.
Ya ortak bir devlet kurulacak ya da adada iki ayrı tanınmış devlet oluşacak. Ama sonuçta, Kıbrıs sorunu bitecek. Ağlayan ağlasın.
Yapılan planın birinci aşaması, tarafları iyi niyetli ve ortak bir devlet kurmaya istekli olarak masaya oturtmak.
Bu birinci aşama zaten yıllar önce iki toplumlu faaliyetlerin organize edilmesi ile fiilen başlatılmıştı. Korolar kurulmuş, gençler ortak kurulan gençlik kamplarında ortak faaliyetler ile kaynaştırılmaya çalışılmış, Rum ve Türk siyasiler Ledra Palas’ta düzenli olarak toplantıya çağrılmış, futbol maçı benzeri sosyal etkinlikler düzenlemiş, AB’nin ve ABD’nin parasal katkıları ile her iki taraftaki sivil toplum örgütleri ortak faaliyetler içine girmeye teşvik edilmişlerdi.
Sıra şimdi birinci aşamanın ikinci bölümünde.
Bu ikinci bölümdeki senaryo, 17 Şubat 2008 Pazar günü Rum tarafında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Cumhurbaşkanı olarak seçilecek kişiyi, çözüm isteği ile masaya, Talat’ın karşısına oturtmak.
Aslında Kıbrıs sorunu ile ilgili tüm diplomatlar, Papadopulos ile Dimitris Hristofyas’ın veya Yannakis Kasulides’in pek farklılıkları olmadığı görüşünde. Masaya oturduklarında hepsinin de aynı kalıptan çıkmış gibi davranacaklarından eminler. Bu nedenle de masa başı görüşmelerden evvel, Rum lider üzerinde halkın çözüm isteğine yönelik baskısını oluşturmaya çabalıyorlar.
Bu dönem içinde Rumlara çözüme yönelik şantaj yapmak için bir başka baskı da AB’nin kendisinden gelecek.
Özellikle KKTC üniversitelerinin, İngiltere’den ayrı olarak İskoç ve Gal (Wales) üniversitelerinin Bolonya sürecine dâhil edilmesi örneğini uygulayarak Bolonya sürecine alınması ve Kıbrıslı Türklerin uluslararası sportif faaliyetlerinin önünün açılması yönünde gerçekleşecek bu baskı, Rumlara çözüm olmazsa Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonların kaldırılacağı ve Rumların 1964’den beridir ellerindeki tuttukları adanın uluslararası tanınmış tek hükümeti olduğu kozunun bir işe yaramayacağı gerçeğini fiilen yaşamaları ve görmeleri şeklinde olacak.
Büyük bir olasılıkla bir başka baskı da İslam Konferansı Örgütünden gelecek ve bu dönem içinde de İKÖ üyesi İslam ülkeleri ile KKTC’nin ilişkilerinin daha da ileri bir düzeye çıkarılmasına yeşil ışık yakılacak.
2004’de Papadopulos’un AB’ye oyun oynadığı ve AB’yi kandırdığı konusunda AB içinde ve BM’de fikir birliği var.
Papadopulos’un, Kıbrıs Rum kesiminin AB’ye girişinin garantilenmesine kadar perde arkasında göstermelik olarak Kıbrıs konusunda çözüme yeşil ışık yaktığı, Annan Planı Referandumunda Rumların “Evet” oyu kullanacağı sözünü verdiği ve AB’ye giriş garantilenince de verdiği sözden cayarak, “nasıl olsa artık bizi reddedemezler” mantığı ile Rum halkına Referandumda “Hayır” dedirterek Kıbrıs’ta çözüme mani olduğunu AB’li yetkililer unutmuş değil.
Açıkça dile getirilmese de AB’deki ve BM’deki genel kanı aynen böyle. Papadopulos’a veya halefine artık güvenleri yok.
Bu defa hiç kimse yeniden bir kez daha Rumların tuzağına düşmek niyetinde değil. Bu süreç içinde Bolonya sürecine KKTC üniversitelerini dahil ederek ve spor ambargosunu kırarak, Kıbrıs’ta anlaşma olmazsa neler olacağını fiilen Rumlara tattıracaklar.
Rum müzakereciyi, bu sefer “evet” demeye garantilenmiş bir şekilde masaya oturtmak için elden geleni yapacaklar ve son kez yapılacak olan Kıbrıs görüşmeleri Mayıs 2009’da yapılacak bir referandumla son bulacak.
Her iki halktan “Evet” oyları çıkarsa, iki halklı, iki bölgeli, siyasi eşitliğe dayalı “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti” kurulacak, yok taraflardan birinden veya her ikisinden de “Hayır” oyu çıkarsa bu kez her şey bitecek. Bir kez daha görüşmeler yapılmayacak ve KKTC tanınarak, Rumlarınki güneyde, Türklerinki de kuzeyde olmak üzere adada iki ayrı tanınmış devletin varlığı BM ve AB tarafından kabul edilecek.
Bu plan artık AB Komisyon’unun ve BM’nin ajandasında yerini almış durumda. Geriye dönüş veya değişiklik yok.