Trafik Ceza Yönteminde Hata Var

Trafik Ceza Yönteminde Hata Var

     Yollara hız kontrol kameralarının konması çok iyi oldu. 


    Hem, gece veya gündüz demeden, sıcak, soğuk, yağmurlu veya fırtınalı diyerek şikayette bulunmadan yollara çıkıp, sürücülerin sağ salim evlerine dönebilmeleri için görev yapan trafik polislerimizin “Pusu kuruyorlar” denilerek suçlanmaları son buldu, hem de sürücüler artık kurallara uymanın kendi menfaatleri için olduğunu öğrenmeye başladılar.


    Genelde ülkemizde trafik kurallarına uyum, diğer ülkelere oranla daha yüksek. Karmaşa ve trafik kurallarına saygısızlık şimdilik diğer ülkelere kıyasla düşük.


    Trafikte dolaşan araç sayısına oranla oluşan kaza sayısının grafiksel olarak gittikçe düşüyor olmasına, söz konusu hız kontrol kameralarının olumlu etkisinin çok olduğu inancı içindeyim.


    En azından sürüşe bir disiplin getiriyor, sürücüleri de disipline sokuyor.


    Hem parasal cezası ağır hem de puanlar gidiyor.


    


    Sadece trafik polislerinin rastgele yolda durdurup yaptıkları denetimlerde kesilen cezaların ortalama sayısı haftalık 1118 adet. Denetim yapılıyor ve ceza kâğıdı sürücünün eline o anda tutuşturuluyor.


    Ama trafik hız kontrol kameralarının tespit ettiği hız ihlallerinin cezaya dönüştürülmesi aşamasında alt yapı eksikliği nedeni ile ceza, aylar sonra sürücünün eline ulaşıyor ve sürücünün yaşamı da o andan itibaren darmadağın oluyor. Aslında gecikmeden dolayı oluşan bu haksızlık, aniden “Acımasız bir cezalandırma”ya dönüşüyor.


    Amaç burada, sürücüyü acımasızca cezalandırmak mı, yoksa sürücüyü eğitmek mi?


    Mevcut yöntemle oluşan ceza, sürücüyü disipline etmekten ve aynı kusuru bir daha işlememeyi öğretmekten öteye geçiyor ve maalesef sürücüyü hem acımasızca cezalandırıyor hem de ülkemizde toplu taşımacılığın yaygın olmaması nedeni ile sürücünün yaşamını alt üst ediyor.


    Trafik hatası işlendikten sonraki makul sayılabilecek 10-15 gün içinde gelmeyen ceza ihbar kâğıdı, altışar veya sekizer aylık periyotlar içinde birikerek geliyor ve bir anda sürücünün eline dört tane, beş tane birden ceza kâğıdı tutuşturuluyor.


    Sürücü hem çaresizlik içinde çırpınıyor, hem yüklü bir para cezası ödemek zorunda kalıyor, hem de ceza puanları bir anda üstü üste binip üst sınır olan yüz puanı geçince de sürüş ehliyetini kaybetmiş oluyor.


    Resmi açıklamalara göre 1 Ocak-31 Aralık 2007’ye kadar olan 1 yıllık sürede, 2280 kişinin ehliyeti, alkollü araç kullanmaktan ve 100 ceza puanına ulaşmaktan dolayı iptal edilmiş.


    Söz konusu bu 2280 kişi, toplu ulaşımın olmadığı ülkemizde, sürüş ehliyetinin iptal edildiği söz konusu üç ay içinde ne yaptı acaba. Ulaşım sorunlarını nasıl çözdü. Hiç düşünenimiz var mı?   


    Gerçekte yapılması gereken, trafik hız kontrol kameralarının tespit ettiği ihlalleri çok kısa bir zaman dilimi içinde sürücülere ulaştırmanın etkin bir yolunun bulunmasıdır.


    Şimdilik bu sorun çözülemiyorsa, yapılacak yasal bir düzenleme ile trafik ihlalinin yapıldığı günden başlamak üzere onbeş gün içinde sürücüye ulaştırılamayan ihlaller için, para cezası aynen kalmak kaydı ile en fazla 5 puanlık bir cezanın kesilmesi olmalıdır.


    Ayda bir kez trafik suçu işlemiş bir sürücünün ehliyetinin, 4 ay içinde aniden kendisine gönderilen 4 adet ceza ihbarı nedeni ile iptal edilmesi, hiçte olağan dışı bir gelişme değildir.


    Günü gününe bu cezalar sürücüye iletilmiş olsaydı, sürücü daha birinci ihbardan sonra daha da dikkatli olmaya başlayacaktı ve belki de ikinci, üçüncü ve dördüncü trafik ihlalleri oluşmayacaktı, ehliyetini de kaybetmeyecekti.


    Bence,  söz konusu ceza ihbar kâğıtlarının günü gününe sürücüye iletilebilmesi amacı ile toplu bir hareket başlatılmalıdır.


    Mesela, hergün başbakana “Bir vatandaş olarak trafik ceza ihbar kağıtlarının günü gününe gönderilmesini talep ediyorum” içerikli bir e-mail göndermek bile toplu bir harekettir ve en azından vatandaşın duyduğu bir sıkıntıyı başbakan düzeyinde dile getirmektedir.

29 Haziran 2008
Trafik Ceza Yönteminde Hata Var için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Tıkanan Kelimelerin Dili

Tıkanan Kelimelerin Dili

Bugünkü köşe yazımın başlığına “Tıkanan kelimelerin dili” dedim. Doğrusu, zihinsel programımın gündeminde böyle bir yazı yoktu.


Ancak, Volkan Gazetesinden Sabahattin İsmail dostum, geçtiğimiz hafta yayınlamış olduğum bir yazımdan yola çıkarak her biri yarım sayfaya yayılan iki günlük köşe yazısını benim ismim, akademik kimliğim ve konuya ilişkin ortaya koyduğum analiz nitelikli düşünce ve görüşüme ayırınca, bu yazım kendiliğinden doğmuş oldu.


Sabahattin dostumun iki günlük köşe yazısı birleştirildiği zaman ortaya çıkan boyut günlük bir gazetenin tam sayfası değerindedir ki, böylesine bir yazı geleneksel anlamdaki bir “Köşe Yazısı” esprisinin ötesine geçerek, deyim yerindeyse, bir araştırma-inceleme kimliğine bürünür.


Oysa Sabahattin dostumun iki gün üst üste kaleme aldığı yazısı bir araştırma-inceleme yazısı değil, benim, kendi köşe yazımda İngilizce iki kelimeden ibaret olarak bir arada kullandığım “Constituent State”e, kendi perspektifinden vermeye çalıştığı bir yanıttı sadece.


Kısacası benim iki kelimeden ibaret analizime, Volkan’ın tam sayfasına sığamayan bir karşı görüş.!


Coğrafyasıyla küçük, toplumsal tarihiyle büyük, güzelim ülkemiz Kıbrıs’ı ve onun “sorunu”nu bu tam sayfalık karşı görüş yazısında bir kez daha düşündüm.


Anladım ki bizim “Kıbrıs Sorunu”na çözüm arayışlarımızda en büyük sorunumuz çok hızlı bir şekilde çıkmaza giren ve tıkanan zihinsel karşıtlıklarımız değil, daha yolun başında anlaşmak umuduyla telaffuz etmeye başladığımız kelimelerin ilk cümlesini kurmadan tıkanması ve tıkanan kelimelerimizin de dilini kaybetmesidir.


Böyle olmasaydı eğer, Sabahattin dostum, iki kelimeden ibaret “Constituent State” (Kurucu Devlet) yorumuna günlük reklam değerini asgari ücrete eş tutabileceğimiz bir tam sayfayı ayırır mıydı?


Ve yine kelimelerimizin dili tıkanmasaydı eğer; edebiyatıyla da güçlü Sabahattin dostum, alışılagelmiş köşe yazısı sütunlarından birine mutlak sığardı diye düşünüyorum.


 “Tıkanan Kelimeler” veya “Farklı Algılanan Kavramlar” diye de tanımlayabiliriz bu nedeni. Belki de Sabahattin dostumla birlikte ve bize katılacak diğer söz sahibi dostlarla, bu soruna bir çözüm getirebiliriz.


Bir başka köşe yazarımız, 23 Haziran Pazartesi günü yayınladığı yazısında, kendi değerlendirmeleri çerçevesinde ve gelişmelere kendi bakış açısı ile bakarak, olayın önemini hissetmiş ve aynen aşağıdaki kelimeleri kullanmış;


“Ne yazık ki işin bu boyutu kamuoyunda hemen hemen hiç tartışılmamakta;…”
 
Gerçekte tartışılan iki kavram bulunmaktadır. İngilizceleri “Constituent State” ve Founding State” olan tanımlar. Her ikisinin de tam Türkçesi “Kurucu Devlet”dir. Ama farklı olsunlar diye birine “Oluşturucu Devlet”, diğerine de “Kurucu Devlet” demeye başladık. Tabii bu devletler neyin kurucusu veya oluşturucusu olduklarına bağlı olarak da, “Devlet” veya “Eyalet” olarak ikiye ayrılmaktadır. 


İngilizcesi “Constituent State”, Türkçesi “Kurucu Devlet” olan yapı, daha büyük bir Politik varlığın bir parçası olan, yasa yapmak ve buna ilaveten de Anayasayı değiştirmek yetkisi bulunan devlet (yönetim birimi) olarak tanımlanmaktadır. Örneğin Kaliforniya, ABD’nin “Kurucu (Constituent) Devlet”idir. Aynı şekilde Nahçevan da Azerbaycan’ın “Kurucu (Constituent) Devlet”idir. Bu tanım bazen tek taraflı bağımsızlık ilan etmiş devletleri tanımanın bir alternatif yolu olarak da kullanılmaktadır. İKÖ’nün KKTC’yi, “Kıbrıs Türk Devleti” adı altında “Kıbrıs”ın “Kurucu (Constituent) Devlet”i olarak kabul etmesi gibi veya Somaliland’nin 1991’de bağımsızlığını ilan etmesine rağmen diğer devletler tarafından Somali’nin “Kurucu (Constituent) Devlet”i olarak kabul edilmesi gibi. 


Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri bakanlığının aşağıda internet adresini verdiğim, BM’nin hazırladığı Annan Planı ile ilgili sitesinde, İngilizcesi ….. “Constitution of the Turkish Cypriot Constituent State” olan ve Türkçesi de ilgili sitede ….  “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti’nin Anayasası” olarak yazılmış bulunan “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti”nin yani “Turkish Cypriot Constituent State”in anayasası, en ince detayına kadar yazılmıştır.  


http://www.mfa.gov.tr/annan-plani-ile-kurulmasi-ongorulen-kibris-turk-kurucu-devleti_nin-anayasasi.tr.mfa


Bu sayfada belirtilen “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti”nin yani “Turkish Cypriot Constituent State”in Anayasasının 1.ci maddesi, Kıbrıs Türk Devletinin Şekli ve Nitelikleri”ni tanımlar.  Cumhurbaşkanı vardır, Bakanlar Kurulu vardır, Meclisi vardır. Devlet Kurumları, Sayıştay’ı, Yüksek Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Mahkemesi, Yargıtay’ı, Polis’i ve benzeri kurumları da bulunmaktadır.


Aynı sayfada yer alan Kıbrıs Türk Devletinin Şekli ve Nitelikleri,  aşağıda yer alan Madde 1’de tanımlanmıştır.


“Birleşik Kıbrıs Cumhuriyetinin, siyasi eşitlik, iki kesimlilik ve eşit statü temeline dayalı iki Kurucu Devletinden biridir. Kıbrıslı Türklerin ayrı kimliğini ve iki bölgeli bir ortaklık içindeki eşit siyasi statüyü temsil eder. Kıbrıs Türk Devleti, insan hakları, demokrasi, temsili cumhuriyet yönetimi, sosyal adalet ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan laik bir Devlettir.”


Kimin ne yazdığından veya söylediğinden ziyade, Kıbrıs konusunda birincil rol oynayan ve aynı zamanda da Garantör Statüsünü taşıyan Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış İşleri Bakanlığının  “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti” yani “Turkish Cypriot Constituent State” ile ilgili tanımı, mevcut koşullarda en geçerli olan tanımdır. Geri kalanlar sadece varsayımdır.  


Zaten olayın önemi de burada ortaya çıkmaktadır.


Tartışılan ve 23 Mayıs mutabakatında  liderler tarafından kabul edilen “Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Kurucu Devletleri”den Türk olanı hangi  “Turkish Cypriot Constituent State” yani “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti”dir?.


Federal yapıdaki bir “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti”mi, Konfederal yapıdaki bir “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti”mi yoksa bir BM belgesi olan Annan Planı içindeki “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti” mi?


23 Mayıs’taki Talat-Hristofyas görüşmesinin ardından, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs’taki Özel Temsilcisi Taye Brook Zerihoun tarafından okunan ortak açıklamadaki altı adet cümle, aralarındaki nokta (.) dikkate alınıp mı okunacak, yoksa noktasız mı okunacak?


Noktalar dikkate alınıp okununca altı cümlelik paragrafın tümünden ortaya çıkan mana, noktalar yokmuş gibi okunandan çok farklı. Bu nedenle de farklı yorumlar ortaya çıkmakta, farklı iddialar ileri sürülmekte.

29 Haziran 2008
Tıkanan Kelimelerin Dili için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Niko’ya Kulak Verin

Niko’ya Kulak Verin

KKTC’de her siyasi partinin bir Başkanı, bir Genel Sekreteri ve toplumu ilgilendiren belli başlı konularda da sözcüleri vardır. Resmi görevle yapılan konuşmalar veya halka aktarılması amacı ile basın yolu ile resmi kişilerce verilen beyanatlar, ilgili siyasi partiyi bağlarken, parti sempatizanı olarak bilinen kişilerin sözlerini veya yazılarını söz konusu partiye mal etmek, benim yargılarıma göre yanlış bir davranıştır.


Yazarların siyasi gelişmeler ve olaylar karşısındaki yorumunu, herhangi bir siyasi partinin resmi politik görüşü olarak algılamak da doğru bir yaklaşım değildir.


Olaylara tarafsız gözle bakabilmenin, duygulara kapılmadan doğru bilgilerle yorumlayıp harmanlamanın ve sonra da okuyucuya karmaşık olmayan sade bir dille aktarmanın “Doğru ve basın etiğine uygun bir davranış” olduğu inancındayım.


Bu inancımı da birkaç yıldır, yaz döneminde yurt dışında katıldığım üniversite üstü düzeydeki “Gazetecilik” eğitimlerinde, bu kavramın ısrarla ve derinlemesine işlenerek katılımcılara aktarılması nedeniyle geliştirdim ve pekiştirdim.


Görüşlerim benim görüşlerimdir ve sözlerim de sadece beni bağlar.  Hele “En iyi ben bilirim” yaklaşımında olmadığımı da beni yakından tanıyan okuyucularım, dostlarım ve arkadaşlarım çok iyi bilirler. Hiçbir konuda böylesi bir iddiada bulunmadım.


Son 32 yıldır hergün, fiilen içinde yaşadığım Kıbrıs siyasetinde de bu böyledir.


Alman-Kıbrıs Rum Forumu, 20 Haziran günü Berlin’de, Güney Doğu Avrupa Şirketi (özellikle Balkanlar’la ilgili düşünce kuruluşu) ve Alman SDP (Sosyal Demokrat Parti) bünyesinde bulunan Fredrich Ebert Stiftung isimli siyasi kurum tarafından ortak bir etkinlikle gerçekleştirildi. Kıbrıs sorunu ve mevcut gelişmelerin ele alındığı panelde DİSY Başkanı Nikos Anastasiadis de bir konuşma yaptı.


Anastasiadis konuşmasında özetle, “Egemen devletler arasında yapılacak müzakereleri asla kabul etmeyeceğiz” diyerek Kıbrıs konusunun çözümüne DISY olarak nasıl baktıklarını net olarak ortaya koydu.


DISY’e göre, yani Kıbrıslı Rum siyasi partiler arasında Türklerle kurulacak ortak bir devlete en ılımlı gözle bakan partiye göre, müzakere masasına “KKTC” olarak oturmamızı kabul etmeleri mümkün değilmiş.  Onlara göre masaya “1960’da Kıbrıs Rum Yönetimine baş kaldırmış asiler olarak oturacağız ve ancak bir takım hakların sahibi olabilecek, affa uğramış Türk azınlık olarak kalkabileceğiz”. Başka da yolu veya alternatifi de yokmuş.


Hristofyas Dikomo’ya kadar, Niko’da Leymosun’a kadar koştursun. (Yabancı okurlar için not: Bu özgün bir Kıbrıs deyimidir)



BM Genel Sekreterinin Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı Lynn Pascoe’nin son ziyaretinden sonra “Kıbrıs’ta yorumlar ve kavramlar oyunu oynanmaktadır” demesi boşuna değil. Ortada büyük bir sıkıntının olduğu kesin. Hristofyas ve Talat arasındaki ilişkilerin ve Eylül de başlaması planlanan müzakerelerin ön hazırlıklarının iyi gitmediği gün gibi de aşikâr.


Düşük bir olasılık olsa da, Ege’de Türk ve Yunan uçakları arasında geçen çekişmeye “İt dalaşı” denmesi benzeri, Hristofyas ve Talat arasındaki “Politik dalaş”ın da, Eylül müzakerelerini sekteye uğratması mümkün.


23 Mayıs’ta, Talat’ın “Kurucu Devletler” terimini mutabakatın içine koydurmasını Hristofyas hala daha hazmedemedi. Bunun rövanşını 1 Haziran’da alacağını ve 1 Haziran mutabakatına “Tek Egemenlik ve tek vatandaşlık” kavramını koydurmak için elinden geleni yapacağını, birkaç gündür dile getiriyor. Fitil şimdiden ateşlendi.


Yakında çıngarın çıkacağını ve iplerin gerileceğini, “Talat ve Hristofyas, eski dostturlar ve barış istemektedirler. Bunlar Kıbrıs sorununu çözemezlerse başka hiç kimse çözemez” propagandasına rağmen ilişkilerin kısa bir zaman dilimi içinde kopma noktasına çok yaklaşacağını, açık ve net olarak algılayabiliyorum.


Üç tane cumhurbaşkanı eskitmiş, duayen Dış İşleri Bakanı Yakovou, açıkça son İngiliz tezgahının mimarı. Hristofyas’ın bütün acemiliğine rağmen İngilizlerden istedikleri “Ortak Bildiri”yi çıkarttırmayı başardı.


Fransız-Rum ilişkisinin arkasında da o var.


Yakovou’nun tezgâha koyduğu plan, müzakereleri, bütün yan yollarını tıkayıp, kaçış olasılıklarını da ortadan kaldırdıktan sonra kendi istedikleri ve hedefledikleri mecraya sokabilmek. Şimdilik etrafımızı kuşatıyorlar. Esasa sonra geçecekler.
 
Yakovou’nun fikir babalığı yaptığı birbaşka bir kavramı da, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi, bir müddettir planlı bir şekilde işlemeye ve akıllara sokmaya başladı.


Bir kaç ay evvelsinden Bayan Theodora Bakoyanni ve Hristofyas, söz birliği etmişçesine, “AB’nin garantisinin Kıbrıs için yeterli olduğunu, Türkiye’nin garantisine gerek bulunmadığını” resmen dile getirmeye başladılar. Bu oyun devam ederken ve de bu fikir beyinlere işlenirken, şimdi de Yunanistan, oyunun ikinci ayağı olarak, “Kıbrıs’ın Garantörlüğünden vazgeçmek istediğini” gayrı resmi olarak açıkladı.


Hedef, önce Türkiye’nin garantörlük haklarını şaibe altına sokup, “AB varken, gerekli mi, değil mi?” kavramı ile şüpheli hale getirmek, sonra da Yunanistan’ın “Garantörlükten” vazgeçmek talebi ile “1960 Garanti ve İttifak Antlaşması”nı havada bırakıp, geçersiz ve çalışmaz kılmak. Tezgâh hazırlanmış, düğmeye de basılmış. Amaç belli. Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki haklarını budamak ve Kıbrıs ile olan bağını koparmak.


Zaman, çok dikkatli olmak ve KKTC’den asla vazgeçmeden, yılmadan yürümek zamanı. Yanımızda, bize arka çıkabilecek veya destek olabilecek Türkiye’den başka hiçbir Allah’ın kulu veya devlet yok. Güvenliğimizi sağlayacak, adanın kuzeyindeki ata yadigârı küçücük topraklarımızda egemenliğimizi sürdürebilmemiz ve huzur içinde yaşayabilmemiz için yardımcı olacak TSK’dan başka güvenebileceğimiz hiçbir güç, sığınabileceğimiz hiçbir bağır da yok.

25 Haziran 2008
Niko’ya Kulak Verin için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Cezayir Soykırımı Anıtı Yapılmalı

Cezayir Soykırımı Anıtı Yapılmalı

Cezayir Soykırımı Anıtı Yapılmalı


1 Temmuzda AB’nin dönem başkanlığı devralacak olan Fransa hiçte “ak sütten çıkmış kaşık” değil.
Zaten İrlanda’nın Lizbon Antlaşmasına yani AB Anayasasına “Hayır” oyu vermesi ile Fransa’nın Türkiye’ye karşı oynadığı olumsuz oyun, “Ben istemezsem Türkiye AB’ye üye olamaz” iddiası aniden havada kalıverdi. Fransa’nın bütün kozu elinden uçup gidiverdi. 


Yıl 1945, günlerden 8 Mayıs. Fransa için kurtuluş, Cezayir için soykırım günü. 8 Mayıs 1945 günü gerçekleştirilen Cezayir soykırımı, çok dehşet verici ve üzücü, Fransa için de yüz karası tarihsel bir olay.


1830 yılının Temmuz ayında Fransızlar Cezayir’i işgal ettiler. Fransızlar, burayı kurmak istedikleri Büyük Fransız İmparatorluğu’nun bir parçası haline getirmeyi amaçlıyorlardı. Bunun için Cezayir’in Müslüman halkını Hıristiyanlaştırmak ve kendilerini tamamen Fransız kültürüne adapte etmek planını yapmışlardı. Aynı yıl Cezayir’de Avrupa’nın en büyük misyonerlik merkezi olan Beyaz Papazlar Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet Cezayir halkını elli yıl içinde Hıristiyanlaştırmayı amaçlıyordu. Ama Cezayir halkının dinine bağlılığı onların başarısını engelledi.


II.ci dünya savaşı yıllarında dönemin Fransız sömürgesi olan Cezayir, Nazi Almanya’sı tarafından işgal edilen Fransa’nın kurtuluş mücadelesi için tüm gençlerini Fransa’ya Fransız askerlerinin yanında savaşmaya gönderdi. Bunun karşılığında da Fransız hükümetinden sadece bağımsızlığını istedi. Dönemin Fransa hükümeti bu teklifi kabul etti. Amerikalılar, İngilizler ve Ruslar da bağımsızlık sözü verdiler. Fransa, Cezayirli askerlerin desteği ile Almanları topraklarından attı ve II.ci dünya savaşı da aynı günlerde sona erdi.


Fransa’nın zaferi, Cezayir’de bayram coşkusuyla kutlandı. 8 Mayıs 1945 günü sokaklara dökülen halk, kendilerine verilen bağımsızlık sözünün tutulacağı düşüncesiyle, kutlama yürüyüşleri düzenledi. Ancak Fransa hükümeti verdiği sözü tutmadı. Yürüyüşe katılan halkın üzerine işgalci Fransız askerleri tarafından ateş açıldı. Avrupa’nın derin bir nefes aldığı 8 Mayıs 1945 günü, yıllarca Fransa’nın sömürgesi altında kalan Cezayir için bir soykırım günü oldu. Cezayir’in Setif şehrinde korkunç bir katliam ve büyük bir yas yaşandı o günün sonunda. Fransız askerleri, tek suçları ülkelerinin bağımsızlığını istemek olan yaklaşık 45 bin Cezayirliyi o gün katlettiler.
Katliam günlerce sürdü. Masum insanlar, evlerinden alınarak kurşuna dizildi. Köyler ve kasabalar tanklarla ve bombalarla yerle bir edildi. Kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden on binerce Cezayirli, Fransız askerlerinin kurşunlarıyla can verdi. Sonra da olağanüstü hâl ilan edildi.  Müttefik ülkelere yapılan başvurular bir sonuç vermedi ve sözlerini unutmuş göründüler. Askerler, yolda karşılarına çıkan Cezayirlileri rastgele öldürdüler. Öldürmekle yetinmeyen Fransız askerleri, Cezayirli Müslüman kadınlara da sorgusuz sualsiz tecavüz ettiler ve sonra da öldürdüler.
Öldürülenlerin bir kısmı şehrin dışında açılan büyük çukurlara gömülürken, bir kısmı ise şehri ziyarete gelecek olan Fransız valinin ceset kokularını duymaması için Ben Hamlanın Nazi fırınlarına benzettiği ölüm fırınlarında yakıldı. Guelmanın dışındaki kireç fırınları ölüm fırınlarına dönüştürüldü ve öldürülen binlerce Cezayirli ölüm kamyonlarıyla bu fırınlara taşındı.


Çok eski bir tarih değil. Sadece 50 sene önce bir buçuk milyon Cezayirli Fransızlar tarafından katledildi. O zamanlar Cezayir nüfusu 10 milyondu. Cezayir halkının yüzde on beşi soykırıma uğratıldı ve yok oldu.


Fransızların Cezayir’de o yıllarda neler yaptıkları, Cezayirlilere ne tür işkenceler uyguladıklarını belgeleyen fotoğraflar, görüntüler, kanlı giysiler ve diğer değişik bilgi ve belgeler günümüzde başkent olan Cezayir şehrindeki askeri müzede (Musee Central De L’armee) sergilenmektedir.


1945 yılı, tarihe, Fransa’nın utanç yılı olarak kazındı. Tarih sayfalarına utanç olarak geçen bu katliam, Fransa tarafından görmezden geliniyor. Yıllardır 8 Mayıs’ta anma törenleri yapan Cezayirliler, Fransa’dan soykırımın kabul edilmesini ve özür dilenmesini bekliyor. Fransa ise bu çağrılara “Geçmişi tarihçilere bırakalım” yanıtını veriyor. Bırakın bu soykırımdan dolayı özür dilemeyi, Fransa, insanlık için yüzkarası olan bu olayı duymak bile istemiyor. Cezayir soykırımı, Fransızların hatırlamak istemedikleri arasında ve başköşede.


Rumların Larnaka’da sözde “Ermeni soykırımı” anıtı açmalarına karşın KKTC’de de “Cezayir Soykırımı Anıtı” açılmalıdır.

22 Haziran 2008
Cezayir Soykırımı Anıtı Yapılmalı için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk

Çözüm Çerçevesi Belli

Çözüm Çerçevesi Belli

Kıbrıs sorununun çözüm zemini çok önceden üzerinde anlaşmaya varılmış ve açıklanmıştır. Çerçeve bellidir.


Bu zemin 1977 ve 1979 Doruk Anlaşmaları ile oluşmaya başlamış,  daha sonra da bir dizi BM Güvenlik Konseyi kararları ile konuşulanlara açıklık getirilmiş ve çerçeve belirginleştirilmiş. Şimdi uluslararası toplum, önünde duran bu zeminde ve çizilen çerçevede ısrar etmektedir.


Zaten ortada başka bir alternatif de yok. Ama yaratılamaz diye bir kural da yok.


Birkaç gün evvel adayı ziyaret eden BM Genel Sekreterinin Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı Lynn Pascoe, Kıbrıs sorununu BM’nin özel temsilcilerinin hazırladığı resmi raporlardan ve yarım yüzyıldır Güvenlik Konseyinde yapılan açık tartışmalardan takip ettiğinden sadece teorik olarak biliyor. 


Bu nedenle de açıklamasında resmen “Kıbrıs’ta yorumlar ve kavramlar oyunu oynanmaktadır” diyerek, sıkıntısını ortaya koydu.



1968’de başlayan ve 40 yıldır sürmekte olan görüşmeler sürecinde oluşan “BM Kıbrıs Müktesebatı”nın içeriği 1997-79 Doruk Antlaşmaları, çeşitli müzakereler, müzakereler sonrası Güvenlik Konseyine sunulmuş Genel Sekreterin Raporları ve Güvenlik Konseyi tarafından alınan kararların içinde açıklığa kavuşturulmuş tanımlar ile belirlenmiş ve bu sürecin sonunda bir çerçeve çıkmış ortaya.


Bu çerçevenin içindekileri bir araya getirebilmek için Genel Sekreterin 8 Mart 1990 tarihli S/21183 sayılı raporu, Güvenlik Konseyinin aldığı 649 (1990) sayılı 12 Mart 1990 tarihli kararı, BM Genel Sekreteri Boutros Boutros Ghali’nin Güvenlik Konseyine sunduğu 3 Nisan 1992 tarihli S/23780 numaralı raporu ile 18 Haziran 1992 tarihinde hazırladığı  “Gali Haritası” ve “Gali Çözüm Planı”nı (fikirler dizisi) ve 10 Nisan 1992 tarihli 750 sayılı Güvenlik Konseyi kararını, derinlemesine etüt etmek gerekiyor.


Çözüm çerçevesini, çeşitli zamanlarda bir bütünü oluşturacak parçalar halinde mutabakata varılmış, aşağıdaki kavramlar oluşturuyor.
1. Kıbrıs adası, Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin ortak evidir.
2. Aralarındaki ilişki çoğunluk-azınlık ilişkisi değil, Kıbrıs devleti içindeki iki toplumun ilişkisidir.
3. Devlete katılım iki eşit zeminde olacaktır. (zemin, devlet veya eyalet olabilir)
4. Varılacak olan çözüm, iki toplum tarafından mutabakata varılan ve kabul edilecek olan karar olmalıdır.
5. Bu karar, her bir toplumun kültürüne, dinine, sosyal ve dil yapısına saygılı olmalıdır.
6. Çözüm, Kıbrıs’ın hükümranlığını, bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını temin etmelidir.
7. Bir başka ülke ile bir bütün veya kısmen birleşmek veya adanın bölünmesi veya toplumlardan birisinin Federal yapıdan ayrılması olanaksızdır.
8. Anayasal açıdan iki toplumlu ve bölgesel açıdan iki kesimli bir Federasyon kurulacaktır.
9. Federasyonun iki kesimliliği çok net bir şekilde tanımlanmalıdır.
10. Devletin bütünlüğü garantilenmelidir.
11. Federal hükümetin yetkileri ve görevleri, iki toplumun etkin katılımını sağlarken, hükümetin de etkin görev yapmasını sağlamalıdır.  
12. Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler arasında sayısal eşitlik değil, politik eşitlik olacaktır.
13. Tarafların devlette etkin katılımları olacaktır. (7:3 veya 2:1 gibi belli oranlarda)
14. Halkın temel hakları olan üç özgürlük ile politik, ekonomik, sosyal ve kültürel haklar korunmalıdır.
15. Her iki toplumun güven içinde olmasını sağlayıcı hazırlıklar üzerinde mutabakata varılmalıdır.
16. Göçmenlerin sorunu her iki toplumun çıkarları gözetilerek çözülmelidir.
17. Her iki toplumun yarar göreceği dengeli bir ekonominin yaratılmasının yöntemi geliştirilmelidir.
18. Geçiş dönemi hazırlıkları halledilmelidir.
19. İki kısımlı Parlamento olacaktır. (Alt Meclis 70-30 oranında, üst meclis 50-50 oranında)
20. Bakanlar Kurulu 7:3 oranında olacaktır. Üç önemli bakanlıklardan biri Türklerin yönetiminde kalacaktır.
21. 1960 anayasasında belirtilmeyen askeri güçler ada dışına gidecektir. (TSK kastedilmektedir)
22. Tek bir bağımsız devlet olacaktır.
23. Bu devletin tek bir hükümranlığı olacaktır.
24. Tek vatandaşlık olacaktır.
25. Karasal bütünlük sağlanacaktır. (iki ayrı devlet olmayacaktır)
26. İki kesimlilik olacaktır. Her bir devlet (eyalet) bir toplum tarafından yönetilecektir.
27. Her devlette (eyalette) toplumlardan bir tanesi çoğunlukta olacaktır. Bu devlette (eyalette) toprağın yarıdan fazlası da bu topluma ait olacaktır.
28. 1960 Garanti ve İttifak antlaşması yürürlükte kalacaktır.
29. Türk ve Yunan alayları vardıklarını sürdürecekler ve eşit sayıda olacaklardır.
30. Çözüm Kıbrıslı Türkler tarafından kabul edilirse, KKTC, Federasyonu oluşturacak kurucu devletlerden bir tanesine dönüşecektir. (Benim öngörüm)
31. Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Anayasasını yeni Federal yapıya göre değiştirecek ve Türk Kurucu Devleti buna katılacaktır.  (Rumların BM Genel Sekreterine yaptığı yazılı teklif)    


İşte yıllar boyu biriken ve 30 ve 31.ci maddeler hariç, BM Güvenlik Konseyinden çıkan kararlarla belirlenmiş olan Müzakere Çerçevesini oluşturan maddeler bunlar.  


Bu çerçevede, müzakereler değil 2008 yılı içinde, benim hesaplamalarıma göre Milletvekili seçimlerinin olağan tarihi olan 2010 Şubatında yapılacağı varsayımına göre son gün çizgisi olan Ekim 2009’a kadar bitmesi bile olası değil.


Bu günlerde yapılan kamuoyu yoklamaları, KKTC vatandaşlarının, KKTC’nin lav edilmesini ve TSK’nın adayı terk etmesini kabul etmediğini net olarak ortaya koymaktadır. Bu olmazsa olmaz ana konulara ilaveten yukarıda belirtilen maddelerin en az birkaç tanesini daha KKTC vatandaşlarının reddedeceği aşikârdır.


Bu günkü koşullara göre Talat ve Hristofyas arasında başlatılacak olan kapsamlı müzakerelerin sonunda her iki tarafın kabul edeceği bir anlaşmanın çıkması çok uzak bir olasılık olarak gözükmektedir.


Müzakerelerin eninde sonunda çıkmaza gireceği kaçınılamayacak bir akıbet olacaktır.

22 Haziran 2008
Çözüm Çerçevesi Belli için yorumlar kapalı
Okunma
bosluk
  • Sayfa 1 ile 3
  • 1
  • 2
  • 3
  • >
Prof. Dr. Ata ATUN Makaleleri, Özgeçmişi, Yazıları Son Yazılar FriendFeed
Samtay Vakfı
kıbrıs haberleri
kibris 1974
atun ltd

Gallery

Şehitlerimiz-1 Şehitlerimiz-amblem kktc-bayrak kktc-tc-bayrak- kktc-tc-bayrak kktc-tc-bayrak-3

Arşivler

Son Yorumlar