Cumhurbaşkanı (CB) Talat son 48 saat içinde iyi bir politik performans gösterdi. Hatta bu son iki gün içindeki davranışlarına, “gole gidebilecek siyasi çalımlar attı” da diyebiliriz.
CB Talat, 17 Haziran Salı gecesi Lynn Pascoe ve D. Hristofyas ile yenecek resmi yemeğe katılmamakla en doğrusunu yaptı. Bu davranışı ile Güvenlik Konseyi’nin son kararı ve Kıbrıs ile İngiltere arasında imzalanan memorandumu protesto ettiğini açıkça hem yazılı, hem sözlü hem de vücut dili ile belirginleştirdi.
Aslında dile getirdiği, protestodan da öteye Kıbrıs’ın kuzeyinde KKTC diye bir devlet olduğunu ve bu devletin de şamar oğlanı olmayan bir başkanı olduğunu adeta ilgili herkesin gözüne soktu.
CB Talat’ın yemek davetini reddetmesi, son günlerde yükselme eğilimi gösteren olumsuzlukların sorumlusunun da Kıbrıs Rum tarafı olduğunu politik bir mesaj şeklinde ortaya koydu.
CB Talat’ın Pascoe ile yaptığı her iki görüşmede de Kıbrıslı Türklerin karşı karşıya kaldıkları kısıtlamaları ve izolasyonları dile getirip, söz konusu konularla ilgili olarak Pascoe’dan BM’nin tutumunda hiçbir değişiklik olmadığı konusunda yanıt ve güvence alması da bir başka olumlu gelişme.
Buna karşın Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanı Dimitris Hristofyas’ın Pascoe’ya, doğrudan müzakerelerin başlaması için ortak bir dil ve üzerinde anlaşma sağlanacak olan hedefe yol açacak bir müzakere zemininin olması gerektiğini dile getirmesi ise, Rumların daha işin başında cırlamaya niyetli olduklarını veya taviz koparmak amacı ile daha başlangıçta olumsuz ve yıkıcı davranışlar içine girdiklerini göstermektedir.
CB Talat da, Denktaş’ın ve Papadopulos’un taktiklerini görmeye başladım.
Özellikle CB Talat, Cumhurbaşkanı seçildiği günlerde, Papadopulos’a seslenip, kahve içmeye davet etmesinin Papadopulos tarafından reddedilmesini, Salı akşamki yemek konusunda çok iyi kullandı. Haklı konumuna zarar getirmedi ve protestosunu da söze ve eyleme döktü.
Birçok arkadaşımız, yazarlarımız ve siyasi yorumcularımız 23 Mayıs mutabakatını eleştirmektedir.
23 Mayıs mutabakatını tek başına yorumlamanın yanlış olduğu düşüncesindeyim.
23 Mayıs anlaşması bir BM belgesidir. Görüşmeler ilk defa 1968 yılında Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta dönemin Rum Hükümeti görüşmecisi Meclis Başkanı Glafkos Klerides ile Türk Cemaati görüşmecisi, dönemin Cemaat Meclisi Başkanı Rauf R. Denktaş arasında başlatılmıştı. Yapılan her görüşmeden sonra BM Genel Sekreteri bir Kıbrıs Raporu hazırlamış, Genel Kurula ve Güvenlik Konseyine sunmuş. Bu sunu sonrasında BM Genel Kurulundan ve Güvenlik Konseyinden Kıbrıs ile ilgili kararlar çıkmış ve yıllar içinde de bir “BM Kıbrıs Müktesebatı” oluşmuş. Binlerce sayfayı bulan bir müktesebat.
Önüme bulabildiğim BM Genel Kurulu kararlarını ve Güvenlik Konseyi kararlarını koyup, 23 Mayıs mutabakatını da bunlarla beraber değerlendirdiğimde bir başarısızlık veya halk tabiri ile “Satılmışlık” görmüyorum açıkçası.
Ben bir akademisyenim. Kafa yapım, bilimsel araştırma yapmak ve tarafsız gözlemlerde bulunmak şeklinde yontulmuş. Kahve konuşmalarından uzak, dedikodulardan arınmış, mesnetsiz iddiaları dikkate almayan, duygularını sonuçları değiştirecek şekilde verilerle harmanlamayan, belgelere dayalı ve bilimsel araştırmalar sonucu elde edilmiş sonuçlara giden bir yol takip ediyorum yıllardır. Aksi olsaydı zaten akademisyen olamazdım.
Önüme, çözüme en çok yakınlaşıldığı söylenen George Vasiliu – Rauf Denktaş görüşmesinden sonra BM Genel Sekreteri Havier Perez de Cuellar’ın Güvenlik Konseyine sunduğu 8 Mart 1990 tarihli ve S/21183 sayılı raporunu, Güvenlik Konseyinin aldığı 649 (1990) sayılı ve 12 Mart 1990 tarihli kararı ve BM Genel Sekreteri Boutros Boutros Ghali’nin Güvenlik Konseyine sunduğu 3 Nisan 1992 tarihli ve S/23780 numaralı raporu koydum ve 23 Mayıs mutabakatını bunların içeriklerindeki tanımlar ile bütünleştirerek okudum.
İşte o vakit, 23 Mayıs mutabakatının içeriği, anlamı ve genel çerçeve tamamen değişiyor. 23 Mayıs mutabakatını yalnız okuyup yorumlamak ile “BM Kıbrıs Müktesebatı” ile birlikte okuyup yorumlamak arasında dağlar kadar fark var.
23 Mayıs mutabakatında geçen ve geçmişte varılan tüm antlaşmalarda yer alan terimlerin açıklamaları bu belgelerde açık ve net olarak var.
Bence CB Talat, Annan Planını liderlerin üzerinde mutabakata vardığı bir antlaşma olarak saymazsak, tamı tamına 40 yıllık “BM Kıbrıs Müktesebatı” içine ilk defa olarak 23 Mayıs tarihinde “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ve Kıbrıs Rum Kurucun Devleti” tanımlarını, liderlerin üzerinde bir mutabakata vardıkları bir anlaşma içine sokmayı başarmış. Hristofyas’ın cırlaması da bundan dolayı.
Rumları Dava Etmek Zor mu
Bir taraftan Kıbrıs sorununa kapsamlı bir çözüm getirmek için gerekli olan müzakereleri başlatmak çabaları dolu dizgin sürerken, diğer taraftan Rumlar, AB üyesi bir devlet olmalarına rağmen, AB kararlarına aykırı tutumlarını pervasızca sürdürmektedirler. Hem de hiç korkmadan ve hiç çekinmeden.
Güya AB komisyonunun, kendi tanımı ile “Kıbrıs’ın kuzeyinde bulunan deniz limanlarına giriş ve çıkış genel uluslararası hukuka göre yasak değildir” ana temalı, 16 Ekim 2007 tarihinde aldığı bir karar var.
Bu kararın çıkış nedeni, Rumların Mağusa-Lazkiye seferlerini durdurmak için AB’ye başvurmaları ve Suriye’ye baskı yapmasını istemeleri üzerine Avrupa Komisyonunun yaptığı bir çalışma.
Avrupa Komisyonu, Rum Yönetimi’nin KKTC’deki limanların yasa dışı olarak işlediklerine ilişkin tezini açıkça ve enine boyuna sorguladıktan sonra “ticari veya yolcu gemilerinin demirlemeleri veya hareket etmeleri yasak olmaması gerekir” yönündeki bulgusunu, 16 Ekim 2007 tarihinde yazılı metin olarak açıkladı.
Açıklamada, Mağusa-Lazkiye seferlerinin başlamalarının ardından, Komisyon’un genişlemeden sorumlu idaresi, Komisyonun iki taraf arasındaki bir meseleye karışmayacağını, KKTC limanlarının işlemelerine ilişkin yasağın “Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin” tek taraflı kararıyla konduğunu, dünya hukuku gereği üçüncü tarafları bağlamadığını belirttikten sonra gerek BM Güvenlik Konseyi’nin gerekse Avrupa Topluluğunun, KKTC’ye ekonomik ambargo koymadıklarını da vurguladı.
AB Komisyonu’nun 16 Ekim 2007 tarihli kararının tam metni, aynen aşağıdaki gibidir.
“Komisyon Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin 1974 yılında, Kıbrıs’ın kuzeyindeki deniz limanlarını yasakladığının ve tüm gemilere kapattığının farkındadır. Bu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendi iç hukukundan kaynaklanan tek taraflı bir kararı olup, uluslararası hukuk açısından herhangi bir sonuç doğurmamıştır.
Bir başka deyişle, Komisyon’un anlayışına göre Kıbrıs’ın kuzeyinde bulunan deniz limanlarına giriş ve çıkış genel uluslararası hukuka göre yasak değildir.
Bunun yanında ne BM Güvenlik Konseyi ne de AB hiçbir dönemde ilgili bölgelere ticaret ambargosu koymamıştır. Bunu göz önüne alarak Komisyon 2004 yılında Doğrudan Ticaret Tüzüğü olarak adlandırılan öneride bulunmuştur.
Bu geçmişe göre, Komisyon bu meselede Suriye Arap Cumhuriyeti otoritelerine müdahale etme durumunda değildir. Konu Kıbrıs Cumhuriyeti ile Suriye arasında ikili olarak çözülmelidir.”
Bu kararla KKTC’deki Mağusa, Girne ve Gemikonağı limanlarının uluslararası hukuka uygun olarak açık olduğu AB ağzı ile teyit edilmiştir.
Buna rağmen hala daha Rum hükümeti, Mağusa veya Girne limanlarına giriş yapan yabancı bandıralı gemileri ya telsiz konuşmalarından, ya da Lloyds’un yayınladığı sirkülerden takip etmekte ve bu gemilerin taşıdıkları bayrağın ülkesine yazılar göndererek, söz konusu gemi sahiplerinin uyarılmalarını, bayraktan çıkarılmalarını veya ceza verilmelerini talep etmektedir.
Avrupa Komisyonunun 16 Ekim tarihli kararına rağmen söz konusu kararın aksine davranan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetini AB’ye resmi yoldan şikayet etmenin zamanı gelmiştir.
Şikayeti yaptıktan sonra da Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin yazıyı gönderen makamının dava edilmesi ve tazminat istenmesi zamanı da gelmiştir.
En küçük bir fırsatta Kıbrıs’lı Türkleri veya Türkiye’yi dava etmekten çekinmeyen Rumları artık bizim de mahkemelere vermemiz ve pervasızca işledikleri hukuk suçlarının hesabını sormamız gerekmektedir.
Böylesi bir davanın sonuçları, Mağusa limanından yapılacak uluslararası ticaretin önünü iyice açacaktır.
Dışişleri Bakanlığı veya Cumhurbaşkanlığı, böylesi bize kazanımlar yaratacak bir davayı açmayı politikalarına uygun görürlerse, kendilerine resmi uyarı yazısı almış ve ilgili bayrak devleti tarafından ceza talep edilmiş gemi şirketlerinin adını verebilirim.
Tabii aynı durum “Bilim” alanında da sürdürülmektedir.
Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti Eğitim Bakanlığı, özellikle benim “Yakın Doğu Üniversitesi” adına katıldığım uluslararası konferansları tertip eden üniversitelerin bağlı oldukları Eğitim Bakanlıklarına benim arkamdan bir yazı göndermekte ve benim “Hayali bir devletin hukuken var olmayan akademisyeni” olduğumu belirtip, bir sonraki konferanslara davet edilmememi sağlamalarını talep etmektedirler.
Bilim adına yüz karası olan bu yazılardan bir tanesini, adamızı geçen ay ziyaret eden “AB Yüksek Temas Grubu” üyelerine vermiştim ama tarafgir gözüken bu gruptan pek de beklediğim bir sonuç yok. Başvurumu hasıraltı edecekleri düşüncem daha ağır basıyor.
İş gene bizim Dışişleri Bakanlığı veya Cumhurbaşkanlığına düşmektedir. Nedense biz, uluslararası arenada mücadele etmek ve davalar açmakta Rumlar kadar yetenekli değiliz. Onlar hukuku kendi çıkarları doğrultusunda istedikleri gibi kullanırken bizler sadece demeç vermek ve protesto etmekle yetiniyoruz. Yaptığımız başka bir şey de yok.
Geçen akşam Lefkoşa’da davetli olduğum bir yemeğe katıldım. Sevgili dostum Dr. Orhan Aydeniz davet etmişti beni. “Arkadaşlarımızla her ay toplanıyoruz ve belli bir konu üzerinde sohbet edip yemek yiyoruz. Sen de katılır mısın ve bize politik bilgiler verebilir misin?” diyerek bu daveti yapmıştı. Ve ben de bu teklif, Orhan abimizden gelince, tereddütsüz “Evet” yanıtını vermiştim.
Zaten düzenli olarak bilgilerimi güncellediğim ve bu tür “bilgilendirme” toplantılarına gerek yurt içinde gerekse de yurt dışında çok sık davet edildiğim için, dağarcığım güncel bilgilerle dolu olarak davete katıldım.
Ve çok kıskandım. Hem de pek çok.
Son derece elit, eğitim seviyeleri normalin çok üstünde ve düzeyli olarak tartışan bir grupla karşılaştım. Hepsi de seçkin mesleklere sahipti ama “öğrenmenin sonu yoktur” felsefesi ile de dağarcıklarını hiç durmadan doğru bilgilerle doldurma çabası içindeydiler. Dâhiyane ve olayın can alıcı noktasını ortaya çıkartan sorular sorup, yanıtlar alıyorlar. Yanıtları tekrar analiz edip onlardan daha da derine giden yeni sorular üretiyorlardı. Yani çalışan, vizyon sahibi ve üretken bir kafa yapıları vardı grup üyelerinin.
Benimle birlikte değişik konularda, “akademik düzeyde, tarafsız, doğru, doyurucu ve derinlemesine” bilgiler veren altı arkadaş daha vardı. Bu altı arkadaşın ikisini daha evvelden tanıyordum, hatta birisi ile Mecliste bir dönem beraber milletvekilliği yapmıştık ama geri kalan bir tanesini biraz, diğer üç tanesini de hiç tanımıyordum ve hiç de tanışmamıştım onlarla. Bizden sonraki kuşağın temsilcileri idiler.
Dördü de süperdi. Konularını çok iyi biliyorlardı ve ev ödevlerini de çok iyi yapmışlardı. Gerçekten hayran kaldım kendilerine.
Bilgilendirme bittikten sonra karşılıklı sorular ve yanıtlardan türemiş yeni sorular faslı başladığında da tam bir beyin fırtınası oluştu.
Demiştim ya kıskandım diye. Tam bir kıskanılacak grup ve yemekli sohbet toplantısıydı bu.
Yemek yediğimiz yerin bahçesi çok güzel ve yemyeşildi. Hem bahçenin içindeydik hem de değildik. O yeni çıkan, şeffaf plastik örtüden yapılmış incecik duvarlarla bahçeden ayrılmıştık ama bahçenin de içinde oturuyorduk.
Yanımda oturan bizden sonraki kuşak temsilcisi ile, hani o az tanıdığımı söylediğim arkadaşım ile ağaçlardan konuşmaya başladık.
Kendisine Malezya’ya bir toplantıya giderken uçaktan aşağıya baktığımda, yemyeşil ama garip ve doğal olmayan kusursuz bir düzgünlükte, onlarca kilometre uzunlukta ve genişlikte tanımlayamadığım bir alan gördüğümü anlatarak konuya girdim. Uçak alçalmaya başladığı vakit de yukardan bir şeye benzetemediğim bu alanın, annelerimizin elde ördüğü kazakların örgü stiline benzeyen bir şekilde, son derece düzgün sıralar ve aralıklar halinde hurma yağı elde edilen “Palm tree” yani “Palmiye tipi hurma ağaçları”nın oluşturduğu yapay ormanlar olduğunu anlattım.
Malezyalılar, belli bölgelerdeki tüm boş alanları, sanayide kullanılan ve olmazsa olmaz nitelikteki “Hurma Yağı”nı elde etmek için Palmiye ormanları ile doldurmuşlardı.
Hem “Hurma Yağı” ihracatından çuvallarla para kazanıyorlardı hem de, bence en önemlisi olan, metre kare başına düşen yağmur miktarını dikkate değer bir oranda yukarı çıkarmışlardı.
Ve konu geldi “Biz niye Kıbrıs’taki boş alanları ormanlarla doldurmuyoruz” tartışmasına.
Her gün Mağusa’dan Lefkoşa’ya giderken ve dönerken, sağlı sollu, ya ölen bir kişi adına yapılmış “Anı orman”cıklarının, ya da tanınan şirketlerin kendi adlarına oluşturdukları “Korulukları”nın yanından geçmekteyim. Hepsi de yemyeşil ve sağlıklı. Belli ki, toprak ağaç yetiştirmeye uygun, ağaç da yağmuru oluşturmaya.
Konu geldi sonuç olarak, dünyada yaygın bir şekilde uygulanan “Her evlenen çift ağaç eksin” örneklemesine. Düğünlerde evli çifte çelenk göndermek yerine, çiçekçiler aynı paraya, hem belli yerdeki bir koruluğun içine söz konusu çiftin adına fidanlar eksinler hem de bir müddet bakımını üstlensinler, ta ki fidanlar kök salana kadar.
Bu uygulama ile hem yeşil alanlarımız çoğalır, hem Allah’ın rahmeti artar hem de evli çiftin adı, söz konusu koruluğun belli bir yerinde onlarca yıl kalır, doğayla bütünleşir.
Meclisimizden geçecek küçücük ve anlamlı bir yasa, bu güzel ve yemyeşil süreci başlatabilir. Bizden söylemesi.
23 Mayıs Antlaşmasının içindeki bir bölüm belli ki Rum lider Hristofyas’ı biraz sıkıntıya sokmuş.
BM Barış Gücü Misyon Şefi Taye-Brook Zerihounun ikametgahında yapılan ve 3 saati aşkın süren görüşmeden sonra yapılan açıklamadaki “İki kesimli, iki toplumlu ve ilgili Güvenlik Konseyi kararlarında tanımlandığı şekliyle siyasi eşitlik temelinde bir federasyona bağlı olduklarını yeniden teyit etmişlerdir. Bu ortaklığın, tek uluslararası kimliğe sahip bir Federal Hükümetinin yanı sıra eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ve bir Kıbrıs Rum Kurucu Devleti olacaktır.” paragrafını Hristofyas’ın ve AKEL politbürosunun hazmedemediği kesin.
Rum siyasi partilerin ise Birleşik Demokratlar (EDI) dışında hiç birinin bu paragrafı kabul etmediği de gün gibi ortada.
Hepsinin ortak noktası, söz konusu paragraf içindeki “Federal Hükümetinin yanı sıra eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ve bir Kıbrıs Rum Kurucu Devleti olacaktır.” bölümü fazladan girmiş bu ortak açıklamaya.
Bu kısmın adını bile anmak istemiyorlar.
Rumlara göre bu kısım fazla ve gereksiz yere konmuş antlaşmaya.
5 Haziran da Kıbrıs Rumları ile İngiltere arasında imzalanan, kısaca adına MOU veya İngilizce açılımı ile “Memorandum of Understanding”, Türkçemizde de “Üzerinde karşılıklı antlaşmaya varılmış politik belge” diyebileceğimiz bu antlaşmadaki, hiçbir geçerliliği ve kıymeti olmayan tüm laf kalabalığı arasında yer alan “iki bölgeli ve iki toplumlu bir federasyona ve siyasi eşitliğe dayanan kapsamlı ve yaşayabilir bir çözüme ulaşmaktır.” cümlesi iyi analiz edildiğinde Hristofyas’ın altına imza attığı 23 Mayıs antlaşmasından duyduğu rahatsızlığı ve tüm çekincelerini açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.
İngiltere ile imzalanan mutabakat, bu cümlenin diğer yarısı olan “tek uluslararası kimliğe sahip bir Federal Hükümetinin yanı sıra eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ve bir Kıbrıs Rum Kurucu Devleti olacaktır.” cümlesini içermiyor.
Hristofyas’ı ve Rum siyasi partileri rahatsız eden konu belli ki “eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti ve bir Kıbrıs Rum Kurucu Devleti olacaktır” ifadesi.
23 Mayıs antlaşmasında yer alan “eşit statüye sahip bir Kıbrıs Türk Kurucu Devleti” tanımı nedeni ile Rum siyasi partilerden gelen homurdanmalar ve doğal olarak da “Ulusal Konsey”in aldığı kararlarda yer almayan bu cümlenin yarattığı fırtına, Hristofyas’ı bunalttı ve bu soruna acil bir çözüm bulmak için de kendisini İngiltere’ye yöneltti. Üsleri koz olarak kullanan Hristofyas, rica minnet kendi isteği doğrultusunda İngiltere’ye imzalattığı bu “Karşılıklı anlayış mutabakatı” ile şimdilik içerdeki çalkantıyı birazcık olsun önledi ve yatıştırdı.
Hristofyas’ın ve kurmaylarının bundan sonraki hedefi 21 Mart ve 23 Mayıs mutabakatlarını sulandırmak ve sıfırla çarpmak. Aynen 2004 Referandumuna yaptıkları gibi.
Bunun için de, 21 Mart ve 23 Mayıs mutabakatlarında sağlanan dengeleri tek taraflı olarak bozmak için çeşitli girişimler başlattılar. Belli ki, kafalarındaki çözüm modeli ile Hristofyas’ın altına imza attığı antlaşmalar pek bağdaşmıyor.
21 Mart antlaşmasına göre 21 Haziran Cumartesi günü veya onu takip eden ilk iş günü olan 23 Haziran pazartesi günü Türk ve Rum heyetlerden oluşan Teknik Komitelerin üzerinde antlaşmaya başardıkları güven artırıcı önlemler açıklanacak. Bunlar düşük seviyeli ve daha çok insani gereksinimlerdeki işbirliğini içerecek önlemler olacak.
Tabii gene Hristofyas’ın bir erteleme oyununa gelmezse.
Hristofyas var gücü ile hem 21 Haziran görüşmesini hem de Teknik Komitelerin üzerinde antlaşmaya vardıkları “Güven arttırıcı” önlemlerin açıklanmasını ertelemeye ve ileri tarihlere atmaya çalışıyor. Eldeki programa ve ortaklaşa varılan mutabakata göre, geçen Salı günü, yani 3 Haziran da, Türk ve Rum liderlerin temsilcileri olan Nami ve Yakovu bir araya gelip, teknik komitelerin bulguları üzerinde bir çalışma yapmaları gerekiyordu. Hristofyas’ın İngiltere ziyareti bahanesi ile bu toplantı 13 Hazirana ertelendi. Şimdilik elde var 10 günlük bir gecikme. Büyük bir olasılıkla, 13 Haziran Cuma günü yapılacak olan BM Güvenlik Konseyi toplantısının da bu erteleme tezgahına bir katkısı olacak.
21 Mart 2008 tarihinde, iki liderin anlaşması ile başlayan yeni sürecin hedefi, iki bölgeli, iki toplumlu, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum halklarının siyasi eşitliği ile iki kurucu devletin eşit statüsüne dayalı yeni bir ortaklık devleti oluşturmak olarak belirlendi.
23 Mayıs’ta iki liderin mutabakatı ile belirlenmiş olan “‘ortak dil”‘ de bu hedefi ve niyeti ifade etmektedir.
Asıl zorluklarla karşılaşılacak kısım bundan sonradır ve söz konusu bu iki antlaşmanın içerisinin doldurulacağı, federasyonun tanımlanacağı, devletlerin statüsünün belirleneceği, siyasi eşitlik kavramının netleştirileceği ve iki halkın eşit haklarının neler olduğunun açık ve net olarak kâğıda döküleceği zamandır.
Kıbrıs sorununa çözüm bulunacaksa, iki tarafın üzerinde mutabakata vardığı hususlara bağlılık ve saygı esastır. 1960’dan beridir Rumlarda bunu hiç görmedik.
Aslında Hristofyas’a teşekkür etmek gerekir. Seçilmesinin üzerinden daha 3.5 ay geçmeden yüzündeki maskeyi çıkardı ve Kıbrıs sorununun çözümü konusunda aklında olanı açık ve net bir şekilde ortaya koydu.
İngiltere ile müstakbel ortağımız Kıbrıs Rum Cumhuriyeti arasında imzalanan “Karşılıklı Anlayış Memorandum”u, uzun zamandır bizden saklanan ve bize söylenmeyen gerçekleri ortaya koyuverdi aniden.
Aynen rüyasında kendini arpa ambarında zanneden horoz misali, kurulması düşünülen yeni “Kıbrıs Devleti”nde eşit ortak olduğumuz rüyalarını görürken, Hristofyas ve Brown tarafından uyandırıldık ve mahmur suratımıza ortak olamayacağımız söylendi.
Olası bir çözümde eşitliğin olmayacağı da kesin bir şekilde ortaya çıktı bu memorandumla. Avrupa Birliği içinde Rumlar sadece bir apartmana sığan nüfusları ile Avrupa’nın dev ülkeleri ile eşit haklara sahipken, biz Avrupa Birliğinin bu eşitlik ilkesini, kendi ülkemizde yaşayamayacağız. Bunun bize çok görüldüğü çok açık ve net.
Adı ne olursa olsun, Hristofyas’ın telaffuz ettiği şekli ile “Kıbrıs Türk Kurucu Devleti” ile “Kıbrıs Rum Kurucu Devleti”de olsa, bu devletlerin ne bir eşit statüsü olacak ne de eşit haklara sahip iki halk olacak, imzalanan bu memoranduma ve bizim dışımızdaki akıllarda yeşermiş çözüm planına göre.
Öncelikle başta Kıbrıslı Rumlar olmak üzere, BM Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin yani ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’nın, adada içinde Türklerin sadece azınlık haklarına sahip olacağı bir devletin kurulmasını istedikleri, daha doğrusu da, mevcut Kıbrıs Rum Cumhuriyetinin, anayasasında yapılacak göstermelik değişikliklerle adanın tek hâkimi olacağı bir antlaşmanın çözüm diye bizlere zorla kabul ettirileceği gün gibi aşikâr. Bütün planlar bu kuram üzerine inşa edilmiş.
Rum bir siyasinin, İngiltere-Kıbrıs Rum memorandumunun imzalanmasından sonra “Kıbrıslı Türkler, 23 Mayıs açıklamasında beyan edildiği üzere, çözümle birlikte federasyon haline gelecek olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendilerinin de devleti olduğunu anlamalıdır” sözleri, çözüm senaryosunun hangi fikrin üstüne inşa edildiğini çıplak ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Çizilen senaryoya göre bu sefer, 1960 Anayasasında olduğu gibi Türkiye’nin garantörlüğü de olmayacağı için istesek de, istemesek de bu idarenin altına zorla sokturulacağız.
Tabii yersek.
İmzalanan “Karşılıklı Anlayış Memorandum”u, 24 Şubat öncesi ve sonrası Cumhurbaşkanı Talat’ın ortaya koyduğu son derece iyi niyetli “Çözüm” isteğine büyük zarar verdi ve hayli erozyona uğrattı. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak da.
Cumhurbaşkanı Talat’ın ve Başbakan Soyer’in memorandum ile ilgili sözleri iyici analiz edilirse, bu memorandumun, Kıbrıs Türk tarafının uygulayacağı politikalar açısından bir dönüm noktası oluşturacağı kesin bir şekilde ortaya çıkıyor.
Talat’ın, memorandumda, Kıbrıs Türkü’nün lehine olan bölümlerinin tırpanlanıp Rum tarafının tercih ettiği bölümlerin yer aldığını söylemesi ve bu yaklaşımın çözüme yardımcı olmadığını, sadece çözümü engellediğini belirtmesi, Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik olarak Kıbrıs Türk tarafının yeni politikalar uygulayacağının ve yeni açılımlar yaşanacağının bir habercisi.
Kıbrıs Türk tarafının, BM Genel Sekreteri’nin UNFICYP’in görev süresinin 6 ay daha uzatılmasına ilişkin raporunun içeriğine ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti ile İngiltere’nin “Karşılıklı Anlayış Memorandumu” imzalamasına tepki olarak, Lynn Pascoe’nun Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Dimitris Hristofyas ile 17 Haziran’daki yemek davetine olumsuz yanıt vermesi de yeni dönemin başlangıcını oluşturuyor.
Belki bu sefer, Türkiye’nin ve diğer ülkelerin baskısı ile bu yemek göstermelik olarak yenebilir ama sonrası davranışlar ve uygulanacak siyaset farklı olacak. Bu kesin.
Talat’ın “Bizi her alanda kayıtsız şartsız, hiçbir özel arzusu olmadan destekleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin desteğine güvenerek ve onunla birlikte hareket ederek, ekonomimizi güçlendirmeliyiz. Ekonomimizi hiçbir başka kuruma ya da ülkeye muhtaç olmayacak şekilde güçlendirmeliyiz ki gerek İngiltere’nin gerekse adını zikretmek istemediğim başka ülkelerin istikrarlı olmayan tutumlarına anında cevap verebilelim ve onların bize yönelik herhangi bir yaptırım imkânına sahip olmamalarını sağlayabilelim. O yüzden Kıbrıslı Türkler olarak, bulabileceğimiz destekle ve tabii ki kaçınılmaz olarak bizi her zaman destekleyen Türkiye’nin vereceği destekle ekonomimizi en üst seviyeye çıkarmak için canla başla çalışalım.” sözleri, bundan böyle KKTC’ye inanılacağının, KKTC’nin benimseneceğinin ve KKTC’ye dört elle sarılınacağının habercisi.
Ekonomik olarak kendi başına ayakta durabilen bir KKTC’ye hiç kimsenin siyasi baskı yapamayacağı kesin.
Yüzümüzü Türkiye’ye, Türk Soylu devletlere ve İslam Konferansı Örgütü üyesi devletlere dönmemizin zamanı geldi. Ne Rum’dan bize bir hayır var, ne de Avrupa Birliğinden.
Azınlık hakları ile AB’de yaşayacağımıza, fakir ama özgür bir şekilde kendi ülkemizde yaşamak kararımızın en doğrusu olacağı, Kıbrıslı Türklerin büyük bir çoğunluğunun tartışmasız kabul ettiği bir olgu. Zaten geçmişin onuru da bize bunu söylüyor.