Rum Başkanlık Komiseri Yorgos Yakovu, Cuma günü Rum tarafında temaslarda bulunan Rus gazetecilere Kıbrıs sorununa ilişkin açıklamalar yaparken yüz yıllarca Rum yetkililerin ve siyasilerin yaptıkları gibi geleneksel doğruları saptırma ve yalan bilgi vermek taktiğini uyguladı.
Siftahı, adada, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası EK I, Madde 4’e göre bulunan ve 1974 Barış Harekatından sonra imzalanmış herhangi bir “Ateş Kes Anlaşması” olmamasına rağmen varlığı ile “Ateş Kes”i sağlayan Türk Barış Kuvvetlerinin sayısı ile yaptı.
Gerçekte ne Yakovu’nun ne de Kıbrıs Rum Yönetiminin elinde, 1974’den beridir adada gerçek barışı sağlayan “Türk Barış Kuvvetleri”nin sayısı hakkında resmi bir belge yok.
Çok aradılar, çok girişim yaptılar ama herhangi bir belge elde edemediler.
Çareyi, madem bizde belge yok öyleyse başkalarında da yoktur diyerek, yalana ve kafadan atmaya dayalı abartılmış bir sayı ile dünya kamu oyunu aldatmakta buldular.
Yıllardır her ortamda, her toplantıda ve her siyasi görüşmelerde adadaki Türk askerinin sayısının 40 bin ile 45 bin arasında olduğunu iddia ettiler. Sonra da kendi yalanlarına kendileri de inanarak, açıklamalarını yayınlayan Kıbrıs Rum gazetelerini ve Yunanistan’da çıkan gazeteleri referans olarak gösterip iddialarının doğruluğunu pekiştirmeye çalıştılar.
Tabii yalan yalandır.
Bu yalana 21 Ocak 2009 tarihinde, Ledra Palas’ta Türk ve Rum siyasi parti başkanları arasında yapılan olağan aylık toplantılara özel olarak davet edilen ve adada 1964 yılından beridir görev yapmakta olan BM Barış Gücü (UNFICYP) komutanı Albay Hughes son noktayı koydu.
Albay Hughes toplantıya katılanlara adada görev yapmakta olan BM Barış Gücünün görev ve yetkileri hakkında bilgi verirken, adada bulunan Türk Barış Kuvvetleri, Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri (Mücahitler), Kıbrıs Türk Alayı, Kıbrıs Yunan Alayı ve Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) hakkında da yapısal ve sayısal bilgiler verdi.
Yıllardır Rumların, adadaki Türk Barış Kuvvetleri hakkında iddia ettikleri sayılar bir yalan olarak ortaya çıkarken, büyük bir maharetle sakladıkları RMMO’nun asker sayısı da gözler önüne seriliverdi.
BM Barış Gücü komutanının brifinginde Rumların çizmeye çalıştıkları, Türk Barış Kuvvetlerinin sayısı çok fazla olan saldırıya hazır bir ordu ve RMMO’nun da savunmaya yönelik sayısı az mazlum konumunda bir ordu olduğu tablosu da çöküverdi.
Albay Hughes’un verdiği bilgilere göre;
Türk Barış Kuvvetlerinde buluna asker sayısı 21 bin, Güvenlik Kuvvetlerinde bulunan mücahit sayısı 3 bin ve Kıbrıs Türk Alayı’nda bulunan asker sayısı da 1960 Anlaşmasına uygun olarak tamı tamına 650.
Buna karşın, silah altındaki RMMO askerlerinin sayısı 12500, evinde ve elinde silah ve cephane bulunduran ve herhangi bir çarpışma olasılığında 2 saat içinde tam teçhizatlı bir şekilde birliğine katılacak yüksek savaşma gücüne sahip ihtiyat askerlerin sayısı da 60 bin. Kıbrıs Yunan Alayı’nda bulunan askerlerin sayısı da 1960 Anlaşmasına aykırı olarak tamı tamına 1500. Anlaşmaya göre Yunan alayında görev yapan tüm personelin sayısının 900 olması gerekmektedir.
Göz göre göre yalan söyleyen bu kişi, politikada yaygın olarak kullanılan İngiliz dilindeki resmi tanımı ile “Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanının Komiseri. Bu “Komiser” kelimesini Türkiye’de ve Türkçemizde yaygın olarak kullanılan “Polis Komiseri” gibi düşünmeyin veya onunla karıştırmayın sakın.
Buradaki manası, yani politik dilde bu makamın açıklaması “Rum Cumhurbaşkanının Vekili” veya “Rum Cumhurbaşkanının Temsilcisi” demektir.
Yani bu adam Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanının temsilcisi ve herkesin gözünün içine baka baka da yalan söylüyor.
Rus gazetecilere yaptığı ikinci açıklaması ise “Türkiye’nin Kıbrıs müzakerelerini olumsuz etkilediği” iddiasını içeriyordu.
Şimdi gel de bu yalancının bu yalanına da inan.
Bütün taktikleri, yalan propaganda yapmak, herkesi buna inandırmak ve taviz koparmak üzerine kurulu.
Yoksa anlaşma yapmak veya Kıbrıslı Türklere şimdikinden daha fazla bir hak tanımak gibi bir niyetleri yok.
Zaman zaman okuyucularım veya dostlarım bana yazılar göndeririler. Hepsini tek tek okurum ve yanıtlarım. Çok sevdiğim ve takdir ettiğim meslektaşım Gül Celkan hocamın bana gönderdiği ve ortak dostumuz, sevgili Ahmet Teralı ağabeyimiz ile ilgili yazısı beni çok etkiledi. Köşemi olduğu gibi bu güzel yazıya ayırmanın en doğru hareket olacağı düşüncesi ile yazıyı siz sevgili okurlarıma sunuyorum.
ZAMAN AKIP GEÇTI AHMET ABIM….
Değerli okuyucular, dünya ne kadar yalancı değil mi? Pamuk ipliği ile bağlıyız bu güzel dünyamıza. Bugün var, yarın yok. Ama var olduğumuz günler boyunca davranış biçimlerimiz, değerlerimize bağlılığımız, mesleğimizin gereklerini en iyi şekilde başarma istek ve arzumuz… İşte bunlarla anılırız bu dünyadan ebedi dünyaya göç gerçekleşince.
Niye diyeceksiniz böyle başladım satırlarıma. Neredeye bir yıl oluyor eğitim dünyamızdan bir meşale daha sönünce. Evet 6 Mart 2008 de herkesi şok ederek sanki uzun bir yolculuğa çıkıyormuş gibi aramızdan ayrıldı çok değerli AHMET TERALI hocamız. Pek çoğunun hocası ama benim ağabeyim. Kan bağı olması gerekmez ağabey olması için ama AHMET TERALI benim için gerçek bir ağabeydi.
Çevremde kime bahsetsem herkesin sitayişle bahsettiği mükemmel bir eğitimci, mükemmel bir insan, mükemmel bir eş ve mükemmel bir baba AHMET TERALI. Hayatı boyunca herkese yardım eli uzatan, hiç kimseyi kırmayan, bulunduğu her ortama neşe saçan yüce bir kişiliği olan bir dost, bir arkadaş, bir eğitimci, bir akademisyen, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sevdalısı Erenköy mücahidiydi AHMET TERALI.
KKTC’ye ailesiyle geldiği 1993 yılına kadar Ankara’da görev yaptığı dönemlerde ülkesinden Ankara’ya eğitim, iş, sağlık amaçlı giden herkesin hamisiydi AHMET TERALI. Yani Kıbrıs Türk’ü Ankara’ya yolu hangi amaçla düşerse düşsün mutlaka ve mutlaka AHMET TERALI’dan destek, yardım görmüştür. Zaten hangi ortamda hangi mekanda AHMET TERALI ismi geçse, herkesin söylediği ‘’bana da çok destek olmuş, yol yordam öğretmiş, ağabeylik yapmıştı’’ şeklinde olmaktadır.
Madem herkese kol kucak açmış, herkese yol göstermiş, gerektiğinde yedirmiş içirmiş, o halde Kıbrıs Türk’ü olarak bir vefa borcumuz yok mu? Aslında bu noktada maalesef toplumumuzda eksikliğini her zaman hissettiğim vefa kültürünü gündeme getirmek istiyorum. AHMET TERALI yıllarca KKTC’de eğitime hizmet verdi. Yakın Doğu Üniversitesi’nde rahatsız oluncaya kadar öğretim elemanlığı yaptı.
Yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Kurucu Cumhurbaşkanımız Sn. Rauf Denktaş’ın Eğitim ve Spor Danışmanlığını yaptığı dönemlerde de KKTC eğitim ve spor yaşamına katkılarını sürdürmeye devam etti. Eğitim kurumlarına gösterdiği ilgi takdire şayandır. Çünkü AHMET TERALI gerçek bir eğitimciydi. Mesleğine son derece âşık, sorumluluklarının bilincinde, öğrencileriyle bir bütün oluşturmayı kendine hedef seçmiş yüce bir insandı AHMET TERALI.
Vefalılık veya vefasızlık…. İnsanın iyi gününde çevresi çok olur değil mi? Ama bu dostluk vefa ile kenetlendiği zaman daha anlam kazanır. Hatırlanmak… Dünyada para ile ölçülemeyecek kadar değerli bir duygu.
Bir yıl oldu nerdeyse aramızdan ayrılalı sevgili AHMET TERALI hocamız. Ancak şundan emin olman gerekir ki senin gerçek sevenlerin senin her an geri geleceğin umuduyla yaşama devam ediyor. Çünkü şakacı kişiliğinle her zaman bizleri güldürür, espriler yapar ve kimse için ne kadar kızsan da kötü bir söz söylemezdin…
Senin sevgin kalplerden hiç silinmeyecek ve hafızalarda sürekli kalacak, anılarda her daim yaşayacaktır…
Huzur içinde uyu AHMET TERALI… Ama bu uyku şaka gibi. Candan ablama her gidişimde sanki o her zaman çok sevdiğin ikindi uykusundan kalkacaksın da sohbetimize katılacaksın gibi. Hatırla… takılmadan edemezdin bana… çünkü yaşam senin esprilerinle renk bulurdu… yoksa anlamı olur muydu bu hayatın?
AHMET TERALI adı 365 günde sadece bir gün değil her gün hatırlanmalı…. Vefa Kültürü bunu sağlayacaktır.
Ancak şu dizeyi de hep hatırlayalım:
‘’BAKİ KALAN BU KUBBEDE BİR HOŞ SADA İMİŞ’’ dostluğunla, iyiliklerinle, hizmetlerinle, insan sevginle daima bir HOŞ SADA olarak kalbimizde yaşayacaksın….
Doç. Dr. Gül Celkan, Öğretim Üyesi
Söyleyecek başka bir söz yazacak başka bir kelime yok. Bu yazıdaki duygu ve düşünceleri aynen paylaşır, altına ben de imzamı atarım.
Aslında bu yazımın başlığını “Hillary, Türkiye ve KKTC” koymak istiyordum ama 4 Şubat tarihli Köşe yazımda bu başlığı kullanmışım ve aşağıdakileri yazmışım. Tamı tamına 34 gün evvel.
“Eski ABD Başkanı Bill Clinton’un eşi olarak sekiz yıl “First Lady” görevi yapması, Türkiye’yi ve dolayısı ile de bizleri ilgilendiren konuları derinlemesine çok iyi bildiğini ve konulara, kırmızı çizgilerin de ötesinde derin bir şekilde vakıf olduğunu göstermektedir.
Bu bilgilerinin sekiz yıl evvelsine ait olup, 20.ci yüzyılın son on yılını kapsamasına rağmen, “First Lady”likten sonra New York senatörü olarak da görev yapması bilgilerini güncelleştirmesine olanak sağladı.
Niye bu kadar önemli!
Orta Doğu’da gelişen olaylar ve Rusya’nın, son bir hamleyle, ABD’nin Avrasya bölgesindeki en önemli üslerinden birisi olan Kırgızistan’ın Bişkek kentindeki Afganistan operasyonlarında ABD ile NATO birliklerinin kullandığı askeri üssü kapattırmayı başarması, Türkiye’nin bir anda müttefik olarak önemini, veya buna “Olmazsa olmaz konumu” da diyebiliriz, yukarı fırlattı.
George W. Bush döneminin saldırgan politikaları, Asya’da ve Orta Doğu’da bir çok kalpleri kırdı, ABD’ye olan güveni sarstı.
ABD’nin Orta Doğu’da güvenebileceği stratejik dostu neredeyse artık yok gibi. Mevcut olanlar askeri bakımdan güçsüz ülkeler. Belki zenginler ama her hangi bir operasyona veya bölgede barışı sağlamaya etkileri olamayacak ülkeler bunlar.
Türkiye ile daha derinden ve sıkı bir dostluk kurması ABD için kaçınılmaz bir yaklaşım hatta kader oldu artık.
Bu konjonktürün ucu doğal olarak bize de dokunacak.
ABD Kıbrıs konusunda, bakış açısını yenilemek zorunda.”
Bayan Hillary’nin ABD Dışişleri Bakanı olarak atandığı gün yazdığım bu öngörümü, bizzat kendisi Ankara ziyaretinde doğruladı.
ABD Dışişleri Bakanı olarak Türkiye’ye yaptığı ziyarette, Türkiye Dışişleri Bakanı Ali Babacan ile yaptığı görüşmeden sonra ortak basın toplantısı düzenlendi ve iki tarafın üzerinde uzlaştıkları, diplomatik dilde “Memorandum of Understanding” olarak tanımlanan, “Ortak Bildiri” yayınlandı.
ABD ve Türkiye’yi bağlayan bu “Ortak Bildiri” içinde, Türkiye ve ABD’nin Kıbrıslı Türklere yönelik “izolasyonların sona erdirilmesi için işbirliği” yapacakları ve adada olası bir çözümü destekledikleri vurgulandı.
“Ortak Bildirideki” bu cümlenin halk diline çevirisi, “Rumlar bu kafada giderse, ABD bir müddet sonra KKTC pasaportlarını tanıyacak, bir takım izolasyonları da kendi kıracaktır” demektir.
Bayan Hillary, Ankara’dan sonra Atina’ya da gitmemekle aynı mesajı Yunanistan’a da verdi. Eşitlik dengesi ilk defa bozuldu.
Toplantıda Türkiye Dış İşleri Bakanı Babacan’ın yaptığı konuşma da, birkaç ay sonra nelerin olacağının net bir habercisi.
Babacan konuşmasında “İkili ilişkilerimizi değerlendirdik. Ortadoğu başta olmak üzere Irak’ı, Kıbrıs’ı, Afganistan’ı, Türkiye-AB ilişkilerini, enerjide işbirliği konusunu, terörle mücadeledeki işbirliğinin devamını, ekonomik ilişkileri değerlendirdik. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu teyit ettik.” sözlerini dile getirdi.
Bu sözlerin çevirisi, “Türkiye, Irak’tan Amerikan askerleri çekilirken her türlü kolaylığı yapacak, karşılığında da PKK ile birlikte mücadele edilecektir ” demektir.
Bayan Hillary’in yakın bir zamanda Başkan Obama’nın Türkiye’yi ziyaret etmek istediğini açıklaması ise, açıkça Türkiye’nin Orta Doğu’da ABD için olmazsa olmaz bir konumda olduğunu ve ABD’nin Türkiye’nin bölgesel onayını almadan hiçbir girişimde bulunmayacağını ima etmektedir.
Ortak bildiri bu sefer çok önemli. ABD daha önce Annan Planının getireceği çözümünü reddeden Kıbrıslı Rumlar’a “Kıbrıs sorununda çözümsüzlük artık kabul edilemez” mesajını verdi. Anlayan anlar.
Benim değerlendirmeme göre ABD, “Bıktım artık bu Kıbrıs sorunundan. Ya Birleşik Kıbrıs ya da iki ayrı devlet” diyor.
KKTC’de hemen hemen herkes, yakından veya uzaktan, 19 Nisan seçimlerine ve seçimin olası sonuçlarına çok ilgi duyuyor.
Kiminle konuşsam, konu ne olursa olsun, en sonda dönüp dolaşıp bir şekilde seçime geliyor ve odaklanıyor.
Bu güne dek gerek yerli ve yabancı gazetelerdeki köşemde yazdıklarım, gerekse de televizyon ekranlarında dile getirdiğim kısa ve uzun vadeli politik öngörülerim hep doğru çıktığı için “Adı bir kere dokuza çıkmış inmez sekize” misali, ayırımsız tüm konuştuğum kişiler önce Türkiye’deki yerel seçimin olası sonuçlarını, sonra da KKTC’deki seçimin olası sonuçlarını soruyorlar bana.
Türkiye’de 2007 Temmuzunda yapılan Milletvekilliği seçimlerinin sonuçlarını her parti için, ortalama on eksik veya fazla milletvekili sayısı ile doğru tahmin etmem ve bunu TV ekranında kendi programımda dile getirmem, Papadopulos’un Rum Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kaybedeceğini daha seçimlerden yedi ay evvel ekranlarda gerekçeleri ile söylemem, Talat-Hristofyas müzakerelerinin ne gün başlayacağını hatasız tahmin etmem, Eroğlu’nun Kasım sonundaki UBP Genel Başkanlığı seçimlerini kazanacağını daha Haziran’da öngörmem ve çeşitli TV kanallarında bunu dile getirmem, vatandaşta bu inancı yaratmış.
Tüm bu örnekleri onlar dile getiriyor ben değil.
Şimdi de bana sorulan sorulardan bir tanesi de CTP’nin ne denli başaralı olabileceği ve kaç tane Milletvekili çıkarabileceğidir.
Bana bu soru bana sorulunca aklıma hep Henry Ford geliyor.
Yıl 1916 ve Birinci Dünya Savaşı tüm acımasızlığı ile sürmekte. Savaş nedeni ile Amerika’da benzin sıkıntısı çekilmekte ve akaryakıt fiyatları da tavan yapmış durumda. Enerji sıkıntısı büyük boyutlarda.
Bir gün mucit Louis Einricht’in “benzin yerine kullanılabilecek, benzinden 30 kez daha ucuza mal edilebilen ve sınırsız bir enerji sağlayan yakıt keşfettiği” haberi bütün Amerika’ya yayılır. Müthiş bir sevinç ve beklenti yaratır.
Mucidin Long Island’ın Farmingdale şehrindeki çiftliğinde bu yakıtın ilk denemesi 11 Nisan 1916 günü sabahı yapılır.
Mucit Einricht, ön bahçeye deneme için getirilmiş olan spor otomobilin benzin tankında benzin olmadığını ispatladıktan sonra, bahçedeki bir musluğa bağlı hortumla elindeki büyük boş bir bidona su doldurup, suyu da basın mensuplarına tattırdıktan sonra cebinden çıkardığı küçük bir şişedeki yeşil bir sıvıyı “İzninizle formülü bende saklı” diyerek suyun içine katıp, karıştırır. Elde ettiği karışımı da arabanın benzin deposuna doldurup direksiyona geçer. Marşa basıp motoru çalıştırır ve oradaki gazetecilerle birlikte çiftlikte birkaç tur atar.
Ertesi gün, haber bütün gazetelerin birinci sayfasındadır. “Mühendis Louis Einricht benzinden 30 kere daha ucuz bir akaryakıt icat etti. Galonu, yani 4,5 litresi 1 sent…
Savaş nedeni ile benzin sıkıntısı çekilen, akaryakıt fiyatının tavan yaptığı sıkıntılı günlerde bu haber bomba gibi patlar Amerika’da.
Einricht hemen o günden başlayarak yüzlerce ortaklık teklifi alır. Ama iki hafta boyunca hiçbir çağrıya, hiçbir öneriye cevap vermez. Ta ki efsanevi işadamı, otomobil kralı Henry Ford bizzat çiftliğine görüşmeye gelene kadar.
Einricht ünlü mucit ve işadamına başarılı bir gösteri daha yapar. Önüne konanı hiç incelemeyen Ford çok etkilenir ve Einricht’e şahsi kullanımı ve araştırmalarını sürdürmesi için satış fiyatı bin dolar olan bir Ford T2 hediye eder, arkasından da “müstakbel ve kârlı işbirliğimizin ilk adımı” diyerek, nakit olarak bin dolar avans öder.
Bir başka iş adamı ise ne yapar eder, Einricht’e iki milyon dolar vererek bu keşfin sahibi olur.
Küplere binen Henry Ford, başında Thomas A.Edison’un bulunduğu mühendislerine Einricht’in icadını inceletir. Araştırma sonunda Einricht’in “mucize yakıtı”nın bir aseton – asetilen karışımı olduğu ve 1:150 oranında suyla karıştırıldığı vakit benzinli bir motoru çalıştırabilen bir yakıta dönüştüğü anlaşılır.
Ama bu yakıtın iki tane önemsiz ve küçük sakıncası bulunuyordu.
1. Karışımın fiyatı benzinin iki misliydi
2. Motor kısa sürede paslanıp, çalışmaz hale geliyordu.
Bu hikâyede otomobil motoru yerine CTP’yi, “Aseton-Asetilen karışımı” yerine de 2003-2004 yıllarında estirilen “Annan Planı Rüzgarı”nı, “Yes be Annem” sloganını, “Askerlik kalkacak” yalanını ve “Herkese havuzlu bir ev, araba, iş ve aş” vaatlerini koyun.
Gelişmeler, sahte yakıt ile Ford’un “Ahristo olan” (Çalışmaz hale gelen) motoru gibi CTP’nin de bu seçimler sonrasında aynı akıbete uğrayacağını göstermektedir.
2003 ve 2005’te CTP deposuna konan ve mucidi de“Annan ve AB” olan sahte yakıt, CTP’yi, seçimler her beş yılda bir yapıldığı için ister istemez bu günlere kadar taşıyabildi.
Sonrası?
Ford’un motoruna ne olduysa aynen o olacak. CTP Ahristo çıkacak.
Prof. Dr. Ata ATUN
Bu sözler Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Hristofyas’a aittir.
Söylediklerinin basına yansımayacağını düşündüğü yerlerde yaptığı konuşmalarda, bu ilkesini her zaman ortaya koymaktadır Hristofyas.
Makarios 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı ve Kıbrıslı Rumların da “Etnarh”ı idi.
“Etnarh”lık, yani hem milli lider hem de dini lider manasındaki bu paye, 17.ci yüzyılda dönemin Osmanlı Padişahı tarafından adada yaşayan Rum cemaati lideri olarak addedilen Kıbrıs Ortodoks Kilisesi Başpiskopos’una verilmişti. Başpiskoposlar 1878’e kadar bu payeyi taşıdılar ve Rum cemaati adına Padişah tarafından Bab-ı Ali’de (Yüce Kapı) Etnarh sıfatı ile hem Milli hem de dini lider olarak kabul edildiler. Şikayet ve istekleri dinlendi, gereği de yapıldı.
İngiliz döneminde Etnarh’lık makamı biraz törpülenmek istendi ve işin içine Kavanin Meclisi (Halk Meclisi) sokuldu. Meclisteki Rum temsilcilerden en kıdemlisi veya kendi aralarında seçtikleri kişi İngilizlerden milli lider muamelesi gördü. Böylece çok etkili olmasa bile Rumların dini lideri ile milli lideri bir tek kişinin uhdesinden alınmış oldu. Güya…
1950 yılında Makarios’un danışıklı bir dövüş ile Başpiskoposluğa seçilmesi Etnarh’lık müessesini tekrar geri getirdi ve 1959 yılında yapılan seçimlerde de Cumhurbaşkanı seçilmesi ile iyice pekişti.
1 Ocak 1964 tarihinde Makarios’un büyük bir cüretle 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anlaşmalarını tek taraflı olarak feshettiğini açıklaması, “Etnarh”lık payesinin kendisine verdiği güçten ve hırsının mantığına yenilmesinden kaynaklanmaktadır.
Kasım 1967’de yer alan Geçitkale katliamı sonrasında Türkiye’nin Kıbrıs konusunda iyice ağırlığını hissettirmesi ile dünya gerçekleri ile yüzleşen Makarios, artık tek başına olmadığını, Türkiye faktörünü dikkate alması gerektiğini ve silah zoru ile de adayı ele geçiremeyeceğini iyice kavrayarak, ilkelerini günün koşullarına göre gözden geçirerek değiştirmek zorunda kalmıştı.
Hedefi gene adayı ele geçirmek ve 1796 patentli Megali İdeai (Büyük Ülkü) ilkeleri uyarınca Yunanistan’a bağlamaktı ama bu sefer silah zoru ile değil, Kıbrıslı Türkleri ekonomik abluka altına alıp göçe zorlamak ve yıllar içinde nüfuslarını azaltarak, azınlık konumuna düşürüp 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasındaki haklarını budayarak gerçekleştirmekti.
Yeni planı buydu ve Makarios da hemen de uygulamaya koymuştu bu uğursuz planı.
Zaten 21 Aralık 1963 tarihinde başlayan Rum saldırıları ile ada toprağının sadece %3’lük bir “Açıkhava Hapishanesi”nde yaşamaya mahkum edilmiş olan Türkler, bu plan uyarınca bir de Türk bölgelerine uygulanan acımasız kısıtlamalar ve ambargolarla ezilerek göçe zorlanmıştı.
Adayı terk edecek olan Kıbrıslı Türklere, Rum hükümeti hem uçak parasını veriyordu hem de birkaç ay geçinecek kadar nakit para. Yeterki gitsinlerdi ve bir daha da geri dönmesinlerdi.
Neyse ki, bu zulüm devam ederken ve her tür insani haklardan mahrum edilmiş Kıbrıslı Türkler, özellikle de üniversiteyi bitirip ülkelerine geri dönen ve işsizlikten bunalan gençler, bir bir yurt dışına göç ederek adadan ayrılmaya başlamışken, Yunanistan’daki askeri cunta Türkiye’yi hiçe sayarak bir darbe yaptı ve Mutlu Barış Harekatı gerçekleşti.
Rumlar Dimyat’a giderken eldeki Kıbrıs’tan oldular ve 3.cü etap, 31 temmuz-2 Ağustos 1975 tarihleri arasında Denktaş ve Klerides tarafından sürdürülen Viyana görüşmelerinde, üzerinde mutabakata varılan anlaşma maddeleri içeriğince “Nüfus Mübadelesi” gerçekleşti ve Güneyde bölük pörçük mahsur kalan ve esir tutulan Kıbrıslı Türkler topluca kuzeye geçerek kendi devletlerini oluşturdular.
Her fırsatta adada barış istediğini ama nasıl bir anlaşma sonucunda bu barışı istediğini açıkça belirtmeyen Hristofyas, “Yolunun Makarios’un Yolu Olduğundan” bahsederken, Türklerden arınmış veya Türklerin azınlık olduğu üniter bir Kıbrıs Rum Devleti istediğini ortaya koymaktadır.
Nasıl bir barıştır istediği hala daha anlamış değilim.
Daha doğrusu Makarios’un çizdiği, AKEL’in 3 Mart 1966’da yapılan 11.ci Kurultayında kabul edilen, Rum Meclisinin 26 Haziran 1967 tarihinde kararını aldığı ve Ulusal Konseyin de benimsediği “Üniter Rum Devleti” ve “Enosis” kararından nasıl bir kıvraklıkla kurtulacak, gerçekten çok merak ediyorum.
Hristofyas’ın müzakereleri iki yüzlü sahte bir siyasetle yürüttüğü kesin.
Hem Makarios’un yolundan ayrılmayacağını her fırsatta dile getiriyor, hem de Talat ile “Siyasi Eşitliğe” dayalı yeni bir devlet kurmak için müzakereler yapıyor.
“Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar” sözünü boşuna söylemediler.