Talat ve Hristofyas arasındaki müzakerelerde Birinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü aşama derken ve de her şey iyi gidiyor zannedilirken, perdenin arkası çok da ümit verici değil.
Son görüşmede “Güvenlik ve Garantiler” konusuna devam edildi ve “Göç, Vatandaşlık, Yabancılar ve Sığınma” hakkında açılış konuşmaları yapıldı. Bu gün yapılacak müzakerede liderler birbirlerine bunların resmi yanıtlarını verecekler.
Müzakerelerin tatile gireceği 6 Ağustos’a kadar son bir görüşme daha olacak. 3 Ağustos’ta Nami ile Yakovu arasında yapılacak görüşmede Yeşilırmak (Limnidi) kapısının açılması konusundaki anlaşmanın uygulama boyutları ve BM’nin bu uygulama için yaptığı ve yapacağı icraatlar ele alınacak.
Gerçekte bu konuda, AB’nin yapmak istedikleri çok daha önemli.
AB, Rumların hiçte hoşuna gitmeyecek bir dizi kararlar almaya hazırlanıyor Yeşilırmak konusunda.
Avrupa Komisyonu Genişleme Müdürlüğü, Yeşilırmak (Limnidi) kapısından doğum yerlerine bakılmaksızın T.C. kökenli KKTC Vatandaşları da dahil olmak üzere tüm KKTC vatandaşlarının ve ürünlerin geçişinin de dahil edilmesi için Yeşil Hat tüzüğünün düzenlenmesini hedefliyor. Çalışmalarını çoktan başlattı ve artık sonuçlandırmak üzere.
AB Komisyonu Genişleme Genel Direktörlüğü Kıbrıs Toplumu Çalışma Kolu Başkanı Andrew Rasbash, bu konuda ve de Kıbrıs konusundaki gerçekleri detaylı bir şekilde komisyona aktarmış durumda.
Avrupa Komisyonu’nun düşüncesi bu gelişmelerden sonra Yeşil Hat tüzüğü aracılığıyla KKTC’den gelecek kişi ve ürünlerin, Yeşilırmak üzerinden Erenköy bölgesine geçiş düzenini hükme bağlamak.
Papadopulos, Yeşilırmak kapısı ilk başta Yeşil Hat Tüzüğü içinde yer almazken, ne yapıp edip bu tüzüğün içine sonradan sokuşturmuştu Yeşilırmak kapısını. Bu nedenle de geçişler şimdi Yeşil Hat tüzüğü içeriğince olmak zorunda.
Cumhurbaşkanı Talat ve Hristofyas arasındaki “Yeşilırmak” kapısından yapılacak geçişlere ilişkin kararın hayata geçirilmesi, AB düzeyinde de yasal bir düzenlemeyi koşula bağlamış durumda.
Rumlar bu düşünceye karşı çıkıyorlar ve kişiler ile ürünlerin Yeşilırmak kapısından Erenköy’e geçişleri için Yeşil Hat tüzüğünün yeniden düzenlenmesini istemiyorlar. Tabii nereye kadar diretecekler, o da başka bir konu.
Endişeleri, bu değişikliğin diğer kapılardan yapılacak geçişlere örnek teşkil etmemesi.
Müzakerelerin gidişatı konusunda Kıbrıs Türk ve Rum tarafları ile BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Aleksander Downer’in yaptığı açıklamalar, biraz bulanık bir görüntüyü ortaya koyuyor. Bu görüntüden AB ve BM yetkilileri de biraz şaşırmış durumda. Birçoğunun kafası karışık ve gidişattan da kaygılı. Özellikle de Rumların, Toprak, Mülkiyet, Güvenlik ve Garantiler konusunda müzakerelerde kazanç elde edememesi halinde müzakereleri çıkmaza sokacaklarını öngörüyorlar. Zaten bu geçmişte de aynen bu şekilde olmuştu.
AB’li yetkililerin kafasında aşağıdaki fikirler oluşmuş durumda.
– 2009 sonuna kadar kalan 4 aylık müzakere süresi içinde, önemli başlıkların ve konuların çözülmesi olası değil.
– Kıbrıslı Rumlar, Türklerin gitmesiyle bütün sorunların çözüleceğine inanıyorlarsa, yanılıyorlar.
– Türkiye Talat’ı kurtarmak için “arka çıkmayabilir”.
– Kıbrıslı Rumlar bu sefer de referandumda “Hayır” derlerse Kıbrıs sorununun Tayvanlaştırılması yönünde AB’ye ağır baskılar yapılacak.
Görünen o ki, bu müzakereler Kıbrıs Sorununa çözüm yolunda “İki Halktan Oluşan Ortak bir Devlet Kurmak” yönündeki girişimlerin son basamağı.
Bundan sonraki adım farklı olacak.
Anlaşılan herkes bıkmış bu Kıbrıs sorunundan ve Rumlar da AB’nin başına tam bir bela olmuş. Ortak devlet kurulamazsa, iki ayrı devlete yönelik adımlar atılacağı artık kesin.
Hayırlısı…
Rumların Müzakerelerdeki taktiği yavaş yavaş ortaya çıkıyor.
Çıtayı iyice yükselttikten sonra alçaltmak için taviz isteyecekleri gün gibi aşikar.
Önce ortaya olası anlaşmadan sonra kurulacak “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti”nin halen AB’ye üye mevcut “Kıbrıs Rum Cumhuriyeti”nin devamı olacağı iddiasını attılar.
Partenojenez bir devlet, yani geçmişi olmayan ve anlaşmadan sonra sıfırdan yaratılacak bir devleti asla kabul etmeyiz dediler.
Üstelik üstüne basa basa “Kırmızı Çizgimizdir” diye de vurguladılar.
Yardakçıları Atina’da arka çıktı bu düşünceye, her zaman olduğu gibi.
Kesinlikle değişmez bu kararımız, 1963’de silah zoru ile devletten dışladığımız Kıbrıs’lı Türkleri, yasaları göstermelik olarak birazcık değiştirip devlete yama yapabiliriz demeye başladılar.
Sanki biz bunu kabul etmek zorundaymışız gibi…
Arkasından Rumlar, işin içine AB’yi ve yardakçıları Yunanistan’ı da katarak kısaca “2G” denilen “Garantiler ve Güvenlik” konusunda kırmızı çizgileri olduklarını söylemeye başladılar.
Türkiye’nin Garantörlüğüne 21.ci yüzyılda gerek olmadığını ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti AB’ye olduğu için garantörün AB olması gerektiğini, AB’nin garantisinin çok daha geçerli bir çözüm olacağını vurgulamaya ve uluslar arası platformlarda dile getirmeye başladılar.
Amaçlarının yapay sorunlar yaratıp sonra da bu sorunlardan çıkar elde etmek olduğu apaçık ortada.
Güneyden ve Brüksel’den gelen bilgiler, Rumların müzakereler sonrası oluşturulacak “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti”nin partenojenez olması yani geçmişi olmayan ve anlaşmadan sonra sıfırdan yaratılacak bir devlet şeklinde yeniden oluşturulması karşılığında, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anlaşmasının Ek IV’ünde yer alan ve adanın tümü üzerinde Türkiye’ye Garantörlük ve müdahale hakkı veren koşulun kaldırılmasını istedikleri şeklinde.
Güya Rumlar büyük bir taviz veriyorlar ve sıfırdan doğacak yeni bir devletin oluşumunu kabul ediyorlar, buna karşılıkta Türkiye’nin ada üzerindeki haklarının kökünden budanmasını talep ediyorlar.
Gömleğimizi önce kaybettirip bize soğuk suya sokuyorlar sonra da sudan çıkınca ısınalım diye bize gömleğimizi gene geri verip bizi memnun etmeyi planlıyorlar.
BM’nin 46 yıllık Kıbrıs müktesebatına göre zaten anlaşma sonrası kurulacak devlet partenojenez olacaktı. Hiçbir BM Genel Sekreteri raporunda, BM Genel Kurulu Kararlarında veya BM Güvenlik Konseyi kararında kurulacak devletin mevcudun devamı olacak diye bir koşul veya tanımlama yok. Bu tamamen Rumların kendi istekleri doğrultusundaki uydurmaları.
Bu planın son adımı olarak da “Türkler partenojenez devlet karşılığı ada üzerindeki Garantörlüklerinden ve Güvenlikte vaz geçebilir” tezini ortaya attılar.
AB birkaç hafta sonra bu düşünceyi düşük düzeyde bir bürokratı kanalı ile dile getirirse hiç şaşmayın. Bu deneme Türklerin bu fikir üzerindeki tepkisini ölçmek için olacak.
Tepkiler az olursa, bu fikrin Türkiye tarafından kabul edilmesi ve yürürlüğe konması için baskılar da hemen başlayacak.
Tüm bunlara ilaveten şimdi de adada ve de özellikle de KKTC’de nüfus sayımı istiyorlar.
Amaç, Annan görüşmelerinde kabul ettikleri ve Hristofyas’ın da Cumhurbaşkanı olduktan sonra vatandaşlıklarını kabul ettiğini resmen açıkladığı 50,000 “T.C. kökenli KKTC vatandaşı”nın sayısını pazarlık konusu yapmak.
Kıbrıs Rum tarafının hedefi “T.C. kökenli KKTC vatandaş”larının KKTC’deki varlıklarının uluslararası anlaşmalara ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı olduklarını iddia ederek bu konuyu bahane etmek ve daha başka tavizler koparmak.
Annan Planında rakamsal olarak yer alan ve Hristofyas’ın da kabul ettiğini açıkladığı 50,000 “T.C. kökenli KKTC vatandaşı”nın yeni kurulacak devletin vatandaşı olması karşılığında KKTC sahil şeridini %51’den %40’lara düşürülerek, Karpaz yarımadasının neredeyse tümünün Rum Devleti idaresine bırakılması gibi.
Zaten daha müzakereler başlamadan kabul edilmiş bu konuyu, taviz koparmak için tekrardan sorun olarak masaya koyuyorlar.
Peki karşılığından biz neler isteyeceğiz, çıtamızı yükseltmek için.
Mesela 1963-1974 yılları arasında bize uygulanan soykırımın bedelinin Rumlar tarafından Kıbrıs Türk Halkına ödenmesi çok uygun bir talep olabilir.
Zaten Türkiye’nin 15 Kasım 1967 tarihinde yer alan Yeni Boğaziçi-Geçitkale olaylarından sonra verdiği notada söz konusu “Tazminatlar” vardı ve Rum Hükümeti ile Yunanistan da bunu kabul ettiklerini açıklamışlardı.
Taraflarca kabul edilmiş resmi bir anlaşmanın hayata geçirilmesini niye talep etmeyelim ki.
Son bir haftadır Rum tarafında ve AB’de, gündemi meşgul eden siyasi tartışma, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in geçtiğimiz hafta Avrupa Parlamentosunda (AP) gerçekleştirilen görüşme esnasında yaptığı açıklama içindeki Kıbrıs’ta bugünkü durumun sorumlusunun Atina’daki Albaylar Cuntası’nın olduğu yönündeki sözleri oldu.
Rum tarafı ve Yunanistan, 1 Temmuz-31 Aralık 2009 tarihleri arasında AB’nin dönem Başkanlığını yapacak olan İsveç’in Dış İşleri Bakanının bu sözlerinden adeta çılgına döndü.
Neredeyse her yere saldırmaya, protestolar göndermeye başladılar.
Kıbrıs konusunda doğrular söylenmeye, gerçekler dile getirilmeye başlanınca bir türlü başkalarının doğrularını kabullenemiyorlar.
İlk etapta Kıbrıs Rum siyasi partileri, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini tetikleyenin Yunan cuntasının Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği darbe olduğunu açıklayan AB Dönem Başkanlığı’nı yürütmekte olan İsveç’in Dışişleri Bakanı Carl Bildt’e aynen bir orkestranın aynı müziği farklı enstrümanlarla çalan değişik elemanları gibi uyum içinde tepki göstermeye başladılar.
Rum Meclisi ve DİKO Başkanı Marios Karoyan, EDEK Başkanı Yannakis Omiru, AKEL Genel Sekreteri Andros Kiprianu, Ana muhalefet DİSİ Başkan Yardımcısı Averof Neofitu, EURO.KO Başkanı Dimitris Şilluris ve Rum Ekologlar ve Çevreciler Hareketi, değişik zaman ve farklı mekanlarda hep aynı tepkileri dile getirdiler, Bildt’i ve İsveç’i protesto ettiler. Sanki de başlarında bir orkestra şefi varmış ve de onları yönetiyormuş gibi.
Hep bir ağızdan ve değişik yönlerden Bildt’e çullandılar.
Tümü de üzüntü ve hoşnutsuzluk belirttiler. Bildt’in AB’nin muhtelif kararlarına uymayan görüşler beyan ettiğini, İsveç’in AB Dönem Başkanı olduğunu ve Türkiye’nin AB’ye ve dolayısıyla Güney Kıbrıs’a karşı üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmesinden sorumlu olduğu iddialarını ortaya attılar.
Amaçları, Kıbrıs konusunu çok iyi bilen İsveç Hükümetinin daha ileri bir adım atmasını önlemek ve Bildt’i de susturmak.
Tabii yapabilirlerse.
Kıbrıs Rum yönetimi hemen İsveç ve AB nezdinde protesto girişimleri başlattı.
Kıbrıslı Rum ve Yunanlı AB Komisyonu üyeleri konuyu komisyonlarına taşıyıp gündeme soktular.
Diasporadaki, yani yurt dışındaki Rum ve Yunan Dernekleri, Birlikleri, Cemiyetleri, sportif ve kültürel kulüpler hemen harekete geçtiler ve hem İsveç hükümetine hem de AB yetkililerine protesto yazıları göndermeye başladılar.
Yapılan protestoların, gönderilen yazıların ana temaları da hep aynı.
“Bildt Kıbrıs gerçeğini bilmiyor. Türkiye verdiği sözleri tutsun ve limanlarını açsın. AB Bakanlar Konseyi dönem başkanı, tarihi çarpıtamaz, gerçeği tahrif edemez, olguları değiştirip Türk işgal suçuyla Kıbrıs Helenizmi’nin, kabul edilemez gördüğü çözümü reddetmesini eşit kılamaz. AB’nin Kıbrıs ile ilgili kararları vardır. Avrupa Konseyi’nin Türkiye’ye, Güney Kıbrıs’a karşı yükümlülükler tevdi ettiğini, Bildt’in görevi de Türkiye’nin AB’ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesi yönünde çalışmak olmalıdır…” gibi mesajlar gönderdiler.
İsveç hükümeti, Dış İşleri Bakanı Bildt’in açıklamaları konusunda son günlerde Kıbrıs’ta yaşananlardan ve Bildt’in Rum siyasiler tarafından sert bir şekilde eleştirilmesinden “korkunç derecede” rahatsız.
Rum tarafı müzakerelerde sonuca gidilmesinin hedeflendiği 1 Temmuz-31 Aralık dönemi içinde yani İsveç’in AB Başkanlığı döneminde, İsveç ile ters düşmeyi göze alamıyor. Bu dönem içinde gerek Başkanlar Konseyinde, gerekse de Komisyonlardan gelecek raporların hazırlanmasında inisiyatif İsveç’in elinde olacak. Sonra da İspanya’nın. Her ikisi de Türkiye’yi destekleyen ülkeler.
Hristofyas hükümeti, bu konuda sıkı bir çalışma yaptı ve Bildt’in sözlerinin etkisini azaltmak, Kıbrıs gerçeklerini saptırmak için de üç aşamalı bir plan hazırladı.
Plandaki ana hedef İsveç ve Karl Bildt’in susturulması ve Rum görüşlerine yatkınlaştırılması.
Planın Birinci aşaması, Rum Dışişleri Bakanı Markos Kiprianu ile İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt arasında baş başa ve samimi düzeyde bir görüşmenin gerçekleştirilmesi.
İkinci aşama, Bildt konusundaki yaklaşımın aşırıya kaçılmadan ciddi bir argümanla gerçekleştirilmesi.
Üçüncü aşama ise Rum tarafıyla İsveç’in ilişkilerinin düzeltilmesi amacıyla sürekli çaba gösterilmesi ve değişik yönlerden girişimlerin yapılması.
Buraya kadar yazdıklarımın hepsi Kıbrıslı Rumların yapacakları ve Yunanistan’ın da bu konudaki bitmeyen desteği.
Önemli olan Bildt konusunda bizim ne yaptığımız ve yapacağımız.
Çok ender bir şekilde, neredeyse kırk yılda bir kez AB’nin başına Kıbrıs konusunu tüm çıplaklılığıyla bilen birisi gelmiş.
Biz bu durumdan faydalanabilmek için neler yapacağız veya bir takım girişimler başlattık mı?
Hristofyas bir yaklaşım planı yapmış. Biz de yaptık mı?
1963-1974 yılları arasında uğradığımız soykırımı ve 1974 Mutlu Barış Harekatı gerçeklerini anlatabilmek için bir hazırlık yaptık mı. Yoksa Rumların yıllardır üzerimize yıkmağa çalıştığı “İşgalci” suçlamasını kabulleniyormuyuz.
Bence Dış İşlerimizin mesai saatlerini dikkate almadan günde 24 saat çalışması gereken zaman geldi ve çattı.
Bu fırsatı asla kaçırmamalıyız…
Geçen hafta benim değerlendirmelerime göre çok önemli olduğunu düşündüğüm bir çalıştaya katıldım.
“3.cü Türk Dünyası Basın Mensupları Buluşması” güzel bir organizasyon ile Türkçe Konuşan Ülkeler ve Akraba Topluluklarında görev yapan gazetecileri bir araya toplayan bir kusursuz bir etkinlik oldu.
Türk Dünyasının çeşitli ülkelerinde görev yapan bir çok gazeteci arkadaşımla tanışmak fırsatım oldu.
Fikir alış verişinde bulunduk, nasıl işbirliği yaparızı konuştuk ve kaynaştık.
En önemlisi de TÜRK DÜNYASI GAZETECİLER BİRLİĞİ’nin kurulması çalışmalarını başlattık.
İleriye doğru güzel bir adım attık ve düğmeye de bastık.
Hayırlısı…
Yunanistan’ın Trakya bölgesinde yayınlanan “Trakyanın Sesi” adlı gazetenin temsilcisi olan Abdülhalim Dede adlı arkadaşımla tanışmak fırsatım oldu.
Karakterlerimiz, alışkanlıklarımız ve düşüncelerimiz neredeyse tam bir örtüşme gösterdi. Sanki Abdülhalim’i yıllardır tanıdığımı düşündüm.
Yunan basını ile ilgili Yunan Hükümetinin ilgili biriminin Türk bir gazeteciye oynadığı dahiyane bir oyun sonucu Türkiye’ye girişi 11 yıl müddetle yasaklanmış.
Anlayacağınız tam 11 yıl Türkiye’ye girişi yasaklanmış bir gazeteci Abdülhalim dostum. Sonradan yapılan hata fark edilince bu yasağı T.C. Bakanlar Kurulu özel bir karar ile hemen kaldırmış.
Yurt dışında yaşayan Türk gazetecilerin çektikleri sıkıntılara, yaşam için verdikleri mücadeleye güzel bir örnek Abdülhalim’in gazeteci olarak yaşadıkları.
Abdülhalim konuşmamız esnasında bana temmuz başında Yunanistan’da yayınlanmış bir kitaptan bahsetti.
Tanınmış gazeteci Vasilis Guroyannis’in yazdığı, orijinal ismi “Κόκκινο στην πράσινη γραμμή” olan ve yayınlandıktan sonra Yunanistan’da fırtınalar kopmasına yol açan, Türkçe çeviride adı “Yeşil Hat’dan Kırmızı” olarak tanımlanabilecek kitap.
Söz konusu kitapla ilgili bilgiler ve internet üzerinden satın alım işlemleri, http://www.metaixmio.gr/1/index.scr?include_file=112.scr&option=189 adresinden yapılabilir.
Kitabın yazarı: Vasilis Guroyannis
Tel: 0030 210 3837 288 Cep: 0030 6932 661501
Kitabın adı: Yeşil Hat’dan Kırmızı (Bu benim çevirimdir. “Kırmızı Yeşil Hat” şeklinde de çevirilebilir kitabın adı.)
Yayımcı: Metehmio Yayınevi,
Kitap Yunanca olarak yazılmış.
Türkçeye halen çevirilmemiş.
İngilizceye’de daha çevirilmemiş.
Bence bu kitap hemen ve derhal her iki dile de çevirilmeli.
Gerekirse Fransızca’ya ve Almanca’ya da çevrilmeli ve Dış İşleri Bakanlığımız bu kitabı tüm dünyaya ve Kıbrıs konusu ile ilgili tüm politikacılara ücretsiz olarak göndermeli. Israrla göndermeli.
Temsilcilerimizi bu kitabı bulundukları ülkelerin politik yöneticilerine, gazetecilerine ve basınına dağıtmak için seferber etmeli.
Bu kitap bizim için Kıbrıs konusunda bulunmaz bir “Haklılık” hazinesi.
Bakın neler demiş Tanınmış gazeteci Vasilis Guroyannis bu kitabında.
Yunan Devleti bize Kilisesi ile Okullarındaki eğitimi ile hiç durmadan Türk Düşmanlığı aşılamaktadır. Yunanlılar asil, dünyanın en üstün ırkı, Türkler ise aşağılık, barbar, cani ve canavar insanlar olarak tanıtılmakta ve geçen yıllar içinde de bu tanımlama beynimize çıkmamak üzere kazınmaktadır.
1974 Türk Harekatına karşı koymak için Yunanistan’dan bir subay olarak Kıbrıs’a geldim ve savaşa katıldım.
“Savaşta hiçbir kural geçerli değildi. Bizler de hayvanlaştık. Kadınlara tecavüz ettik, masum ve silahsız Kıbrıslı Türkleri acımasızca öldürdük. Evleri yaktık, yıktık ve yağmaladık….
Bizler hiçte masum değiliz. Hiçte Yunan devletinin tanıttığı kadar medeni değiliz. Biz de barbarız. En az, bize tanıtılan Türkler kadar barbarız….”
Bu kitapta, 1974 Barış Harekatı ile ilgili, Rumların ve Yunanlıların düşünceleri, felsefeleri ve işledikleri savaş suçu ile yaptıkları mezalimin bir çok belgeli örneği var.
Dış İşlerimize büyük görev düşüyor.
Rumların gerçek yüzünü tüm dünyaya, tanınmış ve güvenilir bir Yunalı Gazetecinin ağzından belgeli olarak tanıtmanın güzel bir fırsatını verecek bizlere bu kitap.
Bizdeki Rum hayranları da bu kitabı okumalı. Hem de soluk bile almadan.
Görüşmeler devam ettikçe ve bir sona doğru yaklaşıldıkça, Rumların düşünce ve niyetleri de ortaya çıkmaya başladı.
Rumların çok da iyi niyetli oldukları, adaya yapıcı ve kalıcı bir çözüm getirmek niyetinde oldukları da pek söylenemez.
Hristofyas, Kıbrıs sorununun çözümünün AB’nin birincil hukuku olamayacağını belirterek, Kıbrıslı Türklerin lehine her hangi bir derogasyon yani AB’nin kendi içindeki kurallarının dışında her hangi bir aykırı madde olmayacağını ve Kıbrıslı Türklerin haklarını koruyacak her hangi bir tedbirin alınamayacağını söylemesi, müzakereler sürecine yep yeni bir boyut getirdi.
Hristofyas, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin 10’uncu protokole göre tüm topraklarıyla AB’ye üye olması nedeni ile kurulması hedeflenen “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”nin AB’ye katılımının, bu protokolün temeline dayandırılacağını söyleyerek de, yeni bir devletin kurulmayacağını ve Kıbrıslı Türklerin de, Kıbrıs Rum Cumhuriyeti Anayasası, Yasaları, Tüzükleri ve Kararnameleri içinde yapılacak değişikliklerle mevcut Rum Devletine katılacaklarını vurguluyor.
Hangi Kıbrıslı Türkün, 21 Aralık 1963’den başlamak üzere kendilerine “Soykırım” uygulayan bu devlete, bunca yıllık dışlanmışlık, ezgi ve katliamlardan sonra katılmak isteyeceği de ayrı bir tartışma konusu.
Şimdilik bu olanaksız görülüyor.
Bu zemine oturtulmuş bir ortaklık devleti için yapılacak referandum, Kıbrıs Türk tarafından kesinlikle “Hayır” oyu alır.
Üstelik de içinde Türkiye’nin Garantisinin ve Güvencesinin olmadığı bir anlaşma, hiçbir koşulda “Evet” oyu almaz Kıbrıslı Türklerden.
Hristofyas, geçmişe bakmadan, 1963 -1974 yılları arasında Türklere uyguladıkları korkunç soykırımı hiç hatırlamadan ve dikkate almadan, Kıbrıs sorununun çözümü sonrasında oluşacak “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”nin AB çerçevesinde garantilere ve garantörlere ihtiyaç duymayacağını, Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türklerin de kendilerini güvende hissedebileceklerini hiç utanmadan ve sıkılmadan söyleyebilmek cesaretini ve yüzsüzlüğünü gösterebiliyor.
1959 Zürih ve Londra Anlaşmaları ile 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasını garantör devletler olan Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kıbrıs Cumhuriyetinin imzaladığını iddia ederek, Kıbrıslı Türklerin Garantiler ve İttifak Anlaşmaları konusunda söz sahibi olamayacağını dahi iddia edebiliyor bay Hristofyas.
Nedense Rumlara göre biz adada yokuz.
Nedense BM parametreleri içinde “Siyasi Eşitlik” olmasına rağmen biz eşit de değiliz.
Garantiler ve Güvenlik” konusunda liderlerin anlaşmaları olası gözükmüyor.
Kıbrıs Rum tarafı, Garanti Anlaşmaları’nın iptal edilerek Anayasa da yer almamasını, Ada’nın askersizleştirilmesini, yabancı askerlerin uzlaşılacak bir takvim çerçevesinde geri gitmesini, ki burada yabancı asker tanımı ile sadece “Türk ordusu” belirtilmek istenmektedir, Barış Gücü’nün uzlaşı çözümünün uygulanmasını garanti etmek ve güvenliği sağlamak konusunda da tam yetkili olmasını öneriyor.
Kıbrıs Türk tarafı ise, Garanti Anlaşmaları’nın aynen 1960 Anayasasında olduğu gibi devam etmesini, Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinin olmasını, adada Türk askerinin varlığının devam etmesini, Kıbrıs Türk halkı için yegâne güvenliği Türkiye’nin garantörlüğünün ve garantilerinin sağladığını vurgulayarak, 1960 anlaşmalarının öngördüğü sayıda askeri kontenjanların kalması koşulu ile askersizleştirmeyi kabul ediyor.
Bir başka üzerinde anlaşılamayan konu da, “T.C. kökenli KKTC vatandaşları” konusu.
Önümüzdeki Görüşmede Yönetim Başlığı Altında “Muhaceret, Yabancılar, Sığınma ve Vatandaşlık Konuları” görüşülürken bu konuya da değinilecek.
Olası bir anlaşma sonrası ada’da kalacak olan “T.C. kökenli KKTC vatandaşları”nın sayısı da, önümüzdeki görüşmenin ve bu konu ile ilgili tüm diğer görüşmelerin ana konu başlığını teşkil edecek.
Hristofyas, elli bin “T.C. kökenli KKTC vatandaşı”nın adda kalmasını kabul ettiğini daha evvel açıklamıştı.
Histofyas’ın “T.C. kökenli KKTC vatandaşı” tanımı ile kimleri kastettiği ve sözünde de ne kadar duracağı, önümüzdeki günlerde ve görüşmelerde iyice belli olacak.