Müzakerelerin gidişatı ile ilgili olarak son günlerde Rum tarafında bazı değişiklikler var.
Gelişmeler açık ve net.
Özellikle DISY’nin Hristofyas üzerinde yarattığı baskı, DIKO, EDEK, EVROKO ve YEŞİLLER’in Hristofyas’ın müzakerelerdeki tutumuna karşı yürüttükleri ağır muhalefet, Hristofyas’ı neredeyse pes etme noktasına getirdi.
Hristofyas, iç tribünlere oynayabilmek ve şov yapabilmek için fırsat kollamaya başladı.
Çok değil daha geçen Perşembe günü, Cumhurbaşkanımız Eroğlu’nun sözlerini bahane ederek “Müzakereleri koparma” noktasına getirmeye çalıştı.
Aklınca Türkleri suçlayıp, ustaca bir manevra ile hem müzakereleri çıkmaza sokacaktı hem de tekrar masaya dönmek için “Dönüşümlü Başkanlık Önerisini Geri Çekmek” benzeri tavizler talebinde bulunacaktı.
DIKO, EDEK, EVROKO ve YEŞİLLER, “Dönüşümlü Başkanlık” ve “Çapraz Oylama” konularında Hristofyas’a karşı bir OXI, yani HAYIR kampanyası başlattılar. Kendi koalisyon ortağı olan DIKO bile bu önerileri kesinlikle kabul etmiyor ve desteklemiyor.
Güney Kıbrıs’ın günümüzde en büyük partisi olan DISY ise müzakerelerin gidişatına Hristofyas’tan çok farklı bakmakta.
DISY Başkanı Nikos Anastasiades, son yaptığı açıklamada Kıbrıs’ta varılabilecek en iyi çözümün, Hristofyas’ın savunduğu “Güçlü Merkezi Hükümete” dayalı “Güçlü Federasyon” yerine “Zayıf Merkezi Hükümete” dayalı “Zayıf Federasyon” olması gerektiğini dile getirdi.
Zaten Anastasiades bu savını, yıllardır değişik şekillerde de dile getiriyor.
Anastasiades’e göre kurulacak ortak hükümetin merkezinde en fazla üçyüz Kıbrıslı Rum ve Türk’ten oluşacak bir ekibin görev yaptığı, sadece “Uluslararası İlişkiler ve Kültürel Miras” konusunda karar verme yetkisine sahip bir “Federal Hükümet” olmalı, “Egemenlik”de dahil olmak üzere diğer tüm yetkiler de, “Kurucu veya Oluşturucu Devletler”in uhdesine bırakılmalı.
Öncelikli gerekçesi ise tamamen ekonomik.
“Kıbrıslı Rumlar 18 bin Kıbrıslı Türk memuru ve 32 bin Kıbrıslı Türk devlet emeklisini verdikleri vergilerle ödemek istememektedir” demektedir.
Diğer gerekçeleri de sırası ile KKTC’deki eksik alt yapı, ortak ordu, savunma giderleri, enerji üretimi, ulaşım alt yapısı giderleri, sağlık ve benzeri harcamalar.
“Biz, Kıbrıslı Türklerin mali yükünü sırtımızda taşıyamayız, en iyisi herkes kendi başının çaresine baksın. Her iki halkın arasında “Koordinasyon Görevi Görecek”, zayıf ve yetkileri kısıtlı bir Federal Hükümet bulunsun” savını ortaya koymakta artık Anastasiades.
Bu nedenle Hristofyas, iki faklı yönden kendisine saldırıda bulunan sıkı bir muhalefetle karşı karşıya.
İllaki strateji değiştirmek ve Müzakerelerin akışını engellemek veya en azından müzakerelerin içeriğini farklı bir zemine kaydırmak zorunda.
Bütün istediği de Eroğlu’nun bir açık vermesi.
Öncelikle de “Dönüşümlü Başkanlık” önerisini, müzakere masasındaki “itibarını zedelemeden” geri çekmek istiyor.
Bu konuda hayli eleştirildi.
“Çapraz Oylama” ise başındaki ikinci büyük dert.
Bu konuda top kendisinde ve konumu da tam “Üstü bıyık, altı sakal” deyimine uygun.
Türk tarafının, “Çapraz Oylama”yı belirli koşullarda kabul edeceğini açıklaması, Hristofyas’ı fena halde köşeye sıkıştırdı.
Ne “Dönüşümlü Başkanlık” önerisinden, ne de “Çapraz Oylama”dan kaçabiliyor. Her ikisi de adeta boğazına geçirilmiş birer ilmek.
Aslında Perşembe günü sahneye koyduğu oyunun arkasında bu gerçekler var. İçe dönük siyasetinde kuvvetli duruma geçinceye ve sağlam zemine basıncaya kadar Hristofyas’ın bu tür atraksiyonlarını daha çok seyredeceğiz.
Müzakereler ise “Uluslararası Konferans”a doğru hızla gidiyor…
Liderler arasında dün yapılması planlanan görüşme, Hristofyas’ın yanlış tutumundan dolayı krizin eşiğinden döndü.
Dünkü olay, Rum tarafında, Kıbrıs sorunu ile ilgili son günlerdeki gelişmelerin istedikleri gibi gitmemesi nedeni ile müzakerelerin devam etmesine karşı bir isteksizlik olduğunu ortaya koyuyor.
Dün, Rum Yönetimi Başkanı Dimitris Hristofyas’ın görüşme saati olan 10.00’a 10 dakika kala BM Özel Temsilcisi Downer’e özel nedenlerle toplantıya katılamayacağını bildirmesi, müzakereleri sabote etmek ve bunun suçunu da Türklerin sırtına yüklemek amaçlı sahneye koymak istedikleri oyunun da ilk adımını oluşturdu.
Hristofyas’ın Türkleri suçlayıcı bahanesi de hazırdı ve Ara Bölge’den dönüşte “Müzakerelerin zemini netleştirilmezse çok ciddi kriz olacak. Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun müzakereler zeminini sorgulayan geçen günkü açıklamalarının ardından herhangi bir çıkmazın ya da krizin olmaması için, doğrudan müzakereler çerçevesinde yapılan bugünkü görüşmenin iptal edilmesinin Rum tarafınca gerekli olarak değerlendirdik” cümlesi ile bunu basına açıkladı.
Rum tarafındaki gelişmeleri ve Rum siyasilerin konuşmaları ile tavırlarını iyi takip ederseniz, Hristofyas’ın bu açıklamasının gerçekleri yansıtmadığını çok iyi görürsünüz.
Dün Hristofyas’ın müzakerelere devam etmek amacı ile Ara Bölge’ye gelmemesin nedeni gerçekte, yukarıdaki “Sahte ve Eroğlu’nu suçlamaya yönelik ” gerekçesi değil.
Gerçek olan, Hristofyas’ın ana muhalefet ile başının dertte olması.
Sadece ana muhalefet değil, koalisyon ortağı “DIKO” ve Meclisteki EDEK, EVROKO ve Yeşiller partileri ile de başının dertte olması.
Tümü zaten, müzakerelerin ilk gününde Downer’in basına yaptığı açıklama nedeni ile Hristofyas’a saldırıyordu. Buna birde Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun “Beni Downer’in yaptığı açıklama bağlamaz, benim için BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a gönderdiğim mektup esas olandır” açıklaması eklenince tümü de çılgına döndü ve Hristofyas’ı hedef tahtasına dönüştürdüler.
Rum tarafında 29 Mayıs 2011 tarihinde Milletvekilliği seçimleri var. Eroğlu ile sürdürdüğü müzakerelerin gidişatı bu şekilde olursa, AKEL’in zemin ve güç kaybedeceği açık ve net. Bundan kurtulmak için de Hristofyas, aklınca ve kurmaylarının da aklı ile, özellikle Rum muhalefetinin başını çeken DIKO Genel Başkanı Nikos Anastasiades’e ve diğer siyasi partilere bir şov yapmanın iyi olacağı düşüncesi ile, Eroğlu’nu suçlayıp müzakerelere gitmeme kararı aldı.
Almasına aldı da, az daha boynu altında kalıyordu.
Aradan geçen 50 dakikalık süre içinde BM’den gelen “Uyarılar” ve “Uluslar arası platformda suçlu durumuna düştün” ikazları kendisine iletilince, yaptığı vahim hatayı anlayıp, apar topar Ara Bölgeye gitti. Bu sefer de ister istemez Eroğlu’nun politik baskısı altına girdi.
Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun “Kriz değil, çözüm bulmak için çalışacağız. Bu nedenle de masadayım ve kaçmıyorum” sözlerinden sonra bölgeyi terk etmesi ile de Hristofyas ikinci bir darbe yedi.
Hristofyas’ın işi zor.
Arkasında AKEL’den başka hiçbir destek yok. AKEL’in gücü yüzde 28-30 civarında, geriye kalan yüzde 70 ise Hristofyas’ın müzakerelerdeki tavrını benimsemiyor ve desteklemiyor.
Bu tür yapay krizler, görüşmeleri hiçbir yere götürmeyecek.
Bu gidişat ve Rumların bu tutumu, Aralık 2010’da müzakerelerin tamamlanması hedefine gölge düşürüyor. Müzakereler tamamlanmaktan ziyade Rumlar tarafından kopartılacak gibi bir hava var…
1 Haziranın erken saatlerinde İsrail Savunma Güçleri’nin Gazze’ye insani yardım taşıyan çok uluslu ve sivil bir çabaya uluslararası sularda ve tam olarak kıyıdan 72 deniz mili mesafede baskın düzenleyerek, çok sayıda sivili öldürmüş ve yaralamış olması nedeniyle T.C. Dış İşleri Bakanı Sn. Ahmet Davutoğlu’nun BM Güvenlik Konseyi’ni acilen toplantıya çağırması ve Konsey’de yaptığı konuşma, kurulması artık kaçınılmaz olan yeni bir “Dünya Düzeni”nin ve yeşermekte olan “Yeni Bir Olgu”nun ilk işaretlerini veriyor sanki.
Davutoğlu, BM Güvenlik Konseyinde yaptığı konuşmadan 3 gün evvel de, Brezilya’nın Rio De Janeiro kentinde düzenlenen Üçüncü Medeniyetler İttifakı Forumu’nun ikinci gününde “Medeniyetler arası diyalog ve Dünya Düzeninin yeniden Kurulması” başlıklı oturumda konuşma yapmıştı ve günümüz dünya düzeniyle ilgili sorular olduğunu ve bu soruların ekonomik, politik ve kültürel kökenleri bulunduğunu belirterek, “Bizim yeni bir küresel düzene ihtiyacımız var. Maalesef şu anda küresel düzenle ilgili tüm yapılanmalar İkinci Dünya Savaşına dayanmakta” sözlerini söyleyerek bu konuda duyulan sıkıntıyı dile getirmişti.
Davutoğlu’nun bu sözleri bana T.C. Başbakanı İsmet İnönü’nün, ABD Başkanı Lydon B. Johnson’un 5 Haziran 1964 tarihinde Kıbrıs konusu ile ilgili olarak kendisine gönderdiği mektuba verdiği 13 Haziran 1964 tarihli yanıt ile dile getirdiği “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır” sözlerini hatırlattı.
Gerçekten de Türkiye, Johnson mektubundan sonra dışa bağımlılığın ne kadar yanlış olduğunu fiilen algılayarak kendi ana ve yan sanayilerini kurmak ve geliştirmek yoluna gitmişti.
Gerçek şu ki, artık 19. yüzyılın Avrupa merkezli dünyasında veya 20. yüzyılın ABD kökenli ve kuzey merkezli NATO ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) kökenli Varşova Paktı çekişmesinin yaşandığı dönemde olmadığımız kesin.
II. Dünya savaşından sonra Avrupa’da ortaya çıkan yeni güçlerin esas yapısını oluşturduğu “Birleşmiş Milletler” ve bunun da bir uzantısı olan “Güvenlik Konseyi” artık işlevini, küresel dengeleri koruyarak yerine getiremiyor.
Dünya üzerinde BM’ye kayıtlı 192 ülke varken, sadece BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri olan ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin son sözü söyleyebiliyor veya bir kararı veto edebiliyor.
Bunun en güzel örneği, 24 Nisan 2004 tarihinde adanın her iki tarafında eşzamanlı olarak yapılan “Referandum”dan sonra Genel Sekreter Kofi Annan’ın Kıbrıslı Türklerin üzerindeki izolasyonların kaldırılması gerektiğini içeren raporunun “Rusya” tarafından veto edileceği uyarısından sonra BM Güvenlik Konseyine sunulamamasıdır. Üye 192 ülkeden bir tek Rusya’nın muhalefeti nedeni ile bu rapor yayınlanamamış ve bu nedenle de insanlık dışı izolasyonlar, aradan 6 yıl geçmesine rağmen halen daha yürürlükte kalmaya devam etmekte.
Bu haksızlığa ve sadece beş devletin dünya ülkeleri üzerinde kurduğu hegemonyaya son verilmesi zamanının geldiğini işaret etmektedir bu son olaylar.
Nitekim T.C. Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, konuşmasında artık II. Dünya savaşı sonrası döneminde yaşanmadığını, aradan geçen seneler içinde “Yeni Bir Dünya”nın oluştuğunu ve bu “Yeni Dünya”yı kapsayıcı “Yeni Bir Yaklaşıma” veya “Yeni Bir Yapılanmaya” gereksinim olduğunu vurgulayarak, 21.ci yüzyılda kaçınılmaz olarak yeni bir oluşuma doğru hızla gidildiğinin işaretlerini vermiştir.
Türkiye, kendi bölgesi içinde yaşanacak her türlü krize, soruna ve barış tehditlerine karşı kurulacak bir masada artık gözlemci olarak değil, masada söz sahibi olarak oturmak niyetinde.
Doğal olarak bu niyetin sonuç etkileri de Kıbrıs konusunu doğrudan etkileyecek. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve eskinin devamı da olmayacak…