Üçlü görüşme konusunda BM’den gelen haberler, Hristofyas’ın bu görüşmenin önemini aşağılara çekerek sıradan bir görüşmeye döndürmek peşinde olduğu yönünde.
Daha doğrusu da “Kaçak dövüş peşinde olduğu” da denebilir buna.
Yıllardır bu taktiği Rum liderler hep uyguladı.
Bu adada yüzyıllardır yaşayan ve adaya egemen oldukları dönemlerde de Rum tebaaya her türlü hakları vermiş olan Türkleri bir türlü muhatap kabul etmek istemiyorlar, adayı birlikte yönetmekten de kaçınıyorlar.
Korkunun ecele faydası yok.
Ya bir gün adayı bizlerle yönetmeyi kabul edecekler, ya da adanın bir kısmını unutacaklar. Son elli yıldır yaşananlardan sonra Kıbrıslı Türklerin, Rum idaresinde yaşamayı kabul edecekleri varsayımı ve stratejisi, çok hayalperest bir düşünce. Buna “Olmayacak duaya Amin demek” de denebilir.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon, daha 2010 yılının bahar aylarından başlamak üzere Kıbrıs konusunda Üçlü bir konferans düzenlemek düşüncesinde olduğunu işittirmeye başlamıştı.
Ban Ki Moon, Eylül ayının son haftalarında gerçekleştirilen BM Genel Kurul toplantısını düşündüğü “Üçlü Görüşme”yi gerçekleştirmek için “Altın fırsat” olarak görüp çağrıyı yapmıştı ama Hristofyas, “ben New York’a Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak geldim “KKTC Cumhurbaşkanı” Eroğlu ile bu sıfat altında görüşmem sonra benimle aynı seviyeye yükselmiş olur” diyerek reddedince, “Üçlü Görüşme” gerçekleşememişti.
BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ısrarla bu görüşmenin Kıbrıs dışında olmasını istiyor.
Genel Sekreterin bu isteği Hristofyas’ın işine gelmiyor.
Hastalıklı düşünceleri nedeni ile “Üçlü Görüşme” illaki Kıbrıs’ta yapılsın istiyor ki, bu görüşmenin statüsü “Adada mevcut iki devletin Cumhurbaşkanlarının görüşmesi” yerine, müzakerelerde olduğu gibi “Adadaki iki halkın liderlerinin görüşmesi” statüsüne indirgensin.
Hristofyas, BM veya AB’den gelecek siyasi bir baskıdan kurtulabilmek için daha New York’a adımını atar atmaz sırf bu “Üçlü Görüşme” New York’ta veya bir başka başkentte gerçekleşmesin diye, üçlü bir görüşmenin Kıbrıs’ta yapılmasının pratikte daha mantıklı olacağı gerekçesi ile BM Genel Sekreterini Kıbrıs’a davet etti.
Tam da “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” atasözümüze uygun bir davranış gerçekleştirdi Hristofyas.
Fakat belli ki, bu “Üçlü Görüşme” konusunda Batı dünyasından gelen baskılar o denli fazla ki, Hristofyas doğrudan “Hayır” diyemiyor ve baskıları da türlü bahanelerle savuşturmaya çalışıyor.
15 Aralık’ta BM Güvenlik Konseyi’nde görüşülecek olan Kıbrıs’taki Birleşmiş Milletler Barış Gücünün ve İyi Niyet Misyonu’nun statüsü ile ilgili olarak Kasım ayının sonlarına doğru BM Genel Sekreterinin BM Güvenlik Konseyine sunacağı Rapor öncesinde, bu “Üçlü Görüşme”nin gerçekleşmesi büyük bir olasılık.
Kıbrıs konusunun çok ilginç bir aşamaya girdiği kesin.
Gerek BM camiası gerekse de AB, son elli yıldır gündemi işgal eden Kıbrıs konusunda yorulmuşa ve bıkmışa benziyor.
Bir şekilde Kıbrıs sorunu çözmeye ve gündemden düşürmeye, bunun yerine de Türkiye’nin AB ile sürdürdüğü müzakerelere hız vermeye niyetliler.
Geçmişte yaşamadığımız politik satrancı ve görmediğimiz siyasi manevraları, önümüzdeki birkaç yıl içinde yaşayacağımızın işaretleri şimdiden gelmeye başladı.
Hayırlısı…
Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas’ın tüm konuşmaları, açıklamaları, basın bildirileri ve sözcüsünün söyledikleri çok dikkatimi çeker her zaman.
Kendisini daha iyi tanımamı sağlar, ağzından çıkan sözcüklerinin arasına sakladığı gizli kelimeler.
Geleceğe ilişkin bilgiler verir, sinyaller yakar bu özenle cümlelerin içine sokuşturulmuş seçkin kelimeler.
Kesinlikle hiç kaçırmam Hristofyas’ın açıklamalarını. Muhakkak bir mesaj vardır içinde.
1 Ekim günü Rum tarafında yapılan Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin uyduruk kuruluş gününde Hristofyas da konuştu, Venizelos da, Papakostas da.
Belli ki üçü de geçmişi unutmuş. Ha bire yalan atıp hedef şaşırtmaya çalışıyorlar.
En acıklı ve çarpıcı olanı Yunanistan Milli Savunma Bakanı Evangelos Venizelos’un konuşmasıydı. “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sorunu; ki istila ve işgal sorunudur; bizim de sorunumuzdur” sözleri bence kınanması gereken, diplomatik olarak protesto edilmesi gereken bir açıklamaydı.
Meslektaşı Garufalyas, 1964 yılının Nisan ayında koskoca bir Tümen Yunan askerini, tepeden tırnağa silahlı olarak ve de tüm zırhlı araç ve ağır silahlarla adaya gizlice gönderen kişidir. Yunan Tümeninin görevi, Nisan ayında Rum Meclisinde kararı alınan ve 1 Haziran 1964’de ilk resmi celbini gerçekleştiren Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) ile birlikte adadan Türkleri temizlemekti.
Bence Kıbrıs sorunu Hristofyas’ın ve diğer Yunanlı ve Rum siyasilerin sakız gibi her fırsatta söyledikleri “İstila ve işgal sorunu” değil, “adayı Yunanistan’a bağlamak amaçlı darbe yapmak, Kıbrıs cumhuriyetini yıkmak ve Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’ni kurmak sorunudur”.
Kıbrıs Rum Savunma Bakanı Kostas Papakostas’ın, “işgal ordusu” ve “hasım” diye nitelediği Türk askerinin adada var olduğu sürece, RMMO’nun “düşmanca faaliyetleri” göğüsleyebilecek bir ordu olabilmesi için sürekli silahlanacağını ve gelişeceğini söylemesi ise hedef şaşırtıcı, yalanın tam katmerlisi ve de üstelik son derece yanıltıcı bir açıklama.
RMMO, BM’nin 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı kararından sonra kendisini adanın tanınan devleti olarak kabul eden Makarios’un, Türkleri 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nden silah zoru ile attıktan sonra Kıbrıslı Türklerin yer almadığı temsilciler Meclisinde Nisan 1964 tarihinde yasalara aykırı olarak geçirdiği RMMO’nun kuruluş yasası ile kurulmuştur. 1 Haziran 1964 tarihinde de ilk celb RMMO kışlalarına ayak basmıştır.
RMMO’nun resmi kuruluş açıklaması “Kıbrıs Cumhuriyetine isyan eden Kıbrıslı Türklerin saldırılarına karşı Rum halkını korumak”tır.
Resmi olmayan ve gerçek kuruluş amacı ise “Kıbrıs adasını Türklerden arındırmak ve adanın Yunanistan’a bağlanması için her tür mücadeleyi vermek”tir.
1964 Nisan’ından 1974 Temmuz’una kadar düşman olarak Kıbrıslı Türkleri hedef alan ve silahlı hasmı veya muhatabı da T.M.T.mizin Mücahitleri olan RMMO, Mutlu Barış Harekatının bitiminden sonra aniden strateji ve hedef değiştirdi ve Kıbrıslı Türkler RMMO’nun dostları, düşmanı ise Türk Barış Kuvvetleri (TBK) oldu. Utanmasalar Güvenlik Kuvvetlerimizi de (KTGK) “dost Kuvvetler” ilan edecekler.
Belli ki politik ve siyasi hedef şaşırtmaya çalışıyorlar. Türk Barış Kuvvetlerinin hangi gerekçe ile adada bulunduğunu biliyorlar ama bilmemezlikten geliyorlar.
Rum Milli Muhafız Ordusu’nun adadaki resmi muhatabı, 1976 öncesi adı Mücahit Teşkilatımız olan Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri’dir (KTGK).
Hiçbir zaman ve koşulda Türk Barış Kuvvetleri (TBK), RMMO’nun muhatabı değildir ve olmamıştır da.
TBK’nın adadaki varlığı 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, EK I, Madde IV’e göre “1960 Anayasası ile ihdas edilen nizamı tekrar kurmak münhasır maksadı” iledir. Muhatabı ise sadece adanın diğer 2 garantör devleti olan İngiltere’nin ve Yunanistan’ın resmi orduları olabilir.
RMMO’nun adadaki varlığı ise 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın Kısım VIII, madde 129, 130 ve 131’ne aykırıdır. Muhatabı da, aynı koşullarda hayata geçmiş olan “Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri”dir. RMMO ne kadar yasal veya meşru ise “Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri”de o denli yasal ve meşrudur. RMMO’nun muhatabı da TBK değil KTGK’dir.
Rumların BM Barış Gücünün adadan gitmesini istememelerinin en büyük nedeni de, BM Barış Gücü adadan ayrıldıktan sonra siyasi olarak muhataplarının KKTC hükümeti, askeri olarak da muhataplarının “Kıbrıs Türk Güvenlik Kuvvetleri” olacağındandır.
30 yaşında bir vatandaşımızın, en büyüğü 11, en küçüğü 1 yaşındaki 6 çocuğuyla birlikte, Çağlayan bölgesinde Kanser Hastalarına Yardım Derneği’ne verilen ve tamirine başlanması için hazırlıkların bitirildiği bir binayı işgal etmesi olayı beni derinden etkiledi.
Beni etkileyen, evin işgali veya daha sonra Polisimizin babacan ve koruyucu yaklaşımları sonrasında evin tahliye edilmesi değil, olayın arka planında yaşanan dram, yanlış uygulamalar, nelerin yapılamadığı ve nelerin yapılması gerektiği.
Olayın sosyal arka planı gerçekten çok üzücü.
Yaşam mücadelesinde çektiği sıkıntılara bir çözüm olarak evi işgal etmeyi gerçekleştiren anne, “iş bulursa çalışan kocam eve doğru dürüst uğramıyor, ben devletten aldığım yardımla ev kirası ödeyemiyorum” diyerek acizliğini ve sıkıntısını ortaya koymuş.
Aslında yaşanan bu olay bana göre büyük bir buzdağının sadece gözüken kısmı. Elle tutabildiğimiz, gözümüzle gördüğümüz ve zaman zaman da basına yansıyan bu bölümün alt kısmı daha da üzücü.
Barış Harekâtından sonra Türkiye’den göç edip vatandaşımız olmuş bir anne ve babanın 10 çocuğundan biri olarak 1980 yılında Değirmenlik köyünde doğmuş evi işgal eden bu anne.
Bilinen bir eğitimi yok. Bir olasılıkla ilkokulu yarım yamalak bitirdi ve bir daha da gönderilmedi.
Bu genç annenin annesi ve babası da çalışmıyor. Belli ki onların da bir eğitimi veya branşlaştığı, uzman oldukları veya ustası oldukları birer işleri yok. Baba şu anda devletten yoksulluk parası alıyor ve aldığı parayı da kızının anlattığına göre alkole yatırıyor. Eve giren tek bir kuruş yok.
Buna karşın bu evde “Allah nasıl olsa rızkını verir” düşüncesi ile 10 çocuk doğmuş. Çocukların tümü, en büyük abla hariç KKTC doğumlu.
Devletimizin Sosyal İşlerden sorumlu Bakanlığından hiçbir Allah’ın kulu da çıkıp gitmemiş 1980’li yıllarda Değirmenlik köyüne. Hiçbir devlet görevlisi veya yetkilisi uyarmamış bu insanları, sormamışlar bu anne ve babaya “Bu kadar çocuk doğuruyorsunuz ama nasıl bakacaksınız” diye.
Bu göçmen anne ve babadan doğan 10 çocuğun tümü de, yaşadığımız 21. yüzyılda yoksul, işsiz ve vasıfsız. Tümü de KKTC vatandaşı.
33 yaşındaki en büyük abla, evi işgal eden kardeşinden daha da kötü durumda. Kocasının ruh sağlığı bozuk ve hastanede tedavi görüyor. 16, 14, 12, 10 ve 9 yaşlarındaki 5 çocuğu, 5 seneden beri çocuk yurdunda yaşamlarını sürdürüyor. Kendisi Lefkoşa’da Taksim Sineması içerisinde bir odada kalıyor ve ev yerine bu eski sinemanın içinde yaşam savaşı veriyor. En büyük çocuk çok değil 2 sene sonra “sen yeterince büyüdün hadi dışarı” denip yurttan kapı dışarı edilecek. Bir olasılıkla birkaç yıl içinde evlenecek ve çocukları olacak. Annesinden ve nenesinden gördüğü yöntemle büyütecek çocuklarını, eğitimsiz, vasıfsız, yoksul ve işsiz.
Barış Harekâtından sonra ülkemize göçmen olarak gelip vatandaşımız olan bir anne ve babadan zaman içinde önce 10 çocuk dünyaya gelmiş, sonra da bunların evlenmelerinden şimdilik yaklaşık 22 çocuk olmuş. Sonra belki de bu sayı küçükler de büyüyüp evlenince 35-40’a çıkacak.
Bu insanlar vatandaşlarımızsa ellerinden tutmamız, rehabilite etmemiz, eğitimlerini sağlamamız, beceri kazandırmamız ve ülkemize yararlı insanlar haline getirmemiz gerekmektedir.
Bunları yapamazsak bu küçücük dünya güzeli ülkemizde suç oranı ve suçlu sayısı patlama yapacaktır.
Gözümüz hep ithal suçlarda ve suçlularda. Hep onları eleştiriyoruz ama dönüp de kendi içimize bakmıyoruz.
Zamanı geldi.
Sosyal Hizmetler Dairemizin kapsamlı bir çalışma yapıp proje üretmesi ve bu konumda olan, bence sayıları çifthaneli binleri bulan, bu vatandaşlarımızı 21. yüzyıla yakışır ortamda yaşayan ve çalışan insanlar haline dönüştürmesi gerekmektedir.
Ünlü Çin atasözünün dediği gibi insanlarımıza “Balık yemeği değil balık tutmayı” öğretmeliyiz. Eminim bu konuda yapılacak her tür olumlu ve ileriye dönük mantıklı projelere, T.C.’nin ilgili birimleri de destek verecektir.