Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın Kıbrıs Rum tarafını ziyareti tamamen “Türkiye’ye nasıl birlikte zarar verebiliriz” felsefesine dayalı.
“Düşmanımın düşmanı benim dostumdur” anlayışından yola çıkan Ermeniler ve Rumlar, coğrafik bir bağları ve komşulukları olmamasına rağmen Türkiye faktörü nedeni ile yıllar önce bir dayanışma içine girdiler.
Aslında bu dayanışmanın kökeni 1970’li yılların sonlarına ve 1980’li yılların başlarına kadar inmekte.
O dönemde Kıbrıs Rum Meclis Başkanı Vassos Lissaridis tarafından Trodos dağlarında ASALA için eğitim kampları açılmıştı ve dünya üzerindeki Türk Büyükelçilik mensuplarının ASALA militanları tarafından vurularak şehit edilmelerinin eğitim ve yönetim merkezi Kıbrıs Rum tarafındaydı.
Kıbrıs Rum tarafındaki bu eğitim kamplarına gönderilen Ermeni teröristler burada terörle ilgili her tür eğitimi alıp, öğrendiklerini uygulamak için dünyanın belli başlı başkentlerine gidip işe koyuluyorlardı.
17 Ocak’ta Serj Sarkisyan’ın Kıbrıs Rum tarafına yaptığı ziyarette, Hristofyas’ın kendisiyle Erivan’da yapmış olduğu görüşmenin devamı olarak Ermenistan ve Kıbrıs Rum hükümetleri arasında Eğitim, Kültür, Tarım ve Askeri alanda olmak üzere dört ayrı anlaşma imzalandı.
Kıbrıs Rum Meclisi Başkanı Marios Karoyan’ın yarı Ermeni olması bu ilişkilerin 2008 yılından itibaren daha sıcak bir şekilde gelişmesine yol açtı.
Avrupa Birliği, Rumların istekleri ve çıkardıkları engeller nedeni ile Türkiye’ye “Kıbrıs’tan askerini çekersen” müzakerelerin önü açılacak derken, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’da Türkiye’nin geçmişiyle barışmaması ve komşu ülkelerle olan yapıcı ilişkilerini geliştirmemesi durumunda Avrupa Birliği’ne (AB) üye olamayacağını söyleyerek, Türkiye adadan askerini çektikten sonra müzakerelerin gene istendiği gibi gitmeyeceğini ve ikinci bir taviz koparmak için de Türkiye’nin önüne Ermeni sorununun çıkarılacağının ipucunu verdi, hem de resmi ağızdan.
İşin ilginç tarafı, gerek üniversite eğitimini Moskova’da yapmış olan Hristofyas’ın, gerekse de Serj Sarkisyan’ın bir birlerine hitap konuşmalarını Rusça yapmış olmaları.
Hristofyas Ermeni heyetine çevirmen aracılığı ile Rumca hitap edeceği yerde, doğrudan Rusça hitap ederken, Serj Sarkisyan’da Rum heyetine çevirmen aracılığı ile Ermenice yerine Rusça hitap etti.
Serj Sarkisyan, Rum Meclis Başkanı ve DIKO Genel Başkanı Marios Karoyan’la da Ermenice konuşmaya çalıştı ama Karoyan’ın annesinin Rum, Babasının Ermeni olması nedeni ile Ermenicesi iyi olmadığından araya çevirmenler girmek zorunda kaldı.
Serj Sarkisyan, Cumhurbaşkanı olduğu Ermenistan’ın, Güney Kıbrıs’ın, Kıbrıs sorunu ile ilgili tezlerini desteklediğini ve Güney Kıbrıs ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin geleceğinin parlak olduğunu söylemesi üzerine Hristofyas, Ermenistan’ın Rumların Kıbrıs konusundaki tezlerin desteklemesi ve Türkiye’nin adadan çıkarılması konusunda verdikleri mücadeleye verdiği destekten ötürü Sarkisyan’a teşekkürlerini sundu.
Hristofyas, Dağlık Karabağ konusuna detaylı olarak değinmekten çekinerek sadece Kıbrıs’ın da Dağlık Karabağ sorununun Ermenilerin istediği şekilde çözülmesini desteklediğini dile getirdi.
Dağlık Karabağ’ın konumu ve oluşum şekli KKTC ile benzeştiğinden, Hristofyas bu konuya fazla değinemedi ve Kıbrıs Rum Cumhuriyetinin Dağlık Karabağ’ı tanıması konusu ise “Tehlikeli addedilerek” hiç görüşülmedi.
Hristofyas, Dağlık Karabağ konusunda neler yapılması gerektiği ile ilgili olarak Ermenilere verilecek tüyoların, Türkiye ve KKTC tarafından kullanılacağı endişesi ile sadece bir kaç kelime ile “Dağlık Karabağ” konusunu geçiştirirken, Kıbrıs Rum tarafı siyasi olarak Dağlık Karabağ’ı devlet olarak tanırsa, uluslararası gündeme hemen KKTC’nin tanınması konusu geleceği için de, bu konuda çok ihtiyatlı ve ketum davranmak zorunda kaldı.
Ermenistan ve Kıbrıs Rum tarafı, Türkiye’ye karşı birbirlerini desteklemek kararını yıllar önce alırken, kendilerinin güçleneceğini ve Türkiye’nin zayıflayacağını hayal etmişlerdi ama geçen yıllar içinde gelişmeler tersine dönüp rakipleri Türkiye’nin dünya üzerindeki etkisi artmaya başlayınca, yüreklerine korku inmiş ve “Bozacının tasdikçisi şıracı olurmuş” deyimine uygun olarak birbirlerine sarılmak gereğini duymuşlar.
Her ikisine de kolay gelsin.
Korkunun ecele hiç faydası yok.
Anayasa Mahkemesinin Emekli maaşlarından kesinti yapılması ile ilgili yasayı iptal kararı KKTC’de birçok taşı yerinden oynatacak.
Bir evvelki “Bu Mahkeme Kararı KKTC’yi Batırır” başlıklı yazımda gerçekleri ve olacakları yazdığım halde, birçok okurum yazımı farklı açılardan algıladı.
Elbette ki KKTC’nin kurtuluşu sadece emekli maaşlarından alınacak vergilerle olmayacaktı. İptal edilen bu yasa, alınması kaçınılmaz olan tedbirlerin başlangıç noktasıydı.
Bu yasanın işlerlik kazanamaması demek, devletin bir takım giderlerini kısamayacak olması demektir.
Bu yasa bunun başlangıcıydı ve Hükümetin alabileceği tedbirler daha başlamadan da bitti.
Şu anda ki bütçe açığı 170 Milyon TL’dir ve her gün biraz daha artmaktadır.
Ocak ayındaki bu açıkla 13. maaşların ödenmesi matematiksel olarak olanaksızdır.
Ya 13. Maaş ödenecek, ya da Ocak ayı maaşları.
Her ikisinin Ocak ayı içinde ödenmesi, bir taraflardan sıcak para gelmediği müddetçe mümkün değildir.
Devletimiz bir mali çıkmazın, daha doğrusu içinden çıkılması olanaksız olan bir kapanın içine girdi.
Devlet, giderlerini kısmak için memur çıkaramıyor, memur maaşlarından kesinti yapamıyor, dünyadaki ekonomik krizden dolayı özel sektör çalışanlarından alınan vergileri arttıramıyor ve de alış veriş Rum tarafına kaymasın diye gümrük vergilerini, fonları, stopajları ve rıhtım harçlarını yükseltemiyor.
Yani özetle, ne gelirlerini arttırabiliyor, ne de giderlerini kısabiliyor.
Bir evvelki yazımda “Anayasa Mahkemesinin bu Kararı, Mali yönden KKTC’nin batış sürecini başlatmıştır” derken belirtmek istediklerim bunlardı aslında.
Şu anda eğer taze para bulunamazsa KKTC bir müddet sonra Moratoryum ilan etmek yani iflasını açıklamak zorunda kalacaktır.
Tek çare ve tek alternatif olarak geriye özelleştirme ve hem dolaylı, hem de dolaysız vergileri de arttırmak kalmaktadır.
Kiralardan alınan stopajdan tutun, pul paralarına, işletme ruhsatlarından tutun da içinde devletin olduğu her işleme ve izine kadar her şeye, çok ağır vergiler gelecektir.
Daha doğrusu gelmek zorundadır.
Eğer bu vergiler konmazsa matematiksel hesaba göre Eylül ayı maaşları, bu devletin ödeyebileceği en son maaş olacaktır.
Devletin bu günkü geliri ve gideri ile deniz, Eylül ayında bitmektedir. İnanmayan 2011 bütçesini açıp bakabilir.
Geçici bir tedbir olarak ve de bu Eylül ayını biraz daha ileriye atabilmek için de acil bir şekilde öncelikle Ercan Havaalanının özelleştirilmesi gündeme gelecektir.
Bu özelleştirmeden alınacak birkaç yüz milyon TL’lik ön gelirle de maaşlar belki 3 ay daha ödenebilecektir.
Ya sonra.
Devletin artık sırtından tüm safraları atması gerekecektir. Ya atacak ya da mali yönden batış kapıyı çalacak.
Ercan’ın arkasından memur sayısı fazla, gideri fazla devlet kurumları tek tek özelleştirmeye açılmak zorunda kalınacaktır.
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen bu yasa, kamu giderlerinin kısılmasının önünü tıkadı, yoksa emekli maaşlarından kesilen miktar aylık 6 milyon 650 bin TL’dir ve önemli de bir yol kesmeyecekti ama devletin giderlerinin kısılabilmesinin önünü açacaktı, olmadı.
Bu çıkmazın kökeninde 5 Mayıs 1985 tarihinde kabul edilen anayasamızın 160. maddesi yatmaktadır.
160’ıncı madde aslında Kurucu Mecliste görev yapan atamalı Kurucu Meclis üyesi olan Kamu görevlilerinin hayat boyu Milletvekili maaşı almalarını sağlamak içindi.
Ama bu madde 1963-74 yılları arasındaki “Milli mücadele Yıllarında” halkın dayanma ve direnme gücünü arttırmak için verilen birtakım hakların da günümüze kadar aynen gelmesini ve mali giderlerin kartopu gibi büyümesine yol açtı.
Keşke KKTC’nin mali kurtuluşu sadece emeklilerin maaşlarından yapılacak kesintilerle olsaydı.
Eminim tüm emekliler çocuklarının ve torunlarının geleceklerini tehlikeye atmamak için seve seve bu kesintiye razı olurlardı.
Ama gerçek maalesef öyle değil.
Bunları açık ve net olarak yazdığım için geçen yazımda olduğu gibi çok ağır bir şekilde eleştirileceğim ama birilerinin doğruları yazması gerekmekte.
Halkımız nerede olduğunu ve uzun yıllar verdiği mücadele ile kurduğu devletinin hangi aşamada olduğunu çok iyi bilmeli.
Artık bireysel olarak cebi değil, toplumsal olarak devletimizi düşünmemizin zamanı geldi.
Saygıdeğer Mahkemelerimizin verdikleri kararlara saygımı muhafaza ediyor olmakla birlikte şahsi kanaatim odur ki, Emekli İkramiyelerinden kesinti yapılması ile ilgili dünkü Anayasa Mahkemesi Kararı, Mali yönden KKTC’nin batış sürecini başlatmıştır.
Edinebildiğim bilgiye göre, devletimizin Baş Savcı’sının ve diğer Savcıların “Emekli Maaşlarından yapılacak Kesintiler” ile ilgili olarak hükümete olumlu görüş vermelerinden sonra uygulamaya konan kesintilerin yasallığının Anayasa Mahkemesi tarafından kabul edilmemesi, yasalarımızın Yargıçlarımız ve Savcılarımız tarafından değişik şekillerde yorumlanabileceğini ortaya koymaktadır.
Bir taraftan hükümetin “Yasa Danışmanı ve Avukatı” olan Savcılık makamı, kesintiler uygundur derken, diğer taraftan Anayasa Mahkemesi “Uygun değildir” demektedir.
Anayasa Mahkemesinin bu kararı ile başlayan “Mali Batış” sürecinin maalesef geri dönüşü de yoktur
Bunu görebilmek için ne muhasebeci olmak gerekir ne de matematik ustası.
Dün bu kararı duyduğum vakit aklıma hemen KTHY ve KTHY’nin batış süreci geldi.
KTHY’nin batışının geriye dönüşü olmayan kırılma noktası, CAS’a devredilen 135 çalışanın geri alınması için yapılan grevlerdi.
Sendika ısrarla grevleri sürdürmüş, Ercan Havaalanını uçuşlara kapatmaya çalışmış ve halkın cezalandırılması için de elden geleni yapmıştı.
Şirketin batması pahasına söz konusu bu 135 personel geri alınınca, KTHY’yi kurtarmayı üstlenmiş olan THY de bu niyetinden vazgeçmiş ve
KTHY de batmıştı.
Çünkü KTHY’nin kasasında bu kadar fazla personeli ödeyebilecek para yoktu ve batış da açınılmaz hale gelmişti.
O dönemde, 14. maaşları kesilince “biz ne yapacağımızı biliriz” havasında olan çalışanlar şimdi yılda 12 asgari ücrete bile razı ama artık o bile yok.
Anayasa Mahkemesinin bu kararından sonra KKTC’nin Mali Yönden batışını durdurabilmek için “Mevcut Anayasa’mızın ivedilikle değişmesi” gerekmektedir.
Aksi takdirde memurlarımızı ve emeklilerimizi de aynı akıbet beklemektedir.
Çok değil en fazla 10 yıl içinde, yasalar bu şekli ile kalırsa KKTC Mali yönden batar.
Aslında çok iyi niyetle 10 yıl dedim.
Gerçekte bu anayasa ile 5. yıldan sonra kamuda mali depremin başlaması kaçınılmaz olacaktır. İlk işaret maaşların gününde ödenememesi ile gelecektir.
Şu anda devletin kasasından maaş alan 17 bin memur ve geçici statüde personel ile 13 bin emekli var. 28 bin Sosyal Sigorta emeklisinin maaşlarının neredeyse yarısı da, yıllardır Sosyal Sigortalara yatırılmayan devlet katkısından dolayı Maliye tarafından ödenmekte. Bunun da yıllık toplamı 280 Milyon TL’dir.
Kamu Görevlilerinin aldıkları maaş üzerinden ödedikleri %2.5 emekli maaşı kesintisi ve emekli ikramiyesi kesintisi, ne emekli olduklarında alacakları maaşlarını ne de emekli olurken aldıkları ortalama 250 bin TL civarındaki ikramiyelerini karşılayabilecek düzeyde bir prim yatırımıdır.
Ancak çerez parasına yetmektedir.
Reel olarak bu kesintilerin, %38 civarında olması gerekmektedir.
Ocak 2011 itibarı ile Maliyedeki açık 200 milyon TL civarındadır.
Anayasa Mahkemesinin aldığı bu karar ile kayıp yaklaşık 75 milyon TL civarındadır.
Ve üstelik bu miktar, emekli olan memurların artması nedeni ile de her ay biraz daha yukarı çıkmaktadır.
Maliye, emekli maaşlarından kesinti yapamayacaksa, ki Anayasa Mahkemesinin bu kararı ile kesemeyecek, 13. maaşların ödenmesi matematiksel olarak olanaksızdır.
Kasada para yok ise ve halktan da dolaylı ve dolaysız vergileri arttırıp toplanamıyorsa, ne maaşlar ödenebilir ne de ikramiyeler.
Tüm vatandaşlarımızın artık denizin bittiğini anlaması gerekmektedir.
KKTC’yi yaşatmak istiyorsak, toplumsal fedakârlığa hazırlanmamız ve “Varoluş Mücadelesi Yılları”nda direnişi güçlendirmek için yapılan yasaları artık değiştirmemiz ve çağın koşullarına uygun hale getirmemiz gerekmektedir.
Bunun aksi KKTC’nin mali batışına yol açacaktır.
Rumların müzakereleri, konu istedikleri aşamaya gelene kadar ısrarla sürdürmek istemelerinin iki ana nedeni var.
Bunlardan birincisi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 18 Kasım 1983 tarihinde 541 (1983) numara ile aldığı ve insanlığın yüz karası olarak tarihe geçmiş olan “KKTC’nin ilanının yok sayan ve KKTC’nin tanınmamasını isteyen” kararı.
İkincisi ise Türkiye’nin Avrupa Birliği ile sürdürdüğü “Katılım Müzakereleri”.
Rumlar bu iki önemli kozu sonuna kadar kullanıp adaya hâkim olana kadar görüşmeleri sürdürmek stratejisine sıkı sıkı sarılmışlar.
Zaten bu nedenle de “Hakemlik” ve “Zaman kısıtlaması” istemiyorlar.
Hakemlik ve zaman kısıtlaması olursa, müzakereleri ortam kendi istedikleri kıvama gelene kadar sürdüremeyeceklerini ve isteklerinin tümünün de kabul edilmek zorunda kalınamayacağını biliyorlar. Bu nedenle de her ikisine karşılar.
Rum Cumhurbaşkanı Hristofyas, çok değil daha birkaç gün önce “Hiç kimse umutlanmasın, BMGK’nin 541 sayılı kararı orada durduğu müddetçe kimse KKTC’yi tanıyamaz” diyerek düşüncesini ve temel stratejisini ortaya koydu.
Hristofyas’ın bu mantığına göre Kıbrıslı Türkler eninde sonunda Rumların her teklifini kabul etmek zorunda kalacak ve de Rum çoğunluğun kuracağı üniter bir devlette de ancak azınlık haklarına sahip olacaklar.
Avrupa Birliği ile Türkiye arasında süren katılım müzakerelerini de, birliğe katıldıkları 1 Mayıs 2004 tarihinden beri tamamen kendi çıkarları doğrultusuna sokmaya çalıştılar ve Türkiye’nin müzakerelerde ileri adım atması karşılığı Kıbrıs’ta tavizler koparmayı hedeflediler.
Zaten zaman zaman da Hristofyas’ın dışındaki Rum siyasiler de bu düşüncelerini açık ve net bir şekilde dile getiriyorlar.
Çok değil daha evvelki gün DİKO Basın Sözcüsü Fotis Fotiu, “Kıbrıs Cumhuriyetinin Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin anahtarını elinde tuttuğunu” söyleyerek genel stratejilerinin bu olduğunu bir kez daha teyit etti.
Yunanlı siyasilerin de Rumlardan pek farkı yok. Onlar da aynı görüş ve düşüncedeler.
Yunanistan’ın Kıbrıs doğumlu Dışişleri Bakanı Drutsas’da, Papandreu’nun Türkiye ziyareti ile ilgili olarak Türk-Yunan ilişkileri ile Türkiye-AB katılım müzakerelerine değindi ve “Anahtarlar Kıbrıs Sorunu ve Kıta Sahanlığı” diyerek Yunanistan’ın Kıbrıs konusuna olan bakışını ve yaklaşımını ortaya koydu.
Yunanistan’a göre de AB müzakerelerindeki ilerlemeler tamamen Türkiye’nin Kıbrıs’ta vereceği tavizlere bağlı.
Ne kadar köfte, o kadar ekmek misali, “ne kadar Kıbrıs’ta taviz, o kadar AB-Türkiye Katılım müzakerelerinde ilerleme” stratejisini benimsemiş, Rumlar ve Yunanlılar ve bunu sürdürmek istiyorlar.
Rumların ve Yunanlıları stratejileri bu denli AB-Türkiye katılım müzakerelerine bağımlı olduğuna göre, günün birinde Türkiye AB’ye katılım fikrinden vazgeçerse, bütün taktik ve stratejileri havada kalacak, müzakere masasındaki en önemli kozlarından birisi de ellerinden gidecek.
Zaten bu stratejilerinin ömrü de bayağı kısaldı.
1 Ekim 2014 tarihinde tam olarak her maddesi ile yürürlüğe girecek olan Lizbon Anlaşması, Rumların elindeki veto kozunu ve müzakerelerde engel çıkarma hakkını büyük ölçüde alacak.
Ellerinden bu koz gittiğinde veya iyice zayıfladığı vakit sarılacakları tek güvenceleri BMGK’nin 541 No.lu kararı olacak.
Yani KKTC’nin dünyadan soyutlanması ve Kıbrıslı Türklerin muhtaç hale getirilmesi.
BM’de ve AB’de esen hava artık pek bu yönde değil.
KKTC’nin dünyadan soyutlanması pek çok insanı rahatsız etmeye başladı.
Bir olasılıkla da 1 Ekim 2014’e kadar BMGK’nin bu yüz karası kararı da etkisini bir hayli kaybetmiş olacak.
Rumların çok güvendikleri kozları artık etkilerini yitirmeye başladı.
Belli ki geçmiş olaylardan hiç ders alınmamış.
Çalışılan yeri batırmak pahasına bazı kişiler ellerine geçirdikleri sendikayı greve götürmek için elden geleni yapıyor.
İşyerinin batması veya batacak olması umurlarında bile değil.
Varsa da yoksa da grev yapmak, çalışmadan, üretmeden maaş almak ve bu avantayı da yaşam boyu sürdürmek.
KTHY’nin batışının geriye dönüşü olmayan kırılma noktası, CAS’a devredilen 135 çalışanın geri alınması için yapılan grevlerdi.
Sendika ısrarla grevleri sürdürmüş, Ercan Havaalanının uçuşlara kapanması ve halkın cezalandırılması için elden geleni de yapmıştı.
Şirketin batması pahasına söz konusu bu 135 personel geri alınınca, KTHY’yi kurtarmayı üstlenmiş olan THY de bu niyetinden vazgeçmiş ve KTHY de batmıştı.
Nedense hiçbir sendika yöneticisi ekmeğini yediği yeri ayakta tutmak için fedakârlık yapmayı göze almıyor veya düşünmüyor.
Şimdi de aynı oyun Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde (DAÜ) oynanıyor, CAS’da yolda.
Belli ki DAÜ’de de aynen KTHY’de yapıldığı gibi DAÜ batırılana ve mali yönden çıkmaza girene dek grevler sürdürülecek ve bitmeyen, sonu gelmeyen taleplerde bulunulacak. Yapılan grevlerle DAÜ’nün ve konu ile ilişkili olarak KKTC’deki tüm üniversitelerin, ileriki yıllarda öğrenci kaybı yaşayacağı grevcilerin belli ki umurlarında değil.
Bunlar yerine getirilemezse, DAÜ’nün batırılması pahasına çıkılan yoldan dönülmeyecek, DAÜ batarsa da yöneticiler suçlanacak ve sendikacılar da sütten çıkmış akkaşık misali ortalarda dolaşıp onu bunu suçlayacaklar.
DAÜ’nün gelirlerinin ve bütçesinin bu denli fazla personeli ödemeye yetmediğini Mısır’daki sağır bile biliyor ama bir tek bilmeyen sendikacılar ve bu gerçekonlar için çok da önemli değil.
İllaki, gerekse de gerekmese de istihdam yapılacak, maaşlar verilecek ama bu paranın nasıl elde edildiği veya gerekli olan miktar bulunabilir mi bulunamaz mıaraştırılmayacak ve sorulmayacak. Gerekirse konu ile ilgili olmayan vatandaşın sırtına vergiler konacak ama maaşlar illaki alınacak veDAÜ batırılana kadar çabalanacak.
KKTC’nin şu anda en fazla istihdam yapan sektörü olan Üniversiteler sektörüne grevlerle darbe vurmak hiçte doğru bir eylem değil.
Üç beş kişinin menfaati ve çıkarları için yapılan grevlerle KKTC’nin en verimli sektörüne darbe vurulmaktadır.
Geçen defaki grevde öğrenciler isyan etmiş, “Biz bu adaya okumak için geldik, grev yaparak okumak hakkımızı elimizden alan sendikacıları kınarız” diyerek duydukları isyanı dile getirmişlerdi.
DAÜ gibi bir ilim ve irfan yuvasını, kişisel çıkarlar, küçük hesaplar ve menfaatler uğruna yıpratmak, dünyanın içinde bulunduğu bu korkunç ekonomik kriz döneminde hiçte mantıklı bir davranış değildir.
İşin kötüsü KKTC devleti de aynı yola yavaş yavaş sokulmak istenmektedir.
Kamu görevlileri zaman içinde kendilerine büyük menfaatler sağlamışlar ve ayrıcalıklar elde etmişler.
Günümüzde 6-7 bin TL maaş alan bir kamu görevlisi, asgari ücretliden çok daha az emekli maaşı ve emekli ikramiyesi primi ödemektedir.
Bütün yük vatandaşın sırtına yüklenmiştir ve vatandaşlarımız memurların emekli maaşı ve ikramiyesi primlerini sırtlarına yüklenen dolaylı vergilerle kendi ceplerinden ödemektedir.
6 bin TL maaş alan bir kamu görevlisi emekli maaşı için sadece 90 TL prim öderken, vatandaştan alınan vergilerle aynı kişinin geri kalan bin 85 TL’lik primi ödenmektedir.
Aynı şekilde emekli ikramiyesi için de söz konusu kamu görevlisi gene 90 TL prim öderken, vatandaşın cebinden bin 85 TL daha alınıp kamu görevlisi adına yatırım yapılmaktadır. Yani bu kamu görevlisi için vatandaşın sırtına 2 bin 190 TL’lik bir ek vergi yükü bindirilmiştir.
Kamu görevlilerimiz kendi primlerini, aynen Sosyal Sigortalı çalışanlar gibi kendi ceplerinden ödemelidirler. Bunu vatandaşın sırtına yüklemek çok büyük bir haksızlıktır.
Milli Mücadele yılları çoktan geçmiştir.
Bu dönem içinde kamu görevlilerine verilen haklar hala daha aynen devam etmektedir ve artık gözden geçirilmelerinin de zamanı gelmiştir.
Vatandaş, sırtına yüklenen ek vergilerle kamu görevlilerinin kendilerinin ödemesi gereken primleri artık ödemek istememektedir.
Maalesef konan her vergi, arttırılan her vergi, kamu görevlilerinin giderlerini ve bitmek bilmeyen isteklerini karşılamak için vatandaşın sırtına yüklenmektedir.
KKTC’deki kamu görevlilerinin talepleri ve grevleri, vatandaşı artık bıktırmıştır.