Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleri halkı üzerindeki etkisi belli ki yıllar içinde olumsuzdan olumluya dönüşmüş.
1960’lı yılların son deminde belli bir zaman aralığı içinde yaşadığım Irak’ta halkın Türkiye’ye bakışı çok sempatik değildi.
Osmanlı Devleti’nin kendilerini adaletsizce yönettiğinden, geri bıraktığından ve ezdiğinden bahsederlerdi.
Türk olduğumu söylediğimde yüzlerinde hoşnutsuzluk belirtileri yer alırdı.
Aradan geçen kırk yıl çok şeyleri değiştirmiş.
21. yüzyılda Orta Doğu insanının Türkiye’ye bakışı değişmiş.
Türk algılaması farklılaşmış, Türklere duyulan saygı kötüden iyiye dönüşmüş, içlerinde bir Türkiye hayranlığı yer etmiş ve Türklere duyulan güven de tepe yapmış.
Bunu başaran insanları, politikacıları, sanayicileri, üreticileri, yatırımcıları ve film yapımcılarını kutlamak gerekir.
Orta Doğu insanı Türkiye’ye gıpta ile bakıyor ve “Türkler de Müslüman ama onlar İnsan haklarına saygılı ve Demokratik, biz niye onlar gibi değiliz” sorgulaması kafalarını karıştırıyor.
Türkiye’de kadınlar, Bakan, Milletvekili, İş insanı, Yönetici, Şirket sahibi, Doktor, Avukat, Mühendis, Hakim, Savcı, Pilot, Otobüs şoförü, tren kondüktörü, vinç operatörü ve benzeri işleri yapabiliyor da, onlar Müslüman biz de Müslüman ama bizdekiler niye yapamıyor sorusu var kafalarında.
Türkiye Müslüman bir ülke ama oradaki insan hakları niye bizde yok, oradaki demokratik haklar niye bizde yok konusu konuşuluyor kendi aralarında ve alenen.
Bizim dış satım gelirlerimiz Türkiye’nin çok çok üstünde ama bizlerin geçim standardı ve saygınlığı Türkiye’nin çok altında diyerek kendi hükümetlerini ve yönetim sistemlerini sorguluyorlar.
Orta Doğu ülkelerinde milyonlarca seyirciyi ekranlara kilitleyen Türk yapımı diziler bir olasılıkla bu sorgulamaların ve yaşanan halk hareketlerinin kökeninde yatan etkenlerden de bir tanesi.
Aslında Türkiye’ye duyulan bu hayranlık, belki de bu gün Tunus’ta, Mısır’da yaşanan olayların temelini oluşturuyor.
Yıllardır ABD ve İsrail bölgeyi yanlış okudular ve kendi düşünce tarzlarına göre bölgeyi yeniden oluşturmak istediler ama doğanın yapısına aykırı bu girişimin başarıya ulaşması uzun vadede olanaksızdı ve de aynen öyle oldu.
Bu aynen bir deveyi “at” olduğuna inandırmaya ve de at gibi yaşamaya zorlamaya benzedi.
Orta Doğu ülkelerindeki şeyhliklerde, Emirliklerde ve Monarşik yönetimle idare edilen devletlerde, 21. Yüzyıl kavramlarına uygun, kadın erkek eşitliğini sağlayan, insan haklarına saygılı ve halk iradesine dayalı bir yönetim sistemine yönelik reformlar yapılmaz ise eninde sonunda bu taleplere yönelik istekler yüksek sesle halk tarafından dile getirilecektir. Gerektiğinde de aynen Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi halk sonuç alana dek sokağa inecektir.
Bu durumun Türkiye’yi etkileyemeyeceği de bir başka realite.
Bu olayların ortaya çıkmasında halkın sahip olduğu düşünceler çok önemli. Türkiye’nin bölgede çok önemli bir ülke olması nedeni ile bu ülkeler açıkça Türkiye’nin izini takip ediyorlar ve Türkiye gibi olmak istiyorlar.
Tunus, Yemen ve Mısır’da yaşanan halk hareketinden çıkarılması gereken dersin örtülü diktatörlüklerle yönetilen rejimlerin artık sanıldığı gibi sürdürülemeyeceğidir.
Ömrünün sonuna dek iktidar koltuğunda oturan ve sonra göstermelik seçimlerle yerine kendi seçtiği kişiyi veya yakınını bırakan yönetimlerin ömrü, internetin bu denli yaygın olması nedeni ile tüm bireylerin adeta küreselleştiği bu çağda, artık pek de uzun süreli olamayacağa benziyor.
Orta Doğu’da birkaç yıl içinde bir kaosun çıkacağının habercisi bu halk hareketleri.
Önümüzdeki yıllar da bölgeyi çok etkileyecek bir çatışmanın gelmekte olduğunun ayak sesleri duyuluyor adeta.
Genel Sekreter Ban Ki Moon döneminde Birleşmiş Milletler, Kıbrıs konusunda özellikle çok pasif davrandı.
BM’deki diplomatların ve çalışma arkadaşlarının tanımlamasına göre Genel Sekreter çok pasif bir yönetim uyguluyor.
Zaten bu nedenle de BM Genel Sekreteri hakkında ilk kez bir kitap yazılıyor, eleştiren ve eksikliklerini dile getiren.
Söylenenlere göre ayda $40-50 bin Dolar arası maaş almakta, evinin kirası ve her tür gideri de BM tarafından ödenmekte.
Güvenlik Konseyi üyeleri olan Rusya ve Çin kendisini daha ilk günden, çok fazla ortalığı karıştırmaması için uyarmışlar.
O da ne yapsın ne suya dokunuyor ne de sabuna, iş yapar gözüküyor sonra da alıyor maaşını ve yan gelip yatıyor.
Rumlar Genel Sekterin etrafındaki personel ile samimiyeti iyice ilerletmişler. Aynı taktiği Avrupa Birliğinde de uyguluyorlar.
Tüm komisyonlarda yer almışlar ve Komisyon Başkanının da çevresindekilerle aynı şekilde samimi olmuşlar.
Gerek BM’de, gerekse de AB’de daha toplantılar başlamadan nelerin konuşulacağını ve nasıl bir kararın çıkacağını biliyorlar ve ona göre strateji geliştiriyorlar.
Toplantıyı yapacak kişilere her yönden saldırıyorlar ve istedikleri kararı gerek baskı ile, gerek dostlukla gerekse de şantajla çıkarttırıyorlar.
En bilinen taktikleri saldırmak ve suçlamak. Yalan da olsa bir gerekçe uydurup saldırıyorlar ta ki geri adım attırana kadar.
Rumların taktikleri belli.
İlk hedefleri öncelikle Kıbrıs Türk halkını ekonomik sıkıntılara gömmek ve pes ettirmek. Bu nedenle de KKTC’yi ekonomik olarak çökertmek amacı ile izolasyonların sürdürülmesi ve ambargoların devam etmesi için, gerek AB’de gerekse de BM’de elden geleni yapıyorlar.
Zaten şu anda yaşanılan ekonomik krizin kökeninde, BM Güvenlik Konseyi’nin insan haklarına aykırı olarak aldığı 541 ve 550 No.lu kararlardan sonra Kıbrıslı Türklere dünyanın geri kalan ülkeleri tarafından uygulanan ambargolar yatıyor. Bu ambargolar ve izolasyonlar uzun vadede KKTC ekonomisini iyice sıkıntıya soktu.
Gerçekte Kıbrıslı Türkler üretebilecek, ihracat yapabilecek ve dünya ile ticareti arttıracak yeteneklere sahip çalışkan, işbilen ve zeki insanlar. Kendilerini kıskaca alan bu ambargolar olmasaydı, zaten ekonomileri de bu denli sıkıntıya girmezdi.
Rumların ikinci hedefleri de, KKTC’nin ekonomik olarak çökmesinden sonra Kıbrıslı Türkleri anlaşmaya zorlamak ve istediklerini kabul ettirerek tekrardan adanın hakimiyetini ele geçirmek.
İşin kötü tarafı, her “Türkiye-AB Müzakere İlerleme Raporu” hazırlandığında Rumlar bu raporun içine yeni bir istem ekliyorlar ve bu istemleri de yayınlanan raporun içinde resmen yer alıyor ve belgeleniyor.
Bir müddet sonra Avrupa Birliği, yıllardır sadece Rumların isteklerinin yer aldığı bu raporlardan bir “Kıbrıs Müktesebatı” oluşturacaklar ve masaya koyacaklar.
Adaya barışın gelmesi için de bunların yapılması gerekmektedir diyeceklerdir, inanarak ve de içtenlikle.
Avrupa Birliğinde, “Direkt Ticaretin Uygulamaya Konacağı” masallarına inanmamak gerekir. Bu tüzük kabul edileli tamı tamına yedi yıl oldu ve hala daha yürürlüğe girebilmiş değil.
Asla da bu tüzük işlerlik kazanamayacak ve Kıbrıslı Türkler de AB ile hiçbir zaman direkt ticaret yapamayacak.
Şimdi Avrupa Birliği’nin hedefi, Türkiye’yi AB ile katılım müzakerelerini yaptığı masadan kalkmaya zorlamak ve Kıbrıs’ta istedikleri gibi bir çözümü de dikte ettirmek.
AB-Türkiye müzakerelerinin tıkandığı artık kocaman bir gerçek. Avrupa Birliği müzakereleri koparmak için her yolu deniyor.
Rapora konan istekler ve koşullar adeta konuşuyor ve “Türkiye’yi aramızda istemiyoruz” diyor.
Gerek Türkiye’nin gerekse de KKTC’nin yeni bir AB ve Kıbrıs stratejisi belirlemesi ve birlikte uygulamaya koymaları gerekiyor.