Yeni güçlerin ortaya çıktığı ve sınırların yeniden çizildiği İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya haritası sadece on yedi yıl gibi kısa bir dönem sabit kalabildi.
1950-1962 yılları arasında sömürgeci Avrupalı ülkelerin sömürgelerine bağımsızlık hakkı tanımasıyla tekrar değişen dünya haritası sonrasında Birleşmiş Milletlere yaklaşık yirmi üç Afrika ülkesi ile birlikte Kıbrıs gibi Orta Doğu’daki ve Asya’daki bazı ülkeler de katıldı.
Bu dönemdeki sınırların bazıları bilek gücü ile bazıları da Avrupalı ülkeler tarafından Avrupa’daki bir başkentte kapalı kapılar ardında ve söz konusu ülkenin gerek coğrafi, gerek etnik gerekse de ekonomik yapısı dikkate alınmadan çizildi. Ve doğal olarak da o ülkelere saatli bir bomba yerleştirilmiş oldu.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinde 1990 yılında yaşanan “Yeniden yapılanma” süreci sonunda on beş yeni bağımsız ülke ortaya çıkarken Yugoslavya’nın dağılması ile de yedi yeni ülke daha ortaya çıktı ve sınırlar bir kez daha değişti.
21. yüzyılda ise dört yeni ülkenin bağımsızlık kazanması ile dünya üzerindeki ülkelerin sınırları tekrar belirlendi.
Günümüzde, Vatikan ve Filistin ile geçen haftalarda bağımsızlığını ilan eden Güney Sudan hariç BM’ye kayıtlı bağımsız ülke sayısı 190’dır.
Dünyada gelişmekte olan yeni politik süreç, geçen asrın ortasında kapalı kapılar ardında çizilmiş yapay sınırların içindeki kaynamalar, son bir yıldır yaşanmakta olan halk hareketleri ve dünyanın ekonomik merkezinin batıdan Doğu Asya’ya kayması nedeni ile oluşan güç değişimi nedeni ile 2030 yılına kadar bu sayıya en az on devletin daha katılacağı ve dünyadaki sınırların tekrar değişeceği kesin gözükmekte.
Güney Sudan’dan sonra sırada Filistin var.
Eylül ayı içinde yapılacak BM Genel Kurulunda tek taraflı olarak “Filistin Devleti”ni tanıma oylamasının açılacağı artık kesinleşti.
Filistin Devletinin cebinde daha şimdiden yüze yakın tanınma yönünde destek oyu var. Amerika Birleşik Devletleri İsrail nedeni ile Filistin Devleti’nin BM’ye kabulüne Veto oyu kullanabilir ve bu Veto da Filistin Devleti’nin BM’ye üyeliğini önleyebilir.
Ama bu davranışın arkasından, son on aydır Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan “Halk Hareketi” benzeri bir başkaldırı, BM içinde BM Güvenlik Konseyinde veto hakları olan ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’den oluşan “Daimi Üyeler”e karşı farklı bir şekil ve uygulama ile başlayabilir.
Filistin’den sonra sırada bekleyen Kosova, Karadağ, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Doğu Timor, Somaliland, Günay Osetya, Abhazya, Transdinyester, Batı Sahra, Tayvan ve Tibet var.
Günümüzde BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri artık toprak genişletme peşinde değiller ve de Çin tüm enerjisini, Tayvan’ı tanıtmamak yerine dünya üzerindeki doğal kaynaklara yöneltmiş durumda. Bu nedenle de önümüzdeki yirmi yıl içinde sıradaki ülkelerle birlikte gerek Tayvan’ın gerekse Tibet’in de BM’ye üyeliği gündeme gelebilir.
Eylül ayında BM’de yapılacak Genel Kurulda Filistin’in tanınması ve BM’ye üyeliği sürecinde Türkiye Hükümeti’nin yapıcı ve destekçi tutumu, bir yerde KKTC’nin de kaderini belirlemiş durumda.
Özellikle de Güney Kıbrıs’ta yaşanan politik ve ekonomik sorunlar, Rumların Kıbrıs müzakerelerindeki olumsuz tavrı ve adayı Kıbrıslı Türklerle paylaşmak yerine adanın tümüne hâkim olmak düşüncelerindeki ısrarlarının müzakereleri çıkmaza soktuğu veya da kısa bir süre sonra sokacağı kesin.
Buna ilaveten Türkiye Hükümetinin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin müzakerelerin çözüme gitmesi yönünde gösterdikleri çaba, Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun her bir müzakerede masaya çözüm yönünde yapıcı öneriler koyması, BM, AB ve ABD ile diğer ilgili ülkelerin Kıbrıs sorununa bakış açılarını değiştirmeye zorladığı kesin. Kıbrıs konusunda kalıplaşmış eski yaklaşım ve düşünceler, dünyanın içinde bulunduğu yeni süreçte güncelliğini yitirdi artık.
Eylül ayında yapılacak BM Kurulundaki Filistin Devleti’nin tanınması oylaması gerçekten de çok önemli ve kaderimizle de birebir yakından ilgili.
Prof. Dr. Ata ATUN
http://www.ataatun.com
29 Temmuz 2011
Hristofyas’ın başında olduğu AKEL-DIKO Koalisyon Hükümeti bayağı sallanıyor ve dağılmak
üzere.
E. Floarkis deniz üssündeki patlama gerçekte son bahane.
Koalisyonda sıkıntı daha evvelden vardı ama yen içindeydi.
Sıkıntı ve iç çekişmeler geçen sene EDEK’in koalisyondan ayrılması ile ortaya çıkmış sonra da
dallanıp budaklanmıştı.
Hristofyas’ın müzakerelerdeki stratejisi ve BM ile AB’nin zorlaması ile ilk kez bir Rum
Cumhurbaşkanının Ulusal Konseyin “Kıbrıs adası Rum’dur ve Rum idaresi altında
kalmalıdır” şeklindeki ebedi kararının dışına çıkmak zorunda kalması, krizi
tetikledi.
Hristofyas önce Rum Ortodoks Kilisesinin desteğini yitirdi.
Arkasından Rum siyasetinin şahinleri olan DIKO, EDEK, EVRO.KO ve Ekologlardan ortağı DIKO dışındakiler
kendisine cephe aldı.
Mayıs ayında yapılan seçimlerde de çok kritik bir sandalyeyi DISY’e kaptırınca, Rum
Temsilciler Meclisi Başkanlığı ve Meclisteki çoğunluğunu yitirdi.
Tam sular duruluyorken Florakis deniz üssündeki yaşanan patlama, krizi bu defa tetikleyerek
doruğa çıkardı.
Rum şahinlere şimdi ana muhalefet partisi DISY de katıldı.
Dün ilk kez DİSY Başkanı Nikos Anastasiadis, Rum Yönetimi
Başkanı Dimitris Hristofyas’ı ve hükümetteki ortağı DİKO Başkanı Marios
Karoyan’ı, RMMO deniz üssünde meydana gelen patlamanın ortak sorumluları ilan
ederek doğrudan istifaya çağırdı.
Rum tarafında muhalefetin Cumhurbaşkanını istifa etmeye çağırması çok nadir yaşanan siyasi
bir olay. Bu güne değin bu denli ciddi bir çağrı hiç yapılmadı.
Anastasiadis’in Hristofyas’ı istifaya çağırma gerekçeleri arasında her ne kadar Evangelos
Florakis deniz üssündeki patlama ve patlamada ölenlerle, elektrik santralinin
çalışamayacak hale gelmesi varsa da ana gerekçe müzakerelerdeki tavrı ve
stratejisi.
Muhalefete göre Hristofyas’ın müzakere prosedürünün Kıbrıs’a has olması isteğindeki ısrarının
adanın bölünmesi tehlikesini yarattığı, mevcut siyasi Partiler ve Ulusal Konsey
ile istişare etmeden müzakere masasına kabul edilemez öneriler koyduğu ve bu
gidişattan dolayı da Kıbrıslı Türkleri mevcut Kıbrıs Rum Cumhuriyetine siyaseten
eşit ortak olarak almak zorunda kalacakları iddiası var.
Tüm bu gelişmelerden sonra şimdi Kıbrıs Rum tarafında, aylar evvel Kuzey Afrika
ülkelerinde, Mısır’da ve Suriye’dekine benzer bir çeşit halk hareketi başlamış
durumda.
Neredeyse son yarım asırdır Kıbrıs Rum tarafında hükümete karşı herhangi bir başkaldırı
yaşanmamışken, Pazartesi gecesi Cumhurbaşkanlığı Sarayının önünde
gerçekleştirilen eyleme yaklaşık 3 bin kişi tencere ve düdüklerle katıldı.
Protesto gösterisi sırasında katılımcılara Hristofyas hükümeti istifa edene
kadar evlerinin balkonlarına asmak üzere 500 adet siyah bayrak dağıtıldı.
Yapılan bu protesto gösterisine iki Yunanlı şarkıcı da konserleriyle destek verdi.
Kendilerini “öfkeliler” diye nitelendiren bir kısım Rum gösteri sonrasında Hristofyas’ın
istifasının istendiği bir imza kampanyası başlattı ve altı bin beş yüz kişi
belgenin altına imzasını attı.
Ortağı DIKO daha şimdiden ikiye bölünmüş durumda ve DIKO’lu şahinler kuvvetli bir şekilde
Koalisyondan ayrılmak rüzgarları estiriyorlar parti içinde.
Bunlar gerçekte Kıbrıs Rum tarafında geçmişte pek yaşanmış olaylar ve eylemler değil.
Hristofyas’ın politik ömrü pek de uzun gözükmüyor.
BM tarafından Mart 2012’ye kadar belirlenen takvime göre Ekim ayına kadar devam edecek yoğun görüşmeleri,
Al-Veri, Uluslararası Konferansı ve Referandum takvimini tamamlayabileceği çok şüpheli.
Önemli olan aslında Hristofyas sonrası.
İstifa ederse yeni Cumhurbaşkanının seçilebilmesi için gerekli olacak süre, BM’nin
belirlediği takvimi darmadağın edecek ve sürecin aksamasına neden olacak. Yeni
seçilecek olan kişi de muhalefet destekli bir şahin olacağından, bu günden
itibaren Kıbrıs sorunun çözümünün kesin bir belirsizliğe doru gitmekte olduğunu
söylemek yanlış olmaz.
Prof. Dr. Ata ATUN
http://www.ataatun.com
27 Temmuz 2011
Bölgemizdeki siyasi olaylar baş döndürücü bir hızla gelişmekte, geceden sabaha güç dengeleri sil baştan oluşmakta.
Politikanın perde arkasında yaşanan olaylar o denli hızlı bir gelişme göstermekte ki, bırakın hepsi hakkında doğru ve derinlemesine bilgi sahibi olmayı, takip edebilmek, akışın nereye doğru olduğunu görebilmek ve kısa ile uzun vadeli sonuçlarını kestirebilmek bile son derece zorlaştı.
ABD, İsrail, Türkiye üçgenindeki son gelişmeler gerçekten de baş döndürücü. Bir gün evvelsi ile bir gün sonrası arasında elde edilen politik kazanımlar ile kaybedilenler olayların akışını derinden etkilemekte. Silahlı bir çatışmadaymış gibi stratejik mevziler adeta her gün el değiştirmekte veya da geçilmez bir kale haline dönüştürülmekte.
Sonuçları Kıbrıs konusu ve KKTC ile birinci dereceden ilgili olduğu için bu üçgenin içinde gelişen her olay, Türkiye’yi, KKTC’yi ve Kıbrıs Rum tarafını derinden ilgilendiriyor.
2010 yılında yaşanan Mavi Marmara olayından sonra Yunanistan, Kıbrıs Rum ve İsrail arasında oluşan yapay balayı son bulmak üzere.
Veya buna İsrail bu evlilikten çok pişman ve boşanmanın yollarını da arıyor diyebilirsiniz.
Geçtiğimiz hafta içinde yaşanan olayları alt alta yazarsak tablo çok daha güzel ve net bir şekilde ortaya çıkıyor.
15-16 Temmuz da İstanbul Çırağan Sarayı’nda ABD Dışişleri Bakanı H. Clinton, NATO Genel Sekreteri A. F. Rasmussen, İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Prof. E. İhsanoğlu ile 15’den fazla ülke dışişleri bakanının katılımıyla yapılan 4’üncü Libya Temas Grubu toplantısında, Libya Halk Hareketinin başladığı ilk günde Türkiye’nin masaya koyduğu çözüm önerisi tartışıldı.
21 Temmuz’da İsrail Başbakan Yardımcısı ve Stratejik Sorunlar Bakanı Moşe Ya’alon, İsrail’in geçen yıl Mavi Marmara gemisinde ölenler için Türkiye’den özür dilenmesine karşı olduğu görüşlerini bir kez daha yinelerken, çok değil aradan geçen üç gün içinde bir takım olaylar baş döndürücü hızla gelişti ve Ya’alon sözlerini “yanlış anlaşıldım”a dönüştürmek zorunda kaldı.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Türkiye’ye düzenlediği ziyaret sırasında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, ABD Başkanı Barack Obama’nın İsrail ile Türkiye’nin ilişkilerini düzeltmesi yönündeki mesajını iletmesi;
23 Temmuz’da İstanbul Konrad Otel’de Filistin 2. Büyükelçiler Konferansı’nın yapılması ve Başbakan Erdoğan’ın ile birlikte Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’ın bu konferansa katılarak Türkiye’nin bölgede barış istediği mesajının verilmesi;
İsrail Başbakanı B. Netanyahu’nun hafta sonunda “Sekizler” olarak bilinen güvenlik kabinesini toplantıya çağırması ve gündemin Türkiye’den özür dilenmesi ve ilişkilerin eski sıcak düzeye getirilmesi olması;
Türkiye’den özür dilenmesine karşı çıkışlarıyla bilinen İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın, olağan kabine toplantısında yaptığı açıklamada, hükümetin özür dilemesi halinde, partisinin koalisyondan ayrılmayacağını açıklaması;
Türkiye’den özür dilenmesinden yana tavır koyan İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın ilk kez askere gideceklerin toplandığı bir merkezde yaptığı konuşmada, Mavi Marmara konusuna değinmesi ve “askerlerimizin yurt dışında Mavi Marmara olayı nedeni ile dava edilmelerini önlemeliyiz, menfaatler önemlidir” söylemi ile Türkiye ile ilişkilerin eski düzeyine getirilmesi için özür dilenmesi gerektiğini söylemesi;
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in, 27-29 Temmuz tarihleri arasında Güney Kıbrıs’a gerçekleştirmesi beklenen resmi ziyaretini ertelemesi;
İsrail Başbakanı B. Netanyahu’nun Türkiye’den özür dilenmesinden yana olduğu belirtilen Savunma Bakanı Ehud Barak’ın görüşlerine yaklaşması;
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, çalışma ziyareti çerçevesinde Türkiye’ye gelen Ürdün Başbakanı Maruf El Bahit ile birlikte yaptığı basın açıklamasında “Filistin meselesinin çözümü noktasında, güvenli ve tanınmış sınırlar içinde, başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulmasını temel aldığını ve bu yönde Türkiye Cumhuriyeti’nin desteğinin sürdüğünü” dile getirmesi;
Olaylar ve gelişmeler net ve açık.
Türkiye bölgenin lideri ve kendini dokunulmaz olarak lanse eden İsrail, ABD’nin aracılığıyla Türkiye ile barışmak isteğinde ve eski günlerine dönmek arzusunda. Bölgedeki varlığını sürdürebilmesi için Türkiye’yi olmazsa olmaz görmekte İsrail.
İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, 27-29 Temmuz tarihleri arasında Güney Kıbrıs’a yapacağı resmi ziyaretini boşuna ertelemedi.
Prof. Dr. Ata ATUN
http://www.ataatun.com
25 Temmuz 2011
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı R. T. Erdoğan, KKTC’mize sonuçlarını daha sonra ağırlıklı olarak göreceğimiz ve hissedeceğimiz bir ziyaret yaptı. Bu defaki gerçekten de çok farklı.
61. Hükümetin Başbakanı olarak ilk ziyaretini, özellikle de 20 Temmuz Kutlamalarına katılmak üzere KKTC’ye yapmasının ve de özellikle Güzelyurt’u ve kapalı kent Maraş’ı yukarıdan helikopter (Dikuçan) ile görmek istemesinin gerekçeleri çok önemli.
Aslında bu gerekçeleri, Kıbrıs Barış Harekatı’nın 37. yıl dönümünde, “Barış ve Özgürlük Bayramı” kutlamaları kapsamında Lefkoşa’da yapılan resmi geçitte KKTC halkına seslenişinin içinde görmek mümkün.
Tabii ki anlayana ve görmek isteyene.
Bu konuşmanın içinde bence politik ve dünya siyaseti açısından en önemli kısımlar;
Mevcut fırsat penceresinin sonsuza kadar açık kalamayacağının herkes tarafından artık idrak edilmesi gerektiğini dile getirmesi,
AB’nin siyasi bir hata sonucunda sınır sorunu olan Kıbrıs Rum Cumhuriyetini üye devlet yaparak çarpık bir durum oluşturduğunu vurgulaması ve bu mevcut çarpık durumun giderilmesinin kapsamlı bir çözümle Kıbrıs’ta kurulacak yeni ortaklığın 2012’nin ikinci yarısında dönem başkanlığını deruhte etmesi ile mümkün olabileceği tavsiyesinde bulunması;
Mevcut Kıbrıs Rum Yönetimini, Türkiye Cumhuriyetinin resmen tanımadığını ve Türkiye’nin beklentisinin AB’nin üzerine düşeni yapması talebinde bulunması;
Ve de
Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs Rum tarafının 2012’de AB Dönem Başkanlığını üstlenmesi halinde Türkiye Cumhuriyeti’nin AB ile ilişkilerinin tamamen donduracağı uyarısında bulunması.
Özellikle bu sonuncusu siyasi açıdan çok önemli. Birçok taşı yerinden oynatacak, yıllardır kurulan hayalleri ve bu hayaller üzerine kurulan beklentileri de yok edecek bir uyarı.
Rumlar uzun yıllardır, AB Dönem Başkanlıkları sürecinde Türkiye ile resmi muhatapları olarak eşit statüde ve de üstelik AB’nin Başkanı olarak karşı karşıya masaya oturacaklarının, Türkiye’yi Kıbrıs konusunda taviz koparmak niyeti ile sıkıştırabileceklerinin, aksi takdirde de birçok yaptırımları gerçekleştirebileceklerinin hayallerini kurmaktaydılar.
Rumlar 1 Temmuz – 31 Aralık 2012 AB Dönem Başkanlığı sürecine, kendilerinin resmen Türkiye tarafından tanınacağı ve dönem sonundan sonra da bu tanınmışlığın devam edeceği maddi, manevi ve politik olarak da pahası biçilemeyecek bir dönem gözüyle bakıyorlardı ve dört gözle de bir an evvel gelmesini bekliyorlardı.
Ama Sayın Başbakan’ın “6 aylık Güney Kıbrıs Rum yönetiminin dönem başkanlığında bizim AB ile herhangi bir görüşme yapmamız söz konusu olmayacaktır. AB Dönem Başkanı da olsa Rum tarafıyla aynı masaya oturmamızı hiç kimse bizden beklemesin” sözleri bu hayalleri ve beklentileri temelinden yıktı.
AB ile ilişkilerin dondurulması demek, altı ay müddetle uzaktan bakışmak veya el sallamak manasında değil tabii.
Her düzeyde, her tür ilişki dondurulacak demektir.
Bu “Her tür” tanımlaması içinde Mali ilişkiler, Enerji bağlantı problemleri, Euro Kontrol sorunları, İnsan Kaçakçılığını önleme çalışmaları, Komiteler ve Komisyonlar arası görüşmeler, Uyum Yasalarının tartışılması gibi heyetler ve bürokratlar arası görüşmelere ilaveten, Türkiye’nin üst düzeyde katıldığı AB Komisyon toplantıları, AB’nin Bakanlar seviyesindeki Konsey toplantıları, Devlet Başkanları seviyesindeki Konsey toplantıları gibi siyasi mevki ağırlıklı görüşmelerin de dondurulacağını içermekte.
Özetle Kıbrıs sorununa çözüm getirmek amacı ile BM Genel Sekreterinin ortaya koyduğu takvim ve BM Kıbrıs Parametreleri çerçevesinde 2012 Mart’ına kadar bir çözüm bulunarak Kıbrıslı Türklerin Kıbrıslı Rumlarla ortaklaşa kuracakları uluslararası tanınmışlığı olan yeniden kurulacak bir Kıbrıs Devleti’nin AB Dönem Başkanlığını devralmaması durumunda Türkiye’nin süreç sonuna kadar AB ile ilişkilerini donduracağını Başbakan Recep T. Erdoğan şimdiden ilan ederek gereğinin yapılması topunu BM’nin ve AB’nin kucağına attı.
İstanbul’da geçen gün gerçekleştirilen Libya Krizi Toplantılarına benzer bölgesel hayati toplantılara bu dönemde AB çağrılır mı çokta emin değilim ama Türkiye’nin çağrılacağından veya çağrıyı Türkiye’nin yapacağından yüzde yüz eminim.
Prof. Dr. Ata ATUN
http://www.ataatun.com
22 Temmuz 2011
Bundan Otuz Yedi yıl önce gerçekleştirilen Birinci ve İkinci Barış Harekatına ben de bir Mücahit olarak katılmıştım.
Her ikisi de kan dolu, gözyaşı dolu, var olan umutların bittiği, yeni umut ve beklentilerin yeşerdiği, özgürlüklerin kazanıldığı, göçlerin yaşandığı, hatıraların, ata mezarlarının arkada bırakıldığı, arkadaşların, dostların, kardeşlerin, anaların ve babaların bir daha görmemek üzere yitirildiği bir savaş, bir mücadeleydi.
Biz Kıbrıslı Türkler için, neredeyse tam bir asırdır ve de son on bir yılı soykırıma uğramakla geçmiş esaret yıllarıydı Birinci ve İkinci Harekatın bitimi ile son bulan.
Pahası maddi değerlerle hiçbir zaman ölçülemeyecek olan “Özgürlüğümüz ve Egemenliğimiz”di kazandığımız.
Yaşamayan bilemez, Rum polisi tarafından yolda durdurulup, Türk olduğun için karakola götürülmeyi ve eziyet edilmeyi. Veya da haklı olduğun bir hukuki dava da sorunlu olduğun kişi Rum olduğu için haklı da olsan bir bahane ile suçlu bulunduğunu.
Çok Şükür ki Türkiye Cumhuriyeti’nin müdahalesi ile bunlar yıllar önce geride kaldı artık.
Son yıllarda Türkiye’nin durdurulamayan politik ve ekonomik yükselişi, bölgesel liderliği ve bölgedeki güç dengesinin yer değişimi beraberinde Kıbrıs konusunda yeni gelişmeleri de getirdi.
Yunanistan’ın ekonomik çöküşü, Kıbrıs Rum tarafındaki siyasi yapının bozulması, Rum Ortodoks Kilisesinin Kıbrıslı Türklere karşı beslediği duyguların zaman zaman basın yolu ile dile getirilmesi, Kıbrıs Rum liderliğinin adada çözüm istemediğinin açığa çıkması süreç içinde BM’nin, AB’nin ve batılı ülkelerin yıllardır klişeleşmiş ve betonlaşmış Kıbrıs Sorunu’na bakış açılarının değişimine yol açmaya başladı.
Gerek Türkiye’nin, gerekse de Kıbrıslı Türklerin adada barışın yaşanacağı bir çözümün gelmesini istedikleri son aylarda yaşanan olaylarla iyice açığa çıktı ve parametrelerin değişmesine neden oldu.
Geçen hafta Güney Kıbrıs’taki Türk köyleri olan Terazi ve Tatlısu yakınlarındaki V. Florakis Deniz üssünde yaşanan patlamadan sonraki gelişmeler, bana 3. Barış Harekatının başladığı mesajını verdi.
KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu ile Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun’un Kıbrıslı Rumlara elektrik enerjisi vermek teklifi bir anda boyut değiştirdi ve önce T.C. Başbakanı Sayın Recep T. Erdoğan’nın Kıbrıs Rum tarafına insani her yardımın yapılacağını açıklaması, arkadan Avrupa Bakanı Ali Babacan’ın KKTC ile Türkiye arasında yapılacak su, elektrik, telefon ve doğal gaz bağlantı yatırımlarının güney Kıbrıs’ın da talep ve tüketimleri göz önüne alınarak projelendirildiği ve inşa edileceğini söylemesi ve Pazartesi günü de T.C. Elektrik ve Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın KKTC Enerji bakanı ile yaptığı ortak açıklamada uzun vadeli planların yapıldığını ve enerji bağlantısı konusunda adanın tümümün dikkate alındığını beyan etmesi bence tam bir 3. Barış harekatı idi.
Rumların iddialarının aksine Türkiye ve KKTC hükümetlerinin adada çözüm isteyen taraf olduklarının ispatı bu açıklama ve beyanlarda açık ve net olarak gözükmekte.
Özellikle de R.T. Erdoğan Hükümeti ile İ. Küçük hükümetinin açıklama ve geleceğe yönelik düşünceleri, Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un “Türk elektriği kullanmayın, mum ve kandil yakın. Ben Türk Elektriği istemiyorum” sözleri ile Rum sağcı partiler olan EDEK, DIKO, EVRO.KO, Ekologlar ve DISY’nin açıklamaları ile karşılaştırıldığında, adada yaşayan Rum ve Türk halkları arasında kimin Kıbrıs Sorununa çözüm ve adaya barışın gelmesini istediği açık ve net olarak ortaya çıkmakta.
BM, AB ve Batılı ülkeler bu süreci çok iyi değerlendirmeli ve adaya yaşanabilir Barış içinde bir çözümün gelebilmesi için 3. Barış Harekatına katkı koymalıdırlar.
Prof. Dr. Ata ATUN
http://www.ataatun.com
20 Temmuz 2011