1968 yılından beri sürmekte olan Kıbrıs Müzakerelerine son nokta 22-23-24 Ocak tarihinde New York’un Long Island bölgesindeki Greenthree çiftliğinde konacak.
BM Genel sekreteri ban Ki Moon’un deyimiyle bu görüşmenin tanımı “End Game”, benim çevirime göre de Türkçesi “Son El.”
Bundan sonra başka bir müzakere olmayacak.
Gidişat bundan sonra “Çok Taraflı Toplantı”nın yapılacağı ve üzerinde herhangi bir mutabakata varılmamış tüm 6 başlığa da bir çözüm bulunmaya çalışılacak.
Çözüm bulundu bulundu, bulunmadı müzakereler tekrar başlayacak değil.
1964’den beri oluşan BM müktesebatı bir kenara konacak ve adaya kalıcı barışı getirecek başka bir çözüm yolu aranacak.
Bu “Çok Taraflı Toplantı” kavramını Rum tarafı farklı, Türk tarafı farklı algılamakta.
Rumlar “Çok Taraflı Toplantı” masasında taraf olarak, Kıbrıs Rum Yönetiminin, AB’nin, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyelerinin, Garantör devletler olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere ile Kıbrıs Rum ve Türk Cemaatlerinin oturmasını istemekteler.
Bu düzenlemede Rumların masada biri Kıbrıs Rum Yönetiminden, biri Kıbrıs Rum Cemaatinden biri de Avrupa Birliği üyesi Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinden oluşacak 3 temsiliyeti, 3 söz hakkı ve 3 oyu olacakken Kıbrıslı Türklerin ise sadece Cemaat düzeyinde 1 temsiliyeti, 1 söz hakkı ve 1 oyu olacak.
Bu tam bir Bizans taktiği, içi kalleşlik ve adaletsizlik kokan bir tuzak.
Türk tarafı ise, adada kalıcı bir çözümün sağlanabileceği adilane temsiliyet arzulamakta “Çok Taraflı Toplantı”da.
Türk tarafı masada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin eşit temsiliyetine ilaveten garantör devletler olan Türkiye ve Yunanistan ile isterse İngiltere’nin de bulunmasını ve konuyu enine boyuna tartışarak bir sonuca varılmasını istiyor.
Türk tarafı müzakerelerin yıllarca daha sürmesini istemediğinden, artık bir sonuca gidilebilmesi için uzlaşı yolunda gayret göstermekte ve Rumları, özellikle de Hristofyas’ı zorlamakta.
Hristofyas ve Rum Müzakere heyeti bu zorlamadan kurtulmak için Türk tarafının müzakerelerde olumsuz davrandığı iddiasını öne sürmeğe çalışıyor.
Köşeye sıkıştıkları için başka çareleri de yok zaten.
Gambari ile başlayan son etap müzakerelerde, konular 6 başlığa ayrılmıştı ve teknik komiteler kurulmuştu.
2. Cumhurbaşkanı M. A. Talat ile başlayan ve 2010 yılında da 3. Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu’nun devraldığı müzakerelerde şimdiye dek üzerinde mutabakata varılmış, içeriğindeki tüm maddelerde de ayırımsız olarak anlaşılmış herhangi bir ana başlık yok.
Kıbrıs Türk tarafı adaya barışın ve çözümün biran evvel gelmesi için yaptığı çalışmalar, masaya koyduğu yapıcı öneriler ve esneklik nedeni ile “Ekonomi ve AB”, “Vatandaşlık”, “Yönetim ve Güç Paylaşımı” başlıklarının bazı alt bölümlerinde ilerleme kaydedilebildi.
“Mülkiyet”te ise, Türk tarafının önerileri ile BM’nin de desteklediği ve arkasında durduğu yapıcı adımlar atılabildi.
1 Ocak 2012 tarihinde AB Dönem Başkanlığını devralacak olan Danimarka’nın Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasının (AGSP) bir parçası olmadığı gerekçesiyle başkanlığın bu konuyla ilgili sorumluluklarını üstlenmeyeceğini açıklaması sonrasında bu görevin bir sonraki AB Dönem Başkanı ülke tarafından yani Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından yapılması tartışmalarının başlaması, Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir sorunlu dönemin daha başlayacağının işaretini veriyor.
Rum Dışişleri Bakanı Dimitris Eliadesin Savunma Bakanlığı ve Ulusal Muhafızların, 1 Ocak itibariyle söz konusu sorumlulukları ve görevlerini üstlenmeye hazır olduğunu belirtmesi ile Güney Kıbrıs Rum Kesiminin AB Dönem Başkanlığını devralacağı 1 Temmuz 2012den itibaren Brüksel ile ilişkileri donduracağını açıklayan Türkiye’yi, yeni adımlar atmaya ve belki de bu tarihi 6 ay öne çekmeye zorlayacak.
Bunun ucu da “Çok Taraflı Toplantı”ya kadar uzanacak.
Prof. Dr. Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
30 Aralık 2011
Geçen hafta bence hem Avrupa’nın hem de Orta Doğu’nun en güzel şehri İstanbul’daydım.
Gerçekte bu güne değin, Kuzey Amerika kıtasında, Avrupa’da, Kuzey Afrika ülkelerinde, Orta Doğu’da, Rusya’da, Kaflasya’da ve Sibirya’da ve de Uzak Doğu’da gördüğüm şehirler arasındaki en güzel, en çekici, en otantik olanı İstanbul’dur benim için.
Beni her zaman ve her seferinde büyüler İstanbul.
İllaki bir fırsat bulur ve Kapalı Çarşı’ya giderim. Alış veriş etsem de, etmesem de giderim Osmanlı’nın 500 sene evvel hayata geçirdiği, günümüz AVM’lerinin, yani Alış Veriş Merkezlerinin atası olan Kapalı Çarşı’ya.
Bence büyülü ve çekici bir yer orası. Hem kendisi hem de çevresi tarih dolu. Kendimi adeta kaybederim o ortamda.
İstanbul’un Osmanlı döneminden kalan bölgelerinin her sokağı, bir ayrı tarih, bir ayrı hatıra barındırır içinde. Bu sokaklar adeta tarihi fısıldar kulaklara içinde yürüdükçe.
Tarihi binaların hepsinin bir farklı öyküsü vardır.
Kimini tanırım, geçmişini ezbere bilirim. Kimiyle de tanışmak için can atarım.
Çırağan Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı gibi diğer birçok önemli tarihi binaların geçmişlerini ezbere bilirim. Bunları yaptıran Padişahları, Mimarlarını, yapılış tarihlerini, içine ilk adım atan Padişahı ve içinde yaşananları hep öğrenmeye çalıştım.
Onlarla birlikte yaşamak, tarihle iç içe olmak müthiş bir duygu.
Geçen hafta Çırağan Sarayında bir düğüne katıldım. Dinçerler ve Çetinsaya ailelerinin düğününe.
Çırağan Sarayına girerken, herkesin geçtiği yerlerden değil, her kapının arkasına bakarak, kapılara, pencerelere, şamdanlara, perdelere dokunarak yürüdüm. Tavanların dekoru, duvarların süslemeleri görülmeye değerdi.
Düğün töreninin ve yemeğinin yer aldığı salon tek kelime ile muhteşemdi.
İskemleler camdan, kristalden veya o havayı veren son derece kaliteli bir malzemeden yapılmıştı ve altın yaldızla bir saraya yakışır şekilde süslemelerle bezenmişti.
Masadaki tabak altlığı, üzerinde altın yaldızlı desenlerin yer aldığı cam veya kristalden yapılmıştı.
Düğüne davet edilen kişiler bence, İstanbul’un “Creme de la Creme” diye tanımlanan, Türkçemizde “Kalbur üstülerin en iyileri” olarak çevirisini yapabileceğimiz insanlardı. Gerek kadınların, gerekse de erkeklerin giysileri göz kamaştırıcıydı.
Genç çiftin nikahını İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sn. Kadir Topbaş kıydı. Nikah şahitliğini de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül, Enerji ve Tabii kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ve Zorlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Zorlu yaptılar. Siyasetin ve iş dünyasının tepesi oradaydı.
Nikahtan sonra Sn. Cumhurbaşkanı evlilik cüzdanını geline verdi, “Artık deneyim kazandım, cüzdanları gelinlere veriyorum” diye espri yaparak.
Genç çiftin dansı ise görülmeye değerdi. Tavandan aşağıya inen, silindirik formda, tülden yapılmış transparan bir paravanın arkasında genç çift dans ederken, tülün üzerinde lazer ışık oyunları ile yaratılan dekor, genç çiftin sanki bulutların üzerinde veya denizin üzerinde veya da çiçek bahçesinde dans ediyormuş görüntüsünü yaratıyordu. Teknolojinin kullanımı inanılır gibi değildi.
Düğün salonunun tavanında yer alan ışık, lazer ve ses sistemi aygıtlarının toplamı herhalde KKTC’de bulunanların toplamından daha fazlaydı. Yüzlerceydi diyebilirm.
Yemek servisi ise kusursuzdu.
Yaklaşık bin kişilik davetliye ikram, aynı anda yapılmaktaydı. Garsonlar müthiş ve aksamasız bir düzende belli kapılardan girip belli kapılardan çıkıyorlardı. Her masanın bir sorumlu garsonu, her 6 garsonun da bir şefi bulunmaktaydı. Salon, gözle fark edilmeyecek şekilde 9 bölüme ayrılmıştı ve her ayrı bölümün de bir koordinatörü bulunmaktaydı. Şefleri bu koordinatörler yönetmekteydi ve hem şeflerin hem de koordinatörlerin kulaklarında kulaklık, yakalarında mikrofonları vardı. Yemek servis düzeni aksamasız bir şekilde bu yöntemle yürütüldü. Restoran ve hotel işletmeci dostlarıma tavsiye ederim bu servis sistemini gidip görmelerini.
Çırağan Sarayında, gerçekten de saraylara yakışır bir düğüne konuk oldum. Herhalde uzun zaman unutmam bu görkemi ve kusursuz hizmet anlayışını.
Prof. Dr. Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
27 Aralık 2011
1985 yılında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) son döneminde Başkan Mihail Gorbaçov’un, özellikle ülkesindeki ekonomik sorunlara son vermek amacıyla başlattığı Açıklık (Glasnost) politikası sonrasında SSCB dağılmış ve kendisini oluşturan devletlere bölünmüştü.
2. Dünya savaşından sonra belirgin bir şekilde başlamış olan ve 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda doruk noktasına çıkan dünyadaki kutuplaşma, SSCB’nin dağılması ile başlayan dengelerin yer değiştirme sürecinden sonra yavaş yavaş tek kutba dönüşmeğe başladı.
SSCB’nin dağılmasıyla, karşısında durabilecek bir ülke bulamayan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dünya üzerindeki tek ekonomik ve askeri güce dönüştü. Doğal olarak da, kendi çıkarları doğrultusunda politik ve ekonomik faaliyetlerini korkusuzca yürüttü.
Günümüzde yaşanan gelişmeler dünyanın hızla tekrar kutuplaşma dönemine doğru gittiğini göstermekte.
Bu sefer ABD’nin karşısına, yavaş yavaş “Bu dünyada bende varım” demeye başlayan Çin Halk Cumhuriyeti çıkmaya hazırlanıyor. Ekonomisi ile, nükleer silahları ile ve de korkunç büyüklükteki kara ordusu ile.
Kara ordusu dedim çünkü donanması neredeyse yok denecek kadar az. Bu nedenle de Çin’in 2. Kutup olmak yolundaki öncelikleri arasına şimdi donanmasını güçlendirmeyi koydu. Hem de birinci sıraya.
Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Hu Jintao, 6 Aralık günü ülkenin en yüksek siyasi ve askeri liderleriyle yaptığı toplantıda “Deniz kuvvetleri başta olmak üzere tüm askeri kuvvetleri savaşa hazır olmaya” çağırdı.
Bunun tek açıklaması, ABD’nin savaş gerilimini tırmandırdığı şartlarda, donanmanın Çin’i savunmak üzere savaşa hazır duruma gelmesi olabilir.
Bu öngörünün en güzel kanıtı da Pentagon’un 2011 tarihli Çin raporundaki “Çin, küresel iddialarıyla doğru orantılı olarak donanmasını da büyütüyor” cümlesi.
Buna ilaveten aynı toplantıda “3. dünya savaşı pahasına olsa bile İran’ı desteklemekten asla vazgeçmeyeceğini” belirtmesi boşuna değil.
Belli ki Çin, ABD’ye kafa tutmaya hazırlanıyor veya da perende alıyor.
Dünya politikasını derinden takip eden stratejistlerin genel kanısı, Çin ile ABD’nin bir gün ortak çıkarların kesiştiği bir bölgede “kaçınılmaz olarak savaşacağı” şeklinde.
Bu olasılığı kafasının bir kenarına yazan ABD, dünyanın çeşitli enerji kökenli stratejik bölgelerinde yayılı halde bulunan askeri güçlerini, Irak benzeri yöresel konulara angaje edip oralara bağlamaktansa, strateji değiştirerek Orta Doğu’da yakından tanıdığımız İran gibi, Suriye gibi hedeflerinin hallini, direkt müdahale yerine o yöredeki müttefiklerine havale etmeyi tercih etti.
Zaten bir sıcak çatışmada savaşın kaderini belirleyecek önemli stratejik ve taktik silahları müttefiklerine satan kendisi.
ABD’nin maddi kaybı olmayacak. Askeri personel kaybı da olmayacak. Dünya kamuoyunda nefretle de anılmayacak. Ve en önemlisi de ordusu, gerektiği miktarda ve yerde konuşlanma olanağında olacak.
Günümüzde Çin hem askeri, hem siyasi, hem de ekonomik yönden ABD’yi yakalamaya çalışıyor. Şimdilik arada birkaç fırın ekmeklik fark var gibi görünse de Çin hızla arayı kapatmaya çalışıyor.
Bunun farkında olan ABD, Çin’in önünü kesebilmek amacıyla çeşitli uygulamaları daha 21. yüzyılın başından itibaren devreye sokmaya başladı. Özellikle dünyanın petrol rezervleri üzerindeki ABD hakimiyeti, bunun en güzel bir göstergesi.
Buna karşın Çin de, uzun zamandır sınırlarını aşarak, dünyaya yayılmaya başladı. Afrika kıtası neredeyse, Çin tarafından ekonomik olarak işgal edilmiş durumda.
Dünya petrol rezervleri ABD’nin denetimindeyken, kıymetli maden rezervleri de Çin’in denetiminde.
Devler arasında yakında bir sürtüşmenin çıkması, kaçınılmaz bir kader olacak dünya için.
Prof. Dr. Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
26 Aralık 2011
1985 yılında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) son döneminde Başkan Mihail Gorbaçov’un, özellikle ülkesindeki ekonomik sorunlara son vermek amacıyla başlattığı Açıklık (Glasnost) politikası sonrasında SSCB dağılmış ve kendisini oluşturan devletlere bölünmüştü.
2. Dünya savaşından sonra belirgin bir şekilde başlamış olan ve 60’lı, 70’li ve 80’li yıllarda doruk noktasına çıkan dünyadaki kutuplaşma, SSCB’nin dağılması ile başlayan dengelerin yer değiştirme sürecinden sonra yavaş yavaş tek kutba dönüşmeğe başladı.
SSCB’nin dağılmasıyla, karşısında durabilecek bir ülke bulamayan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) dünya üzerindeki tek ekonomik ve askeri güce dönüştü. Doğal olarak da, kendi çıkarları doğrultusunda politik ve ekonomik faaliyetlerini korkusuzca yürüttü.
Günümüzde yaşanan gelişmeler dünyanın hızla tekrar kutuplaşma dönemine doğru gittiğini göstermekte.
Bu sefer ABD’nin karşısına, yavaş yavaş “Bu dünyada bende varım” demeye başlayan Çin Halk Cumhuriyeti çıkmaya hazırlanıyor. Ekonomisi ile, nükleer silahları ile ve de korkunç büyüklükteki kara ordusu ile.
Kara ordusu dedim çünkü donanması neredeyse yok denecek kadar az. Bu nedenle de Çin’in 2. Kutup olmak yolundaki öncelikleri arasına şimdi donanmasını güçlendirmeyi koydu. Hem de birinci sıraya.
Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı Hu Jintao, 6 Aralık günü ülkenin en yüksek siyasi ve askeri liderleriyle yaptığı toplantıda “Deniz kuvvetleri başta olmak üzere tüm askeri kuvvetleri savaşa hazır olmaya” çağırdı.
Bunun tek açıklaması, ABD’nin savaş gerilimini tırmandırdığı şartlarda, donanmanın Çin’i savunmak üzere savaşa hazır duruma gelmesi olabilir.
Bu öngörünün en güzel kanıtı da Pentagon’un 2011 tarihli Çin raporundaki “Çin, küresel iddialarıyla doğru orantılı olarak donanmasını da büyütüyor” cümlesi.
Buna ilaveten aynı toplantıda “3. dünya savaşı pahasına olsa bile İran’ı desteklemekten asla vazgeçmeyeceğini” belirtmesi boşuna değil.
Belli ki Çin, ABD’ye kafa tutmaya hazırlanıyor veya da perende alıyor.
Dünya politikasını derinden takip eden stratejistlerin genel kanısı, Çin ile ABD’nin bir gün ortak çıkarların kesiştiği bir bölgede “kaçınılmaz olarak savaşacağı” şeklinde.
Bu olasılığı kafasının bir kenarına yazan ABD, dünyanın çeşitli enerji kökenli stratejik bölgelerinde yayılı halde bulunan askeri güçlerini, Irak benzeri yöresel konulara angaje edip oralara bağlamaktansa, strateji değiştirerek Orta Doğu’da yakından tanıdığımız İran gibi, Suriye gibi hedeflerinin hallini, direkt müdahale yerine o yöredeki müttefiklerine havale etmeyi tercih etti.
Zaten bir sıcak çatışmada savaşın kaderini belirleyecek önemli stratejik ve taktik silahları müttefiklerine satan kendisi.
ABD’nin maddi kaybı olmayacak. Askeri personel kaybı da olmayacak. Dünya kamuoyunda nefretle de anılmayacak. Ve en önemlisi de ordusu, gerektiği miktarda ve yerde konuşlanma olanağında olacak.
Günümüzde Çin hem askeri, hem siyasi, hem de ekonomik yönden ABD’yi yakalamaya çalışıyor. Şimdilik arada birkaç fırın ekmeklik fark var gibi görünse de Çin hızla arayı kapatmaya çalışıyor.
Bunun farkında olan ABD, Çin’in önünü kesebilmek amacıyla çeşitli uygulamaları daha 21. yüzyılın başından itibaren devreye sokmaya başladı. Özellikle dünyanın petrol rezervleri üzerindeki ABD hakimiyeti, bunun en güzel bir göstergesi.
Buna karşın Çin de, uzun zamandır sınırlarını aşarak, dünyaya yayılmaya başladı. Afrika kıtası neredeyse, Çin tarafından ekonomik olarak işgal edilmiş durumda.
Dünya petrol rezervleri ABD’nin denetimindeyken, kıymetli maden rezervleri de Çin’in denetiminde.
Devler arasında yakında bir sürtüşmenin çıkması, kaçınılmaz bir kader olacak dünya için.
Prof. Dr. Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
26 Aralık 2011