Dün Ankara’da Türkiye Enerji Bakanı Taner Yıldız ile KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanı Sunat Atun, birlikte tarihi bir açıklama yaparak KKTC’nin İskele İlçesi, Sınırüstü köyünde 26 Nisan 2012 tarihinde açılan “Türk Yurdu-1 Araştırma ve Sondaj Kuyusu”nda petrol izlerine rastlandığını belirttiler.
Açılan istikşafi Kuyu, yani araştırma kuyusu.
Petrol çıkabilir de, çıkmayabilir de.
Bu “istikşafi” kuyuların açılma nedeni, bölgenin yeraltı coğrafyasını çizebilmek ve jeolojik yapısını tespit edebilmek. İlk kuyuda petrole rastlama olasılığı dünya genelinde yüzde 0.1, yani binde 1 civarında.
Dün Ankara’da iki bakanın yaptığı ortak açıklamada, yapılan çalışmalar neticesinde “mükemmel kaynak taşı” denilen olguya rastlandığını ve bu olgununun petrol ürünleri ile yakından ilgili emareler taşıdığını belirtmesi, “Türk Yurdu-1 Araştırma ve Sondaj Kuyusu”nun doğru yerde açıldığına işaret etmekte.
Bir numaralı kuyunun bir kardeşi Güzelyurt’da, diğer kardeşleri de Türkiye’de açılacak. Amaç Türkiye ile KKTC arasındaki bölgeyi iyice analiz etmek.
Asıl hedef iki ülke arasındaki deniz tabanı.
Anadolu ile KKTC arasındaki deniz tabanında doğalgaz ve petrol bulunması olasılığı çok yüksek.
Bence, “Türk Yurdu-1 Araştırma ve Sondaj Kuyusu”nda petrol izlerine rastlanması, bu olasılığı daha da yükseklere çıkardı.
Karada sondaj kuyusu açmanın bedeli 10-15 milyon dolar, denizde ise 150 milyon dolar. Bu nedenle bölgenin jeolojik haritasını çıkarmak için atılan ilk adım da karada oldu.
Kuyunun derinliği son verilere göre 4 bin metreyi geçmiş durumda. Yani dört kilometreden fazla boru dikey olarak döşenmiş durumda şu an.
Büyük bir olasılıkla aşağılarda petrolün bulunduğu işaretini veren ve adına “kaynak taşı” denen kaya oluşumundan sonra beklenti sırası ile su, gaz, düşük gravitede petrol ve ekonomik değeri olan petrol. Su ve gazın sıralamadaki yeri jeolojik yapıya göre de değişebilir.
Bu olasılığa olan inancımın kökeninde 21. asrın teknolojik aygıtları, TPAO’nun dünyada sondaj aramaları ve petrol kuyusu açan şirketler arasında 11. sırada olması ve Shell şirketinin 1973 yılında bu bölgeden yaklaşık 10-15 km daha batıda hidrokarbon ürünleri araması yapmış olması yatıyor.
Sırada su ve elektrik var.
Kıbrıs’ta asırların yaşanan kuraklık ve bu nedenle de içeriğinde yüksek oranda tuz ile kireç bulunan yeraltı suyunun “kısıtlı” kullanımı artık son bulacak.
Türkiye’den borular ile deniz içinden gelecek olan “tatlı” su, zaman içinde mevcut yeraltı suyundaki tuz ve kireç oranını aşağılara çekerken, evlerimizin musluklarında içilebilir su akacak, tarımda da sınıf atlayarak birçok bölge kuru ziraattan, sulu ziraata geçecek, sebze, meyve ve yeşillik üretimi belki de yirmi misline çıkacak.
Türkiye’deki Alaköprü ile KKTC’deki Geçitköy barajlarının yapımları hızla devam ediyor. 2014 yılının yaz aylarında, Türkiye’mizin suyuna kavuşacağız.
Elektrik ise yolda.
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, her zaman yapmış olduğu gibi elektrik konusunda da kollarını sıvamış durumda. Hiçbir parasal maliyetten kaçınmadan, KKTC’ye Türkiye’den elektrik göndermenin ve KKTC elektrik dağıtım sisteminin Türkiye’nin enterkonnekte sistemine dahil edilmesi çalışmasını başlattı.
Su boruları ile KKTC Anadolu’muza bağlanırken, elektriğimiz de, telefonlarımız da, internet sistemimiz de bağlanacak. Gelecekteki teknolojik gelişmelere yönelik olarak kablo gerektiren her tür bağlantının da alt yapısı şimdiden hazır edilecek.
Yaşamım boyunca hep yanı başımızda anavatan Türkiye’mizi gördüm. Güçlü anavatanımızı.
Özellikle de soykırıma uğratıldığımız yıllarda, anavatanımız Türkiye’nin kucağı bize açık olmasaydı, nefesini yanı başımızda hissetmeseydik bu günleri zor görürdük.
Gurur duyduğum, övündüğüm anavatanımı tüm haşmetiyle, her zaman olduğu gibi yanımda hissediyorum yine.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
19 Eylül 2012
KKTC’deki bürokratların kötü bir alışkanlığı var.
Yapamadıkları, üretmedikleri, düşünemedikleri, hayata geçiremedikleri fikir ve uygulamaların sorumluluğunu omuzlarından atmak ve savuşturmak için çareyi yasaklamalarda buluyorlar.
Halkımız bu bürokratların, vatandaş veya Sivil Toplum Örgütleri tarafından masaya konan konularda yasaklama getirmesi yerine sorumluluktan kaçmayarak çözüm üretmelerini istiyor.
Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği’nin, Gönyeli’nin içme suyunda yüksek miktarda E-Coli mikrobu saptandığı yönündeki çalışmasını ve iddiasını sonuna kadar destekliyorum.
Kıbrıs Türk Tabipleri Birliği’nin iddiası, Dünya Sağlık Örgütü’nün önerisine paralel olarak hem içme hem de kullanma suyunun sıfır mikrop taşıması yönünde olduğu şeklinde. Böyle de olması gerek.
Kıbrıs Türk Tabipler Birliği Gönyeli’nin Kuzeyi, Güneyi, Doğusu, Batısı ve merkezinde olmak üzere farklı yerlerden örnekler alarak tahliller yaptırmış. Tahliller usulüne uygun bir şekilde bu işin uzmanları tarafından iki farklı tarihte alınmış. Yaptıranın ellerine sağlık. Keşke benim yaşadığım şehirde de yapsalar.
Ve numunelerin birer örneği Türkiye’ye gönderilerek saygın bir üniversitenin AB’ye akredite bir laboratuvarında, diğer örnek de Lefkoşa’da güvenilir ve saygın bir laboratuarda tahlil yaptırılmış.
Her iki laboratuvarın yaptığı tahlilde de Gönyeli’nin bütün sularının dışkı ile karışmış kirli olduğu ortaya çıkmış.
Buna karşın KKTC Sağlık Bakanlığı Müsteşarı -çözüm getireceğine ve bu saygın sivil Toplum Örgütümüze teşekkür edeceğine- medyada tamamen aksi yönde bir açıklama yaparak yasaklamalar getiriyor.
Sayın Müsteşar, Gönyeli suyuyla ilgili sonuç veren laboratuarın tıbbi tahlil laboratuarı olduğunu, Devlet Laboratuarı dışında hiç bir kamu veya özel laboratuarın su tahlili yapma yetkisi bulunmadığını söylüyor. Bununla da kalmıyor, Gönyeli suyuyla ilgili tahlil yapan laboratuarla ilgili işlem başlatıldığını ve bugünden itibaren bu laboratuardan hizmet alımının durdurulduğunu açıklıyor.
Yani bu laboratuar hem cezalandırılıyor hem de Sivil Toplum Örgütlerine yasaklama getiriliyor. Hiç kimse su tahlili yapamazmış Müsteşar beye göre! Tabipler Birliği’nin resmi olarak numune alma hakkı da yokmuş. Özürü kabahatinden büyük Sayın Müsteşarın.
Bu kararı ve açıklamayı kınıyorum. Yasakçı zihniyetten vazgeçilmelidir.
Sivil Toplum Örgütleri halkın yararına kurulmuş gelir ve kazanç peşinde koşmayan, gönüllü çalışan kuruluşlardır. Elbette ki, içme sularından örnek almak ve tahlil yaptırma ve de sonuçlarını halka duyurma hakları vardır. Zaten kuruluş amaçları da budur.
Müsteşar bey, vatandaşın gözünde inandırıcı olmak istiyor idiyse, Gönyeli suyunun içilebilir olduğu açıklamasının yapıldığı ilk günden itibaren periyodik olarak tahliller yaptırıp, sonuçlarını da basın ilanıyla veya da panoya asmak sureti ile halka duyurmalıydı. Koltukta oturmak çok önemli değil, iş üretmek ve kamuya hizmet vermek önemli.
Bürokratların veya da halk dilindeki tanımı ile Memurların KKTC’deki adı “Kamu Görevlisi”dir. İngilizce de memurlara “Civil Servant” denmekte, yani “Sivil Hizmetkar”. Görevi halka yasaklar ve cezalar getirmek değil, hizmet etmektir.
Ama nedense bizdeki kamu görevlilerinde vatandaşa gerektiği gibi hizmet verme anlayışı yoktur. Sivil Toplum Örgütleri bu görevi yapınca da, akıllarına ilk gelen iş cezalandırmak ve yasak koymak oluyor.
Bunun bir başka benzeri de Bilgi Teknolojileri ve Haberleşme Kurumu Başkanının “Telekutu” ile ilgili yaptığı yazılı açıklamada yaşandı. Vatandaşın telefonla ucuz konuşması için her türlü çalışmayı yapıp, gerekli tüzük ve kararnameleri hazırlayacağı yerde, bu hizmetin yasak olduğunu ve bu hizmeti veren yerlere baskınlar yapıp 3 aylık asgari ücret tutarında ceza kesileceğini açıkladı.
Sayın Müsteşar ve Başkan, Cezalar ve yasaklamalar getireceğinize halkı mutlu edecek çalışmalar yapın. Vatandaş bu nedenle size maaş ödüyor.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
17 Eylül 2012
Rahmetli Azerbaycan Cumhurbaşkanı ve bana göre de Azerbaycan’ın “İkinci” Kurucusu Haydar Aliyev’in “Bir Millet, İki Devlet” sözüne uygun olarak Türkiye’mizin ve Azerbaycan’ın gün geçtikçe daha da artan işbirliği derinden ve sağlam gidiyor.
Aslında rahmetli Aliyev’in o sözünü, işin içine biz Kıbrıslı Türklerin bin bir meşakkat ve zorlukla kurduğu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni de katarak “Bir Millet, Üç Devlet” şeklinde tadil etmek daha doğru olacak günümüzde.
Türkiye ile Azerbaycan’ın başlattığı ve Azeri gazının Anadolu üzerinden Avrupa’ya aktarılmasını öngören Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi (TANAP) iki ülkeyi birbirine sıkı sıkıya bağlayan ve iki ülkeyi birleştiren çok önemli bir bağ oldu.
Biri üreten, diğeri dağıtan, aynı dili konuşan, aynı tarihe, aynı kültüre ve aynı dine sahip iki ülke. Ne sömüren var ne de sömürülen. Sayın Başbakanın dediği gibi “Kazan kazan” var bu işbirliğinde ve güç birliğinde.
Ve iki ülke arasındaki bu dayanışma da gün geçtikçe daha da gelişiyor. Evvelki gün Azerbaycan’ın tatil yöresi olan Gebele kentinde başlayan ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in başkanlık ettiği “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” toplantısı dün sona erdi. Toplantının ardından iki ülke arasında enerji, ulaştırma, diplomasi, kültür ve ekonomi alanlarında toplam 8 anlaşma imzalandı.
Bu konsey toplantısına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’e ilaveten Bakanlar düzeyinde T.C. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Azerbaycan Dışişleri Bakanı Elmar Memmedyarov, T.C. Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım ile Azerbaycan Ulaştırma Bakanı Ziya Memmedov, Azerbaycan Olağanüstü Haller Bakanı Kemaleddin Haydarov, T.C. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ile Azerbaycan Ekonomik Kalkınma Bakanı Şahin Mustafayev, ilgili konularda her iki ülkeden Genel Müdürler katıldı.
Bu toplantıya “Türkiye-Azerbaycan Mini Bakanlar Kurulu” toplantısı da denilebilir aslında. Bakanların yanında çok sayıda üst düzey bürokrat da bu “Konsey” toplantısında hazır bulundu.
Dışişleri Bakanları iki ülke arasında diplomat değişimine imza atarken, Ulaştırma Bakanları Kombine Taşımacılık ve bu taşıma sisteminin geliştirilmesi, Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) ile Azerbaycan Tarım Bakanlığı “Azerbaycan-Türkiye Tohumculuk ve Araştırma Ortak Kurumu’nun faaliyetinin düzenlenmesi” mutabakatına imza attılar.
Üst düzey bürokratlar ise iki ülke arasında “Arama-Kurtarma Hizmetlerinin Koordinasyonuna dair Anlaşma”sına, “Teknik Düzenlemeler, Standardizasyon, Metroloji, Akreditasyon ve Uygunluk Değerlendirmesi” alanlarında işbirliğine dair mutabakat zaptına, “Türkoloji projesi işbirliği” protokolüne ve “TRT ile Azerbaycan Radyo ve Televizyon Programları A.Ş. arasındaki işbirliği” protokolüne imzalar atıldı.
Daha evvel imzalanmış anlaşmaları ve protokolleri de bunlarla birleştirdiğimde, ortaya Türkiye ve Azerbaycan’ın müthiş bir işbirliğine, ortaklığa ve güç birliğine girdikleri çıkıyor. Askeri iş birliği, ortak eğitim ve tatbikat konusundaki protokol zaten yıllar önce imzalanmıştı ve bu nedenle de Azerbaycan ordusu, Varşova standartlarından çıkıp yavaş yavaş Nato standartlarına geçmeye başladı. Eğitimleri Türk subaylar verirken, askeri giysiler de tamamen eski Rus stilinden kurtarılıp, Türkiye’nin kullandığı şekil, standart ve rütbe sistemine dönüştü.
Anlaşılıyor ki, bu gidişle ve iki devlet arasındaki bu işbirliği ile Azerbaycan’ın sınırları Hazar denizinden Edirne’ye, Türkiye’nin de sınırları Edirne’den Hazar Denizine kadar uzanacak. Kim bilir, belki Güney’de de bir gün söz konusu sınırlar Lefkoşa’nın ortasına kadar iner ve rahmetli Haydar Aliyev’in “Bir Millet, İki Devlet” söylemi, “Bir Millet, Üç Devlet”e dönüşür.
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
14 Eylül 2012
Fransa Eğitim Bakanlığı, 4 Eylül’de başlayan 2012-2013 eğitim yılına yeniden hazırladığı ortaokul Tarih ve Coğrafya kitaplarına 1915 yılında yer alan göç ettirme konusunu “soykırım” olarak anlatan bir bölüm ekleyerek başladı.
Sözde Ermeni soykırımı iddiaları Fransız ortaokul 3 tarih ve coğrafya ders kitaplarına, Ermenilerin baskısı ve Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’nin oy kaybetme kaygısı sonucunda girmiş oldu. Fransa Milli Eğitim Bakanlığı’nın yaptığı köklü müfredat değişiklikleri uyarınca, 4 Eylül’de başlamış olan yeni öğretim yılında öğrenciler, 1910’dan bugüne kadar dünya tarihindeki gelişmeleri incelerken, “Ermeni Soykırımı” başlığı altında bir bölüm de okuyacaklar.
İşin kötü tarafı Fransa’nın Milli Eğitim Bakanları Xavier Darcos ve Luc Chatel’in 14-15 yaşındaki orta son sınıf öğrencilerinin Tarih ve Coğrafya ders kitaplarında ciddi değişiklikler yapılmasına onay vermelerinden sonra Fransız gençleri, 1915 yılında yapıldığı iddia edilen Ermeni soykırımını bir iddia değil, tarihi bir gerçek sanacaklar ve o bilgilerle hayata atılacaklar.
Bazıları da hayatlarının ileri dönemlerinde politikaya girecek ve Türklerin Ermenilere soykırım uyguladıkları bilgisi ile Türklere ve Türkiye Cumhuriyetine karşı şartlandırıldıkları hasmane duygular ile karar alacaklar, Türkler ve Türkiye ile bu duyguların etkisi altında ilişkiler kuracaklar.
Bu ilişkilerin nasıl olacağını şimdiden kestirmek zor değil.
Fransa, yaptığı bu büyük siyasi yanlışlık ve hata ile Türk düşmanı bir nesil yetiştirmeye başladı.
Kurulduğu günden beri Avrupa Birliği’nin liderliğine oynayan Fransa’nın bu uygulaması benim aklıma, 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ta yaşayan Kıbrıs Türk ile Kıbrıs Rum halklarının ortak Federal bir devlet kurmaları için yapılmış olan “Annan Planı Referandumu” öncesi ve sonrasında milyonlarca Dolar/Euro akıtılarak organize edilen iki toplumlu faaliyetler ve ders kitaplarının değiştirilmesi konusunu getirdi.
KKTC’deki okullarda okutulmakta olan ve 1955-1974 yılları arasında Rumlardan gördüğümüz mezalimi ve soykırımı tarihi belgelerle, resimlerle, basından örneklerle çocuklarımıza anlatan kitaplar, Referandum dönemi sonrası iktidar tarafından derhal iptal edilmiş, ulusal eğitim sistemimizin öğretim programından kaldırılmış, yerine Avrupa Birliği’nin parası ile basılmış yeni “Kıbrıs Tarihi” kitapları konmuştu.
1955-1974 yılları arasında bizlere uygulanan soykırım aniden yok edilerek unutturulmaya çalışılmış, yerine güllük gülistanlık bir “Kıbrıs Tarihi” okutulmuştu çocuklarımıza, 4 ciltlik, kuşe kağıda basılmış, parlak renkli resimlerle donatılmış kitaplarla. Sanki adada tek halk varmış gibi “Kıbrıs halkı” kavramı da yoğun bir şekilde işlenmişti bu tarih kitaplarında.
Biz Kıbrıslı Türkler, AB’nin baskısı ve parası ile kitaplarımızdan “Rumların bize yaptıklarını” kaldırmıştık ama aynı şekilde AB tarafından tarih kitaplarını değiştirmeleri istenen Kıbrıslı Rumlar, kitaplarını büyük bir inat ve milliyetçi duygularla değiştirmemişlerdi. Hala daha Kıbrıs Rum tarafındaki kitaplarda “En iyi Türk ölü Türk’tür” teması yer almakta ve Türklerin barbarlığından bahsedilmektedir.
Fransa’nın başını çektiği Avrupa Birliği, bizim kitaplarımızda, 1955-1974 yılları arasında uğradığımız soykırımı kaldırmamızı isterken, bizzat kendisi niye tarih kitaplarında, bir takım sahte telgraflara dayanarak gencecik yavruların beyinlerini asılsız iftiralarla doldurmak ve bu çocukları soykırımın yapıldığına inandırarak, Türk düşmanı olarak yetiştirmek istemektedir, pek de anlamış değilim.
Bizlere, geçmişi ve komşumuz Rumlardan gördüğümüz mezalimi unutmamızı tavsiye eden AB ile AB’nin liderlerinden Fransa bunun tam tersini yaparak, çocuklarını Türk düşmanı olarak yetiştirmekte. Bu ikiyüzlü uygulama pek anlaşılır olmasa da şaşıracak bir şey yok. Zira karşımızdaki klasik Avrupa portresi …
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
12 Eylül 2012
Actually, it would have been a lot better had the title of this article been “ Which Solution Plan did the Greek Cypriots accept?”
As a matter of fact, so far there has been no plan that has been accepted or approved by the Greek Cypriots that would ultimately lead to a solution regarding the Cyprus issue.
The Greek Cypriots have never had the intentions of saying “yes” to a plan that would give the Turkish Cypriots equal rights and hence a partnership status on the island, and they have never had and never will have such thoughts crossing their minds.
In 1959, when Makarios was signing the London and Zurich Treaties which in fact had laid the foundations for the 1960 Republic of Cyprus Constitution and defined the Turkish Cypriots as one of the founders and partners of the new Republic, he had said “Zurich and London Treaties will form the first step toward achieving Enosis.”
What he had actually meant with this statement was, “ I am signing this Treaty involuntarily, and my mission is to achieve Enosis.” As a matter of fact, he had launched deadly attacks on the Turkish Cypriots three years after signing this Treaty so as to annihilate the Turkish Cypriots on the island of Cyprus.
In 1878 the British leased Cyprus from the Ottoman Empire. Following this, the Greeks and Greeks Cypriots came up with the belief that the British would soon let them have full control over the island because both the British and the Greeks shared the same religion, i.e., Christianity, so they started to press the British to transfer the entire Island to them.
Until 1878, the population ratio between the two communities was mostly 1:1 and at times 1:2, however, from the beginning of the 20th century, the Greek Cypriots brought many Greek immigrants from Anatolia and Greece to the island, and hence they changed the ratio in their favor. First it was 1:3, but later on they managed to make it 1:4. With this steady increase in Greek population on the island, they started working on their Enosis ideals, which meant annexing the island to Greece. They wanted a “Unified Greek State” to rule the island and thus started the Greek atrocıties toward the Turkish Cypriots.
In 1945, when World War Two ended, both the UN and the USA brought it to the attention of the member states that Colonialism should no longer be practiced; that all Colonies should become independent states. This meant a new period would begin on the Island of Cyprus.
England had already started talking about a bi-communal governing system on the island, and in 1947, introduced a plan for a new state that would consist of two peoples, i.e., the Turkish Cypriots and the Greek Cypriots.
The Greek Cypriots immediately rejected this plan known as the “Lord Winster Plan,” as it recognized the Turkish Cypriot existence.
13 years after rejecting the first “State of Cyprus Plan,” the Greek Cypriots involuntarily accepted the 1960 Republic of Cyprus Constitution based on the assumption that they would achieve Enosis sooner this way. Had they not approved the 1960 Constitution, the island would again have been divided somewhere alongside the Green Line, and would have gotten the immediate approval of the UN.
In order to avoid the legitimate partition of the island and to confiscate the entire territory, the Greeks unwillingly said, “yes” to the 1960 Constitution. Since then and up until the year 2012, the Greek Cypriots have said “No” to 52 different plans that would have eventually led to a solution of the Cyprus problem.
Greek Cypriots have no substantial plans for a solution other than declaring a Unified Greek Cypriot State, which would give them the right to self-determination, and eventually achieve Enosis.
It is for this reason that the Greek Cypriots have been intentionally trying to make all the negotiations continue open ended and wait till the Turks become weak economically, politically and militarily because under such circumstances, Turkey will not have the power to intervene and send military troops to the Island.
However, as the saying goes, there is always the possibility of losing a diamond while collecting stones. Losing the whole island is also a probability while trying to get hold of it in its entirety. This is just one of the probabilities of the mathematics based “Game Theory.”
Ata ATUN
ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.com
Seeptember 11, 2012