Türkiye, Afrin kanalı ile AB ve ABD’ye son mesajını verdi.
Mesaj çok açık ve Türkçe. “Ben bu bölgede söz sahibiyim ve sınırsız destek verdiğiniz Kürtlerin yönetimi ve denetimi altında hiçbir oluşuma, idareye veya da yapılaşmaya asla izin vermeyeceğim” dedi Türkiye. Tabii anlayana…
ABD’nin ve AB’nin bu mesajı anladığından son derece eminim ama ilk başlarda anlamamış gözükecekleri ve bildiklerini okumak isteyecekleri kesin. Sonrası hüsran olacak ama hala geçmişte yaşadıkları için şimdilik bunu düşünmek bile istemiyorlar.
FETÖ kalkışma girişiminden sonra sayısal anlamla eksilen Türk Hava Kuvvetleri, bir buçuk yıl gibi kısacık bir dönem içinde tekrardan toparlanıp yapılandı. Sonrasında da Afrin’de Cumhuriyet tarihinin en büyük hava harekâtını başarı ile gerçekleştirerek Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı dünyasına vermek istediği mesajın altına Kara kuvvetleri ile birlikte imzasını attı.
Türkiye, ABD ile yaşanacak askeri veya da ekonomik bir krizi göze almış durumda ve an itibarı ile jeopolitik konumunun avantajının, jeostratejik öneminin farkında. Buna ilaveten sanayisinin gelişmişliğinin özellikle de silah sanayisinin son teknolojiyi yakalamış olmasının ve yaratıcılığının bilincinde olmasından ötürü, krizden artık korkmuyor. Bu nedenle de Batı ile ilişkilerinin kopmasından veya zayıflamasından pek çekinmiyor.
AB’nin geçmişte, Rusya’ya karşı hayata geçirdiği yaptırımların hiçbir olumsuz etki yaratmamasından dolayı, bu sefer Türkiye’ye Kıbrıs Rum Yönetiminin aklı ile yaptırım uygulaması söz konusu değil. Yirminci Yüzyılının ilk çeyreğindeki Osmanlı Devleti ve son çeyreğindeki “Evet efendimci” Türkiye yok artık Batı dünyasının karşısında. Dolayısıyla Brüksel akıllı ise Türkiye ile olan ilişkilerini koparmak veya da yaptırımlar uygulamak yerine geliştirmek için kafa patlatmalı, yollar ve çözümler aramalı.
AB’nin lokomotifi Almanya, PKK’yı şantaj ve tehditle para toplaması, özellikle Suriye’de onbinlerce dönümlük arazilerin içinde uyuşturucu bitkiler yetiştirerek uyuşturucu üretip satması ve uyuşturucu etki yaratan kimyasal hapları üreten fabrikalar kurarak elde ettiği gelirle silah kaçakçılığı yapması nedeni ile “Terör Örgütü” sınıfına sokup Almanya’daki faaliyetlerini yasaklaması, PKK gerçeğini gözler önüne sermekte.
Türkiye’nin, PKK içeriğinde bir terör örgütünün yönetimi ve idaresi altında sınırlarına komşu bir Kürt devletinin kurulmasına izin vermek istemediğini ABD’nin ve AB’nin çok iyi anlaması gerekmekte. Bu anlayış fiiliyatta gerçekleşmediği sürece Türkiye’nin Rusya ve İran ile birlikte bölgede, üstesinden gelinmesi ve alt edilmesi çok zor bir güç oluşturacağı kesin. Zaten gidişat da onu göstermekte.
Türkiye’nin Rusya’dan S400 füzelerini almak kararına karşın ABD’nin en gelişmiş savaş uçağı olan F-35’leri vermemek tehdidi çok da etkili olmadı. Proje başladığından bu yana Türkiye’nin üretimine ortak olduğu beşinci nesil F-35 uçaklarının verilmemesi halinde T.C. Hükümeti bir dizi karşı hamleyi gündeme getirmeye hazırlanıyor. Bunların başında ABD’nin bölgede gözü ve kulağı olan bir dizi tesisin kapatılması geliyor. Zaten Türkiye’nin kendi üreteceği savaş uçağının tasarımları da bitmiş durumda. ABD’nin uçak satmama şantajının süresinin geçerliliği bugünden itibaren sadece beş yıl. Sonra herkes yoluna. Dahası an itibarı ile Türkiye Rusya ile silahlanma işbirliğini gündeme almış durumda.
Zamanı gelince, ABD, İngiltere ve AB’deki yöneticilerin gözlerindeki perdeyi ve kafalarındaki “dünyayı biz yönetiriz” kavramını kaldırabildiklerinde, bambaşka bir dünyayı görecekleri kesin. Özellikle de Türkiye’nin Batı’dan ve ABD ile NATO’dan kopmasının yaratacağı olumsuzlukların boyutunu ancak o vakit görebilecek ve anlayabilecekler.
Umarım erken uyanırlar megalomani rüyalarından…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Afrin Harekatı, KKTC de dahil, dünyanın birçok yerindeki Türkiye düşmanlarını rahatsız etti. “İşgal” olarak göstermek isteyenler de oldu, sivil halkın katledildiği yönünde algı operasyonu yürütenler de…
Öncelikle şunu söyleyelim; Afrin asla ve asla bir işgal harekatı değil bir zorunluluktu, tıpkı 1974 gibi…
1974’te gerçekleştirilen Barış Harekatının neden gerekli olduğunun açıklamasını bir başka yazıya bırakarak, Afrin’e dönelim. Afrin Harekatı, çok iyi yönetilmiş ve dünyada eşi benzeri olmayan bir harekattı zira Türk Silahlı Kuvvetleri, dünyada hiç görünmedik şekilde, sivilleri ayıklayarak rasyonel bir strateji ile ilerledi. Zaten harekatın uzun sürmesinin nedeni buydu. Amerika gibi, şehre tepeden bombalar yağdırıp dümdüz etseydi, hem üç günde bölgeyi tüm terörist unsurlardan temizler, hem de hiç askeri zayiat vermezdi. Nitekim Türk istihbaratının teröristle halkı ayırma konusunda gösterdiği büyük başarı, harekatın nokta atışlarla ve en az zayiatla başarıya ulaşmasına neden oldu. Türkiye’nin iradesini gören PYD de çareyi, ABD ve Rusya’ya söve söve kaçmakta buldu.
***
Gelelim harekatın neden gerekli olduğu meselesine; Kaynak sormazsanız, size ilk ağızdan duyduğum bilgileri aktaracağım. Gerçi bir kısmı herkesçe bilenen şeyler ama onun dışında çok önemli ayrıntılar var. Şimdi arkanıza yaslanın;
Bilindiği üzere Afrin, Suriye’deki iç savaşın başlamasıyla birlikte YPG’nin kontrolünde. Bölge terörist Kürt gruplar tarafından, yasadışılığın ve uyuşturucu ticaretinin merkezi olmuş. Gazetelerde de okuduğumuz üzere, binlerce dönüm araziye uyuşturucu imalatında kullanılan bitkiler ekiliyor. Uyuşturucunun kontrolü terör örgütü ağalarında. Oturdukları malikaneler dünyanın hiçbir yerinde rastlamadığınız lükse sahip. Bölgeye uyuşturucu hap imal eden fabrikalar kurulmuş ve bu fabrikalardan Afrika ülkeleri başta olmak üzere dünyanın tüm ülkelerine sevkiyat yapılıyor. Burada üretilen/işlenen uyuşturucular, Güneydoğu’nun teröre teslim olması ve kontrol zafiyetinden ötürü açılan tünellerden kolayca diğer ülkelere ulaştırılabiliyor(du.) Uyuşturucu baronları, Güneydoğu’da başlayan temizlik operasyonları, ardından da Zeytin Dalı Operasyonu nedeniyle yeni güzergah bulma peşine düştü. Yeni plana göre uyuşturucu, Kaibe Köyü ve Azez Siccu üzerinden Mersin Taşucu’na ulaştırılacaktı ancak alınan önlemler PYD’li uyuşturucu tacirlerinin planlarına darbe vurdu.
Şimdi konuyu biraz daha genişletelim; Güneydoğu’da, 1983 yılından itibaren hız kazanan terörün nedeni aslında bu ticarete yol açmak. (Hani eşikyalı dizide olduğu gibi.) Terörist unsurları destekleyen ABD, ticaret kanallarını açık tutmak adına kontrolsüz bölgeler yaratma peşinde. Güneydoğu’ya “özerklik”, diğer Ortadoğu ülkelerine “özgürlük” adı altında silaha davranması ve Kürtleri de bu yönde manipüle etmesi tam da bu yüzden.
ABD’nin, PYD‘ye verdiği silahların 4 bin TIR’ı geçtiğini hepimiz biliyoruz. ABD’nin, utanmayı atarak, hiç çekinmeden Türklerin önünden geçirdiği konvoylarda, üstü kapalı tırlar, iş makineleri, personel taşıyıcı araçlar da vardı. Peki ABD Kürtleri çok sevdiği için mi destek verdi? Onun için mi iş makineleri, tırlar gönderdi silahların yanında? Tabi ki değil. Ticaretinin yürütülebilmesi için tünellerin kazılması, sevkiyatların sürmesi gerekiyordu. Yukarıda da söylediğim gibi, ABD, kendinin kontrol edebileceği insanlarla iş yapmak istedi, Kürtlerin zayıf noktalarına dokundu, “özerklik” sözü verdi. Onlar da ABD’nin, kara kaşlarına, kara gözlerine yardım ettiğini sandı, yanıldıklarını anlamak kendilerine pahalıya maloldu.
İşte tam bu noktada Türkiye yapılması gerekeni yaptı. Türkiye için büyük tehlike arzeden Afrin bölgesini terörist unsurlardan temizledi, uluslararası uyuşturucu masasını çökertti. Türkiye’yi bölünmekten kurtardı. Tabi ki bu örgütlerin ABD’de olduğu kadar Avrupa’da da bağlantıları vardı. Bu dostlar da Afrin Harekatını işgal harekatı olarak göstererek, Türkiye’yi durdurmayı denediler. Ajanlar gönderdiler, kara propagandalar yaptılar. Irak savaşından, Suriye’deki katliamlardan, Arap Baharı günlerinden fotoğrafları çıkarıp servis etmeye çalıştılar ancak gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğunu ve masum Afrin halkının, Türk askerine kucak açacağını hesap edemediler.
Merak edenler için son söz; Türkiye Afrin’i işgal etmedi, orayı yönetmek niyetinde de değil. Kısa zamanda bölgede üçlü olması muhtemel bir yönetim kurulacak ve Afrin halkı kendi kendini yönetecek. Afrin’i yeniden imar etmek için kollarını sıvayan Türkiye’nin tek amacı, Afrin ve sınırlarına tehlike arzeden diğer bölgelerde güvenlik çemberi oluşturarak toprak bütünlüğünü korumak. Sınırlarımız, hilal şeklindeki güvenlik çemberiyle korunacak, teröriste göz açtırılmayacak. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, Erdoğanafobiyi bir kenara bırakın ve düşünün Allahaşkına; Afrin Harekatı emperyalist güçlere karşı yapılmadı mı? 50 yıllık vesayetin sona erdirilmesi suç mu? Gerekli değil miydi? Kimleri niçin rahatsız etti? Anlı şanlı ünlü solcular, nasıl oldu da ABD ile aynı çizgide buluştular? Bunların cevabını verebildiğimiz an PKK’nın da, PYD’nin de, DAEŞ’in de kimin kuklaları olduğu ve Türkiye’nin masumiyeti ortaya çıkacak.
Rum liderin timsah gözyaşları
Rum Yönetimi eski başkanlarından Yorgos Vasiliu’nun otobiyografisinin ikinci cildini yayınlaması nedeniyle Politis gazetesinde yayınlanan özel söyleşisi tam bir aldatmaca. Özellikle de Ghali Fikirler dizisinin kabulü ve üzerinde mutabakata varılması konusundaki sözleri tam bir softa yanıltması içeriğinde.
Rum eski lider Vasiliu’nun, başkanlığı döneminde Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile New York’ta yaptıkları son müzakerelerde “Denktaş ya Ghali Fikirleri’ni kabul edecek veya Maraş’ın iadesi de dahil yaptırım uygulanacak” denilen meşhur 789 sayılı kararın çıktığını ancak ardından Rum başkanlık seçimlerini kaybettiği için bu hareketliliğin sonlandığını söylemesi tam bir hikaye. Belli ki kendini aklamaya çalışmış Vasiliu.
İşin gerçeği Vasiliu’nun anlattığı gibi değil.
Dönemin BM Genel Sekreteri Butros Butros Ghali, adı ile bilinen Gali Fikirler Dizisini masaya koyduğu ve tartışmaya açtığı vakit, dönemin Rum lideri Yorgo Vasiliu hemen bir kahraman gibi ortaya atılmış, 100 maddelik olan Fikirler Dizisinin tümünü kabul ettiğini, konuyu görüşmek üzere Kıbrıs’a gidip geldikten sonra altına derhal imzasını atabileceğini açıklarken, Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf R. Denktaş, 100 maddelik Gali Fikirler Dizisi’nin 92 maddesini tartışmasız kabul ettiğini, geriye kalan 8 maddeyi ise tartışabileceğini açıklamıştı.
Barış Kahramanı Yorgo Vasiliu, ertesi gün uçakla Kıbrıs’a dönmüş ve Rum Ulusal Konseyi’ni toplayarak konuyu açmış ve Fikirler Dizisinin kendilerinin çok lehine olduğunu belirterek onaylanmasını talep etmişti. Dönemim Ulusal Konsey Ruhani Başkanı Başpiskopos Ici Hrisostomos’tan azar işitince ve Kıbrıslı Türkleri adanın yönetimine ortak etmekle “Vatan Hanini” olarak ilan edileceği kendisine belirtilip, Gali Fikirler Dizisi tümüyle Ulusal Konsey tarafından reddedilince, kuyruğunu bacaklarının arasına sokmuş, altına imzamı atarım dediği Ghali Fikirler Dizisini imzalamaya mecbur kalmamak için New York’a dönmemişti bile.
Ben kendisine kaç kere “New York’ta bir barış kahraman gibi ilk başta ‘Ghali Fikirler dizisinin altına imzamı atarım’ dedikten sonra neden caydığını ve New York’a dönmediğini” sormuşsam, her seferinde “Ben hepsini kabul ettim ama Rauf bey kabul etmedi, bu nedenle New York’a geri dönmedim” gibi softa şaşırtması yanıtlar vermişti, sanki bir gerçek nedenini bilmiyormuşuz gibi.
Rum lider kim olursa olsun, kim seçilirse seçilsin, Rum Ortodoks Kilisesi tarafından “Aforoz” edilmemek ve “Vatan Haini” olarak Helen tarihine geçmemek için asla Kıbrıslı Türkleri adanın yönetimine ortak edecek ve Kıbrıslı Türklere adanın belli bir bölgesinin mutlak yönetimi olacağı bir anlaşmaya imzasını atamaz. Zaten, özellikle de Ortodoks Rumların dini inanışlarına göre Kilise tarafından aforoz edilmek demek, öldükten sonra cenaze duasının yapılmaması ve Cennete kabul edilmemesi olduğundan hiçbir Ortodoks Rum kilise tarafından aforoz edilmeyi göze alamadığı gibi asırlar boyunca Helen tarihinde adının “Vatan Haini” olarak yer almasını ve kendisi ile birlikte ailesinin de lanetle anılmasını istemez.
Örneği de Rumların III. Cumhurbaşkanı Yorgo Vasiliu. İş adamı olan ve adadaki soruna adanın yönetimine Türklerin de ortak olacağı bir çözüm bulunursa, her iki halkın neleri kazanacağını çok iyi bilmesine rağmen, Gali Fikirler Dizisini kabul etmeyi ve altına imza atmayı göze alamadı…
Söyleşide söylediklerinin tümü timsah göz yaşı ve pembe bir hikaye. Doğrusu yukarıda…
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Birinci ve İkinci Dünya savaşları genelde ticari nedenlerle başlamış, sonra da içerik değiştirmişti. Bugün de dünyada aynı gerekçelerle savaşlar yürütüldüğünü söylemek olası. Açıklayalım;
ABD’nin ticaret açığı yıllık 800 milyar Dolar boyutunda ve ABD Başkanı Trump, özel sektörden gelmesi nedeni ile ticari gerçekleri çok daha iyi görebilme deneyimine ve yeteneğine sahip. ABD ekonomisinin şu anda kâğıttan bir kaplan olduğunun farkında ve 1947 yılında bütün dünyaya zorla kabul ettirilen Dolar hegemonyasının da bir gün aniden çökeceğinin bilincinde. Şu anda karşılıksız basılan ve dünyada BM’ye üye tüm devletlerin Merkez Bankalarında ticaret, alım ve satım amaçlı stoklanan Dolarların, bir gün piyasaya düşeceği ve ekonomistlerin dili ile “çöp” olacağını biliyor ve şimdiden tedbir almaya ve ABD ekonomisini gerçek ve geçerli temeller üzerine oturtmaya çalışıyor.
Trump’ın seçim döneminde verdiği sözler de var. Bunlardan bir tanesi, yerli üretimi teşvikti. Seçildikten sonra bu sözlerini gerçekleştirebilmek için de, iç dinamikleri hareket geçirmek, yerli hammadde üretimini arttırmak, istihdamı çoğaltmak, yurt dışındaki ABD sermayeli fabrikaları kapatmak ve ithalatı kısıtlamak uygulamasına gitmeyi tercih etti. Tabi ki bu tedbirlerin anti tedbirlerini de bu uygulamalara maruz kalacak devletlerin uygulayacağını da biliyor. Bunun adına da kısa ve öz olarak “Ticaret Savaşları” da denilebilir.
Başkan Trump çelik ürünlerine yüzde 25, alüminyum ürünlerine de yüzde 10 ilave gümrük koymak niyetinde ve işe çelikle başladı ancak yıllık 35 milyon ton çelik üreten AB’nin en iyi ve en sağlam müşterisi yıllık 5 milyonluk ithalatı ile ABD olması nedeni ile, Trump’ın iç piyasayı korumak için çelik ithalatına kota koyması ve vergilerini yüzde 10’a çıkarması AB’yi çok olumsuz etkileyecek.
ABD, AB ekonomisinde büyük yer tutan otomotiv endüstrisinin, özellikle de Alman otomobil ve araba parçalarının en büyük pazarı. Başkan Trump, AB’den ithal edilecek araçlara yüzde 35 vergi konulması düşüncesinde. ABD’nin Avrupa’dan yapılacak otomobil ve oto yedek parça ithalatına yüzde 25 vergi koyması durumunda bile Alman otomotiv sanayisi büyük darbe alacak. Alman otomobil üreticilerinin ABD’de 36 bin 500 çalışanı bulunmakta. Alman otomobil parçaları endüstrisinde ise 80 bin kişi çalışmakta.
Sıkıntı tam da burada başlıyor. Alman hükümetinin, AB’nin söz konusu yeni vergilerin konmaması yönündeki çalışmalarında başarılı olamaması halinde, gümrük vergilerinden muafiyet sağlamak için karşı tedbirler almak yoluna gideceği kesin. Zaten bu yönde açıklamaları da var, “tehditlere kulak asmıyoruz ve sonuna kadar direneceğiz” diyorlar. AB, ABD’de üretilen araçlara yüzde 10 daha vergi koymak hazırlığında.
Bu savaşa Çin de katıldı ve ABD menşeli araçlara Çarşamba günü itibarı ile ilave vergi koydu.
Belli ki savaş baltaları gömülü olduğu yerden çıkarılmış.
İnşallah bu masum görünümlü ticari savaş, Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında olduğu gibi, sıcak çatışmalara dönüşmez.
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1
Suudi Arabistan Prensi Muhammed bin Salman, Türkiye’yi neredeyse bir yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun çöktüğü zaman ortadan kalkmış olan İslami Hilafet’i geri getirmek için çaba sarf etmekle suçlamaya başladı. Belli ki Türkiye, Suudi Arabistan’ın Arap dünyasındaki liderliğini sallamaya başlamış.
Suudi Arabistan yönetiminde güçlü bir yeri olan Prens Muhammed bin Salman, Mısır Al-Sorok gazetesine verdiği demeçte, İran’a verip veriştirdi, arkasından da, Türkiye’yi İran’ın yanında İslami örgütlerin de içinde bulunduğu “şer üçgeni”nde yer almakla ve bu şer üçgenine destek vermekle suçladı. Salman’a göre şer üçgeninin bir köşesinde İran, bir köşesinde İslami Örgütler, diğer köşesinde de Türkiye bulunmakta.
Bu yorumlar, Suudi Arabistan’ın diğer bazı Körfez ülkeleri ile olan çatışmasında Türkiye’nin kendi yanında değil, Katar’ın yanında yer alması nedeni Suudi Arabistan’ın Türkiye’den duyduğu endişeyi ve derin şüpheyi yansıtıyor.
Türkiye’nin, geçtiğimiz bir kaç ay içinde Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’daki büyük rakibi olan İran’la birlikte, Kuzey Suriye’deki savaşları azaltmak için çalışması, İranlı ve Türk askeri yetkililerin geçtiğimiz yıl resmi olarak görüşmeleri ve birbirlerine yaptıkları ziyaretler, Suudi Arabistan’ın ve ağabeyi ABD’yi pek hoşnut etmemiş anlaşılan.
ABD’nin bölgedeki en büyük düş kırıklığı, 1952 yılından sonra Orta Doğu’yu İngilizlerden devr aldıktan sonra Orta Doğu’da kurduğu ve 21ci yüzyılın başına kadar sürdürdüğü “Yat Arap, Kalk Arap” sistemine Türkiye’nin çomak sokmuş olması. Türkiye’yi son 60 yıldır, kendinin köle bir eyaleti olarak yönetmesinin son bulması, ABD’nin bölgedeki stratejilerini değiştirmiş durumda.
Strateji değişikliğinin başında Suudi Arabistan’ın başına ABD hayranı ve kölesi bir kişiyi getirmek ve Orta Doğu’yu Suudi Arabistan liderliğinde ve önderliğinde yönetmek var. Bu nedenle de Suudi Arabistan’da büyük bir tasfiye operasyonu gerçekleştirildi son bir yıl içinde.
Prens, geçen yıldan bu yana yurtdışına yaptığı ilk seferinde Kahire’yi ziyaret etti ve Suudi tahtının halefi olarak Mısır gazetelerinin yöneticileriyle önemli bir toplantı yaptı. Bu özel toplantıda Şer üçgeni tanımlamasının yanında Katar uyuşmazlığının 60 yıl önce Küba’ya uygulanan ABD ambargosuyla süreceğini söylemesi, gelecekte nelerin yaşanacağının habercisi.
Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Bahreyn ile birlikte geçtiğimiz Haziran ayında Katar ile diplomatik ve ticari ilişkileri kesmesi, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz ihracatçısı olan ve dünyanın en büyük ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Katar’a hava ve deniz yollarını kapatması, Suudi Arabistan ile Katar’ın yakında kanlı bıçaklı olacağının habercisi.
Suudi Arabistan’ın dış politikasındaki bir başka değişiklikte İsrail ile olan ilişkilerinde.
Suudi Arabistan yönetiminin, daha doğrusu Prens Salman’ın verdiği tarihi olan ve Arap dünyasında köşe taşı olacak bir kararla 1948 yılından beri diplomatik ilişkileri sürdürmediği İsrail’e bazı koşullarda hava sahasını açması. Bundan sonra İsrail’den kalkan ve İsrail’e gidecek uçaklar Suudi Arabistan hava sahasını kullanabilecek. Şimdilik bu uygulama gizli tutuluyor ve İsrail yetkilileri ile Suudi yetkililer güya “haberimiz yok” diyorlar ama uygulama başladı bile.
Suudi Arabistan’ın İsrail’in bile ancak fark ettiği bu kararı, Riyad ve Tel Aviv’in İran’ın daha geniş bölgedeki nüfuzu konusunda endişe duyduğunu ve Ortadoğu’daki iki ana müttefik, Suudi Arabistan ve İsrail arasındaki ikili ilişkilerde bir iyileşme olduğunu işaret ediyor.
Belli ki Trump yönetimi, İkinci Dünya savaşından sonrasında kurduğu dengelerin değişmesi sonrasında elinden kaçırmak üzere olduğu Orta Doğu’ya son bir gayretle müdahale ediyor. Sonrası ise belli ki tufan olacak….
Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1