Herkes yan yana, ucu Makarios’ta biten dört-beş sıranın içinde, arka arkaya durmuş öne doğru gitmeye, ite kaka Makarios’a ulaşmaya çalışıyordu. Önlerde, rakiplerini saf dışı bırakarak Makarios’un elini tutmaya başaran hızlıca Makarios’un elini öpüyor ve sıradan çıkma uğraşı vermeye başlıyordu. Sıraya girmek ne kadar zor idiyse, çıkmak da o denli zordu.
Ağır ağır öne doğru yaklaşmaya başladık. Önümüzde bir ana kız duruyordu. Kızı bizim yaşlarda ve bizim boydaydı. Üstünde, uzun kollu, yakası beyaz, kız manastır okulunda giyilen tek parça koyu lacivert renkli bir elbise vardı. Terra Santa (manastır) kız okulundan veya da Faneromeni (kilise) kız okulundan olmalıydı. Annesinin elini sıkı sıkı tutmuştu, o kalabalıkta kaybolmamak ve ezilmemek için. O kıza bir vücut çalımı atıp bir sıra öne geçtik ama annesi bir kartal gibi elimi tutarak, Aydın’la beni geriye fırlattı. Bayağı canı sıkılmıştı anlaşılan önlerine geçmemizden.
O hengamede Makarios’a ilk ulaşmayı başaran Aydın oldu. Arkasında manastırda okuyan kız, onun arkasında da ben vardım. Aydın, Makarios’un elini tutmayı başarınca, ne olur olmaz kaçmasın diye iyice kavradı ve elinin üstünü, parmakların başladığı yer ile bileğin arasında kalan yeri, öpüp arkasından da başına koydu…
Makarios sanki de eline pislik bulaşmış gibi, yüzünü buruşturarak aniden elini geri çekti. Aydın’ı kendinden uzağa itelerken ağzından da “skilos” kelimesi döküldü. Ben duyduklarıma inanamamış ve gördüklerimden de donup kalmışken, önümdeki ana kız herhalde çok heyecan içindeydiler ki, neler olup bittiğini anlamadan ileri doğru bir hamle yapıp, Makarios’un eline yapıştılar ve gülücükler içinde birkaç kelime söyleyip Makarios’un elini öptüler. Makarios’un yüzü de hemen değişmiş, nefret ve iğrenme ifadesi yok olmuştu aniden Rum ana kızı karşısında görünce.
Benim ayaklarım geri geri gitmeye başladı, arkamdakilerin beni iteleyip öne geçmelerine gücümce izin verdim. Büyük bir düş kırıklığına uğramıştım… İçimden de Makarios’a ulaşmak ve Rumların yaptığı gibi elini öpmek geçmiyordu. Nasıl olsa bana da “it” deyip, iğrenç bir mahlukmuşum gibi yüzünü buruşturup, kafasını çevirecekti. Belki de elini bile vermeyecekti.
Çocuk kafamın içinde aklımı iki soru birden kurcalıyordu. Makarios bizim Türk olduğumuzu nasıl anlamıştı ve de niye bize böyle davranmıştı…
Biraz daha geriye ve yana giderek Makarios’un elini öpen insanları pür dikkat izlemeye başladım. Rumlar, Başpiskoposun elini farklı bir biçimde tutup, parmakların 2. ile 3. boğumu arasını öpüyorlardı. Elini öptükten sonra başa koymak gibi bir davranışları da yoktu. Biz, Kıbrıslı Türklerin el öpme ritüeli ise biraz farklıydı. Büyüğümüzün elini sağ elimizle iyice kavrayıp, elinin üstünü, parmakların başladığı yer ile bilek arasını öpüyor, sonra da alnımıza koyuyorduk. Makarios belli ki daha elini tutuşundan Aydın’ın Kıbrıslı Türk olduğunu anlamıştı ama tepkisini ortaya koyana dek Aydın çoktan elini öpmüş ve başına koymuştu bile.
Aklımdan, acaba mahalledeki Rum çocuklarından bir tanesi ile Makarios’un akrabalığı mı var da bize taktıkları “skilos” lakabını kendisine de söylediler diye de geçmedi değil.
Aradan yıllar geçtikten sonra ancak çocuğundan büyüğüne, en alt seviyedeki bürokratından Başpiskoposuna, Cumhurbaşkanına kadar tüm Rumların, Kıbrıslı Türklere “skilos” yani “it” diye hitap ettiklerini düş kırıklığı içinde öğrenebildim. Biz onlar için sadece bir köpektik, adayı paylaşan ortaklar değil…
Şimdi de birileri çıkmış, bizi ne pahasına olursa olsun ortak bir devlet çatısı altında birleştirmeye çalışıyor. Ne oldu acaba, biz Rumların aklında “skilos” olmaktan çıkarıldık ve terfi ederek “gaydaros” (eşek) sınıfına mı konduk….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
19 Şubat 2016
Regina Otel’in tam karşı sağ çaprazında da, sonradan adada yaşanan tüm felaketlerin kaynağı olacak olan Polis merkezi yer almaktaydı. Dönemin Polis (Genel) Müdürü Lağudontis idi. Üç yıl sonra Kıbrıslı Türklere toptan saldırıların başlangıcını teşkil edecek olan Tahtakala’daki saldırının talimatını veren, İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis’in de has adamı olan Lağudontis…
Otelin önünden geçip Polis merkezinin önünden iniş aşağı hızlanıp, Baf kapısının içinde yer aldığı tünele hızla girdik ve oradan da surların dışına adeta fırlayarak çıktık. Bundan sonrası dümdüz tabak gibi bir yoldu. Yunanistan Elçiliğin önünden geçtikten sonra yarışmaya başladık Aydın’la… Soluğumuz kesildiğinde artık Lefkoşa Genel hastanesine gelmiştik.
Gözüm hemen babamın yeni aldığı arabayı aradı. Süt beyazı renkli, Y066 plakalı yepyeni bir Jaguar’dı babamın arabası. En çok da deri koltukları, ön iki koltuğun arasında yer alan gösterişli ve cilalanmış tahta topuzlu vites kolu ve de sürat göstergesinin ve diğer göstergelerin yer aldığı ön tablosu hoşuma giderdi. Göstergelerin hepsi yuvarlak şekilde ve tahtadan yapılmış, çok da güzel cilalanmış bir konsolun içine gömülüydü. Babamın bir evvelki arabası, “P” plakalı “O…’ marka bir araçtı. Numarasını nedense hatırlamıyorum. 268, 468 gibi bir sayıydı sanırım. Hiçte hoşnut değildi o araçtan. Zaman zaman canı sıkılır “bir daha “O…” marka araba alanın…” diye söylenirdi kendi kendine. Neydi hoşuna gitmeyen o arabada hiç öğrenemedim ama bayağı da şikayetçiydi. Jaguar’ı alınca şikayetleri bıçak gibi kesildi babamın. O dönemde yollarda seyreden araç sayısı az olduğundan adeta rüzgarla yarış ederdi babam yeni Jaguar’ı ile. Öndeki iki kapının da kelebek camları vardı. Ben ön sol koltuğa oturduğumda en çok, kelebek camını açıp yüzüme doğru çevirmek hoşuma giderdi. Kliması sadece ısıtmak için miydi, yoksa hem ısıtıp hem de yazın soğutuyor muydu hiç hatırlamıyorum ama ısıttığından eminim.
Babamın arabası yerindeydi. Özel bir yer vermişlerdi babama aracını koyması için Hastane binasının yer aldığı bahçenin içinde. Giriş kapısına yüzümü dönünce sol taraftaydı. Dört direkten oluşan, üstü kapalı bir garajdı. Görevi gölge yapmaktı sadece. Garajın ön kısmı da içinde yeşil ağaçların yer aldığı bir koruluğa veya da park alanına bakıyordu. Hastanede çalışan kişilerin araçları ise daha farklı bir yerde, zemini toprak olan geniş bir alanın içindeydi.
Her zamankinden farklı olarak Hastanenin önü ana baba günüydü o gün. Her zaman olmayan bir kalabalık vardı kapının girişine yakın yerde. Etrafı bir uğultu kaplamıştı ve “Zito Enosis”, “Zito Makariotuto”, “Zito EOKA”, “Zito Makarios”, (Yaşasın Yunanistan’la birleşme, Yaşasın ulu Makarios, Yaşasın EOKA, Yaşasın Makarios) bağrışları duyuluyordu birbiri arkasına. Birçoğunun ellerinde Yunan bayrağı ile mavi zemin üzerine yataylama beyaz büyük bir haçın olduğu, ortasında da EOKA yazısı ile Akropolis tapınağı olduğunu sandığım bir tapınağın resminin bulunduğu bayraklar vardı. Coşkulu coşkulu sallayıp bağırıyorlardı.
Belli ki olağanın dışında bir durum yaşanmaktaydı hastanenin giriş kapısı önünde. Meraktan çatlayacaktık Aydın’la birlikte. Bisikletlerimizi babamın garajının direklerinden bir tanesine yaslayıp, kilitledikten sonra uçarcasına koştuk kalabalığa doğru. Boyumuz da oradaki yetişkinlere kıyasla yarı boyda olduğundan daldık kalabalığın içine.
İtile kakıla, onu bunu çekiştirerek, bazen eğilip bacak aralarından da geçerek önlere doğru ilerlemeyi başardık. Biraz önümüzde siyah cübbesinin içinde bütün haşmeti ile Makarios durmaktaydı. Başında da silindir biçiminde, üstü düz, siyah renkli, kenarlarından aşağıya doğru da siyah bir kumaşın indiği başlık vardı. Boynunda ise iri gümüş renkli bir zincire takılı kocaman bir ıstavroz (haç) sallanıyordu. Elinde de bir sopa vardı ama asası mıydı yoksa bastonu muydu hiç hatırlamıyorum. Süslü güzel bir sopaydı. Elle tutulan yeri gümüş gibi parlıyordu. Büyük bir olasılıkla da gümüşten yapılmıştı. Hiç koskoca Başpiskopos ve de yeni Cumhurbaşkanı tahta sopa taşır mıydı?… (devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
17 Şubat 2016
1974 öncesinde, Rumların mutlak hakimi oldukları Kıbrıs’ta yaşamımı sürdürürken, Rum kişi ve bürokratlardan sıklıkla duyduğum bir cümleydi bu (bekle be it). Çocukluğumuzda “skilosgagi” (küçük it) idik, Rum çocuklar bize öyle hitap ederlerdi, büyüyünce de “skilos”a (it) terfi ettik hep birlikte, “gagi”si kaldırıldı.
Bana kim olduğumu ve nerede yaşadığımı hatırlatan 2 buçuk kelimelik bu cümleyi çok sık duyardım Rumlardan, özellikle de Rum bürokratlardan. Daha doğrusu ister devlet dairesi olsun, ister Belediye veya da şantiye, tümü böyle hitap ederlerdi Kıbrıslı Türklere. Randevu almış olsanız bile, saatinde gitmenize rağmen önce bu hitabı duyar sonra da saatlerce bekletilirdiniz. Herkes gelir, işi olur biter giderdi ama sizin işiniz yapılmaz ve hep sona bırakılırdınız, çoğu zamanda ertesi güne veya da ertesi haftaya veya da adı konmamış çok uzaktaki bir tarihe.
“Skilos” kelimesini ilk kez, ne tesadüftür, Makarios’tan duymuştum.
1960’lı yılların ilk başlarıydı ve İngiliz Sömürge dönemi de son aylarını yaşamaktaydı. Makarios, 1959’un Aralık ayında yoğun bir şeçim propagandası ve faaliyetinden sonra rakibi, solcuların lideri Yorgo Klerides’i ezip geçmiş, 1960 yılının Ağustos ayında ilan edilecek Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmişti. Sanki de Kıbrıslı Rumların Kralıydı. Kıbrıslı Rumlar kendisine tapıyorlardı ve ne derse, ne isterse anında yapıyorlardı. Her gittiği yerde etrafında büyük bir kalabalık vardı… Hem kendisine tezahüratta bulunuyor, hem de sıraya girip elini öpüyorlardı.
Babam, nurlar içinde yatsın, Prof. Dr. Hakkı Atun, o yıl Lefkoşa’da, Veteriner Dairesi ile Lefkoşa Genel Hastanesinin laboratuvarında yoğun bir araştırma yapmaktaydı. İnsanlara ve hayvanlara musallat olan bir mikrobu teşhis etmeye ve sınıflamaya çalışıyordu. O dönemde Lefkoşa Genel Hastanesi Kan Bankası Müdiresi rahmetlik Melahat Hulusi (Melahat Hacıburgul) hanımla da Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların kan grupları üzerinde ortak bir çalışma da yapmaktaydı. Sonradan yayınladığı makalesinde Kıbrıslı Rumların kan grubunun Kıbrıslı Türklerle ve Anadolu insanı ile aynı olduğu, (Yunanistan’da yaşayan) Yunanlıların ise çok farklı bir kan grubundan oldukları bulgusunu ortaya koymuştu. Makale yayınlanınca bu sonucu gören Kıbrıslı Rumlar çılgına dönmüştü.
Günümüzde Lefkoşa Surlar içinde Turizm Bakanlığının bulunduğu binada eğitim veren Bayraktar Ortaokulundaki dersler bitince bisikletime biner, ya dosdoğru Küçük Kaymaklı’daki evimize giderdim ya da nüfusunun çok büyük bir kısmını Rumların oluşturduğu bölgede yer alan babamın yöneticisi olduğu laboratuvara… Babam mesleğinde çok iyi olduğundan ve uluslararası tanınmışlığından dolayı, İngilizler kendisini adaya geri dönmesi için binbir zorlukla ikna etmişler, laboratuvarın da başına koymuşlardı. Babama verdikleri maaşı, Kıbrıs’ın o dönemdeki İngiliz Valisi Sir Hugh Foot’a dahi veriyorlar mıydı, emin değilim.
O gün dersten çıkınca, babası bir ayakkabıcı ustası olan sınıf arkadaşım Aydın’la birlikte amcasının yattığı Lefkoşa Genel Hastanesine gitmeye karar verdik. O amcasına gidecekti, ben de babama. Bisikletlerimize bindik, Selimiye camisinin yanından geçip, Arasta’ya daldık. Önce Ermu caddesine girdik, oradan da sanırım bir Ermeni olan Lokmacının yanından da Ledra sokağına büktük. O dönem Ledra sokağının adı “Uzun Yol”du. Uzun Yol’u boydan boya geçerek meydana gelince sağa döndük. O dönemin en meşhur oteli olan Regina Otel, Palmiyelerin yer aldığı sokağın üzerindeydi ve önünde de hep açık saçık giyinen kadınlar dururdu. Tam karşı sağ çaprazında da, sonradan adada yaşanan tüm felaketlerin kaynağı olacak olan Polis merkezi yer almaktaydı.
(Devam edecek…)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
15 Şubat 2016
Dört özgürlük üzerinde, yani insanların, ticari malların, paranın ve iş gücünün serbestçe dolaşımı üzerinde kesin bir mutabakata varılmış. İsteyen Kıbrıslı Rum, adanın istediği bölgesine özgürce yerleşebilecekmiş, iş kurabilecekmiş, yerleştiği bölgede yeterli oy alabilirse o devletin (Rumlar eyalet demeyi tercih ediyorlar) meclisine girebilecekmiş, hatta bakan bile olabilecekmiş. Hayalin bu kadarına da pes doğrusu. Kıbrıs Türk Kurucu Devleti Meclisinde Rum milletvekili ve Kıbrıs Türk Kurucu Devleti Hükümetinde de Rum Bakan, örneğin Rum Savunma Bakanı olacakmış. Buna Kantara’nın keçileri bile güler.
Rumları temsilen müzakereler katılan ve isteklerini dile getiren, arada yalan beyanlar da veren Anastasiadis’in hayal gücünün sınırı yok. Kendilerini adanın mutlak hakimi sanıyorlar ve biz Kıbrıslı Türklere nefes almayı bile lütfetmek gücüne sahip olmayı hedefliyorlar.
Anastasiadis’e göre müzakerelerde çıban başı olan sorunların üçte ikisi çözülmüş ve üzerinde mutabakata varılmış, geriye kalan üçte bir ise basit konulardan oluşuyormuş, çözüm an meselesiymiş.
Çözüm an meselesi olmasına an meselesi ama niye 2018’den evvel de çözüme ulaşılamazmış pek de anlayamıyorum. Anastasiadis zaten bilinen bir alkolik. Güne viskiyle başlar, aralarda kahve veya çay yerine viski içer. Öğleyin tarzını değiştirir ve yemekte kırmızı Limasol şarabı içer. Öğleden sonra biraz kestirdikten sonra çalışmaya gene viski ile başlar. Akşam tercihi Kıbrıs konyağıdır. Kışın sıcak sıcak ya VSOP’e içer ya da 31. Çoğu zaman dalgadadır Anastasiadis.
Bu nedenle de hem müzakerelerin çözüme çok yaklaştığını söyler, hem de 2018’den evvel çözüm olmaz der. Kayıp şahısların KKTC’deki askeri bölgelerde aranması için talepte bulunur, Kıbrıslı Türklerin “bir bizim askeri kampta, bir sizin askeri kampta kazı yapalım” önerisi karşısında da yaygarayı basar, Kıbrıslı Türkleri AB’ye ve BM’ye şikayet etmekle tehdit eder.
1977 yılında Denktaş ile Makarios arasında gerçekleştirilen “I. Doruk Anlaşması”nda, üzerinde mutabakata varılan ve son 39 senedir BM’nin Kıbrıs müktesebatının temelini oluşturan iki Kurucu Devletten (Eyaletten) oluşacak Federal Devlet kavramını kendi kafasına göre değiştirmiş Anastasiadis. Dalgadaki kafası, dünya devletler tarihindeki örneklerde olduğu gibi iki Kurucu Devletin (eyaletlerin) yeni bir Federal devleti oluşturacağına, önce Federal Devletin hayata geçeceğini sonra da bu Federal devletin iki kurucu devleti veya bölgeyi veya da eyaleti sonradan oluşturacağını söylemekte.
Kıbrıslı Türkler ellerinde tuttukları toprakları kesin olarak iade edecekler ama biraz oyalanmaları ve sevinmeleri için de bu iade süresi 8760 saat gibi binlerle telaffuz edilebilen çok uzun bir zaman dilimi olacak.
Ve en önemlisi de dönüşümlü başkanlığı asla kabul etmediğimiz için Kıbrıslı Türkler hiçbir zaman, Kıbrıslı Rumların çoğunluğunu oluşturduğu yeni devletin Cumhurbaşkanı olamayacak. Bu bizim kırmızıdan da öteye, kırmızı değil “kızıl çizgimiz”dir diyor Anastasiadis.
Türkiye’nin Garantörlüğünün kaldırılması ve Türk askerinin tümden adadan ayrılması konusu ise Anastasiadis’in cebindeymiş. Adeta çantada keklikmiş bu konu ve daha şimdiden halletmiş. Müzakereler biter bitmez, AB’nin baskısı ve düzenbazlığı sayesinde Türkiye, Kıbrıslı Türklerin kurucusu ve ortağı olduğu 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti üzerindeki Garantörlüğünden vazgeçecekmiş, hem de Türk Silahlı Kuvvetleri, yeni devlet ilan edilir edilmez pılısını pırtısını toplayıp gidecekmiş, yerine de 1964 yılında yaptıkları gibi kruvaziye gemilerle, karı koca kıyafetinde ve rolünde Yunan askerleri gelecekmiş, kimseye çaktırmadan…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
12 Şubat 2016