Anadolu ile Kıbrıs adası arasında fiziken bağlantı kurarak, Türk mühendislerinin ve sanayisinin teknolojiyi son sınırına kadar kullanmayı başarıp borularla Kıbrıs adasına getirilen suyun hikayesi gerçekte biraz başka.
Aslında başkadan da öteye.
Alaköprü ve Geçitköy’de yapılan barajların kapasitesi bildiğimiz veya bize söylenen kadar değil. Proje, önümüzdeki 100 yılın olası gereksinimleri hesaplanarak hazırlanmış ve yıllık 450 milyon ton suyu elleçleyecek büyüklükte. Günümüzde kullandığımız içme-kullanma suyunun miktarı 34-35 milyon ton civarında. Kurulan sistemin toplam kapasitesi ise bunun neredeyse yaklaşık 12 katı büyüklükte. Bu rakamı ve kıyaslamayı nelerin yapıldığının iyice anlaşılabilmesi için özellikle belirtmek gerekiyor.
Projenin maliyeti 1 milyar 600 milyon Türk Lirası ve bu maliyet şu anda mevcut olan tesise harcanan para. Gerektiği zaman Alaköprü barajından Geçitköy barajına ikinci bir boru hattının çekilmesinin maliyeti ise altyapı hazır olduğundan sadece 150 milyon TL. Sistemdeki kapasite artımına gelince; 75 milyon ton su olacak her bir boru hattı daha ilave edildiğinde.
Bu boyuttaki bir su aktarımının ve elleçlemenin Türkiye’ye ve Kıbrıslı Türklere veya da Kıbrıslı Türklerin kurdukları “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin eline verdiği koz, masadaki güç, stratejik üstünlük, bölgedeki ağırlığı, bölge politikasındaki söz hakkı petrolden de, doğalgazdan da çok daha fazla ve etkin olacak. İnsanoğlu, hayvanlar, bitkiler ve doğa petrolsüz, doğalgazsız veya da elektriksiz yaşayabilir ama susuz asla yaşayamaz.
Zaten uzman stratejistlerin yaptıkları öngörüler, içinde bulunduğumuz yüzyılda savaşların su bölgelerini ele geçirmek için yapılacağını içermekte. Türkiye’nin, büyük bir güç haline gelmeye başlayan suyu ileriki yıllarda direkt olarak Suriye ve Irak’a, endirekt olarak da diğer Ortadoğu ülkelerine “bir litre suya- bir litre rafine edilmiş benzin veya mazot” karşılığı satması hiçte şaşırtıcı bir gelişme ve değişim olmayacak.
Anadolu’dan Kıbrıs adasına fiziken borularla su aktarma projesi esas itibarı ile 3 aşamalı.
1- İsale hattının kurulması, yani borularla adaya su getirilmesi aşaması. (Not: İsale hattı akışkan bir sıvıyı bir yerden başka bir yere aktarmak amacı ile kurulan yapı demektir)
2- Ada içinde su dağıtım ve geri dönüşüm altyapısının yapılması aşaması.
3- Adaya yağmur olarak düşen suyun denize akışı önlenerek, göletler vasıtası ile sisteme tekrar kazandırılması aşaması.
Su konusunda nelerin yapıldığını daha iyi anlayabilmek için göletlerin yapıldığı döneme geri gitmek gerekmekte. KKTC’de sayıları yaklaşık 41 olan ve zamanında da DSİ tarafından inşa edilen göletlerin yapımının asıl hedefi, yağan yağmur ile yer altında ve yer üstünde oluşan suyun denize gitmesini önlemek ve bu suyu içme-kullanma su sistemine tekrardan kazandırmak. Bu göletlerle yer altından ve yerüstünden akıp giden toplam 46.3 milyon metre küp suyun toplanarak kullanılması hedeflenmişti. Şimdi göletler daha verimli, yapım amacına uygun ve hayata geçirilen su temin ve dağıtım sistemi ile entegre bir şekilde çalışmaya başlayacak.
Bu sistemin çok daha iyi anlaşılabilmesi için de bazı Belediye başkanları Malta’ya götürüldü ve orada KKTC’de kurulumu projelendirilen ve gerçekleştirilmek istenen “su temin, su dağıtım ve su geri toplama sistemi” yerinde incelendi. Malta zaten su fakiri bir ada. Yıllar önce uçaktan ilk gördüğümde bu adanın etrafını birkaç saatte koşarak turlarım fikri mizahi bir şekilde aklımdan geçmişti. Bereketsiz bir de toprak yapısına sahip üstelik. Otelde ilk gözüme çarpan ise aynanın üzerinde kocaman harflerle yazılı “Suyu dikkatli kullanın, boşa harcamayın, suyumuz çok kıt” levhası idi.
Malta yağmur suyunu denize gitmeden toplamayı ve geri dönüşümünü başarmış durumda. Tüm yer altı su dağıtım boru sistemini yenileyerek su dağıtım borularındaki kaçakları da yüzde 10’un altına çekmiş. Çekmesine çekmiş de yağmurdan başka su kaynağı yok. Şimdi de Türkiye’nin peşinde “Aman kulun kurbanın olayım, bana da su getir” diye….(devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
18 Ocak 2016
Türkiye’den ülkemize çalışmak veya da ülkemizi yeni bir vatan olarak görüp yeni bir yaşama başlamak amacı ile gelen kardeşlerimizi adadan kaçırmak için yıllarca elden geleni yaptı bazı siyasilerimiz, bürokratlarımız ve de insanlarımız.
Hastalıklı beyinler, Nazi Almanya’sı döneminde Yahudilere uygulanan fiziki şiddetin eşdeğeri olarak tanımlanabilecek ruhsal işkence veya da manevi işkence yöntemlerini bir bir icat ettiler ve uygulamaya koydular sırf Türkiye’den ülkemize gelen kardeşlerimizi kaçırmak için.
Aşağıladılar, terslediler, haklarını gasp ettiler, akıl almaz cezalar ve bürokratik engeller ürettiler, çalışma izni çıkaramasınlar veya da yenilemesinler diye olmadık bürokratik eziyet yöntemleri icat ettiler ve nihayetinde de birçok kardeşimiz bu eziyetten bıkıp “lanet olsun” diyerek Türkiye’ye geri döndü.
Geri dönmesine döndüler ve de hastalıklı beyinler de “bunlardan kurtulduk” diye bayram etti ama yapılan yanlışın bedelini yıllar içinde hep birlikte ödeyeceğiz.
Nüfusun azalmasından dolayı göreceli olarak piyasada dönen para miktarı da azaldığından ekonomi ister istemez geri vites taktı ve geri gitmeye başladı. Çeşitli üretim sektörlerinde işçi, ara elemanı ve üretici eleman kalmadığı için bu sektörler, başta inşaat sektörü olmak üzere tehlike sinyalleri veriyor şimdilerde.
Siyasilerin ve üst düzey bürokratların adeta övünerek yaptıkları 60 bin kişi geri döndü, 80 bin kişi geri gitti açıklamalarının bedelini KKTC halkı, ekonomi, hizmet piyasası ve en fazla da Sosyal Sigortalar Dairesi ödemeye başladı. Bürokratik eziyetten ve de yapay engellerden bıkarak Türkiye’ye geri giden kardeşlerimizin Sosyal Sigortalar Dairesine ve İhtiyat Sandığına yatırdıkları primlerin arkası kesilince, Sosyal Sigortalar Dairesi mali kriz içine girdi aniden. Emekli ettiği kişilerin emekli maaşlarını ödemek için, bir dönem kendi gelirleri yeterli olan ve de yatırımları giderlerini karşılayan Sosyal Sigortalar Dairesi bir müddettir her ay devlet bütçesinden katkı almak acizliğine düştü.
Devlet olarak bir gün kendi gelirlerimizle ayakta durmak istiyorsak, anahtar konumundaki etkenlerin bir tanesinin de nüfusumuzun daha fazla olması gerektiğini iyice bilmemiz ve anlamamız gerektiğidir.
Ama biz nedense kendi boğazımızı bile bile kesen politikacılara sahibiz ve onların yaptıkları yanlışları da torunlarımızın torunlarına kadar neredeyse 5-6 jenerasyon zincirleme ödemek zorunda kalacak. Müzakere süreci bahane edilerek Kıbrıs Türk tarafı için öngörülen nüfusun 220 bin olduğunu resmen Birleşmiş Milletlere bildirmek bu yönde yapılan hataların en büyüğünü oluşturmakta gerçekte.
Artık nüfusumuza kendi ellerimizle ve de geri dönüşü olmayan bir şekilde kısıtlama koymuş durumdayız. Yıllarca verilen üzücü, gözyaşı ve kan dolu mücadeleden sonra kurduğumuz ve içinde özgür olarak, egemenliğin tümü de bize ait olmak üzere yaşadığımız devleti lav ederek, yani tarihe gömerek, nüfusunun sonradan verdiği vatandaşlıklarla 880 bin olduğunu iddia eden Rumlarla “sözde ortak olarak” kurulacak devlette azınlık olmayı kabul etmiş durumdayız bu talihsiz bildirim ile. Dünyanın ilk ve son halkıyız kendi egemen devletini lav edip, başkasının devleti içinde azınlık olmayı kabul eden. Kıbrıslı Türkler tarihe aynen bu şekilde geçecek eğer bir gün KKTC’yi tarihe gömüp, Rumların egemen olduğu devlet içinde azınlık olmayı kabul edersek.
Tüm bu çoraplar başımıza kendi ellerimizle örüldükten sonra şimdi de çıkmış siyasilerimiz “Beyaz Kimlik”ten bahsetmekte. İlk yıl 10 bin, sonraki yıllarda da 40 bin kişinin başvurusu bekleniyormuş dahi siyasilerimizin ve onlardan daha zeki olan bürokratlarımızın yaptıkları tahminlere göre… Daha çok beklerler….
Bizi kurtaracak olanın, selamete çıkaracak olanın fazla nüfusumuzun olması gerektiğini anladıkları gün, umarım çok geç olmamıştır KKTC için.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
15 Ocak 2016
İçte ve dışta politik olarak neler yaşadıklarına ilgi duyduğum ülkelerin haberlerini kendi basınından okumaya çalışırım her zaman. En azından bu bilgilerin birinci ağızdan olduğuna ve arada bir yorumcu veya da aktarımcı olmadığı için de doğruluk payının yüksek olduğuna inanırım.
Azerbaycan ile ilgili bilgileri “News.Az”, “Azərbaycan Qezeti”, “Aznews.az” ve “Oxu.az” gibi sitelerden almaya çalışırım. Aynı şekilde ABD, AB, Rusya, İsrail ve Çin ile ilgili bilgileri de kendi yerli basınlarından öğrenmeye çabalarım. Çok dikkatli ve empati yaparak okurum yabancı basını. Rusya ile ilgili haberleri okuyorsam kendimi bir Rus vatandaşı olarak addeder ve Rus kafası, Rus kültürü ile yorumlamaya çalışırım okuduklarımı, olabildiğince tarafsız olabilmek ve de nelerin olup bittiğini anlamak için…
Bu sabah “oxu.az” ve “News.az” haber sitelerinin Politika bölümlerini tararken benim için çok önemli, önemli olduğu kadar da ilginç olan bir röportaja rastladım. Röportajı veren Moskova ve tüm Rusya Patriği Kirill’di ve konusu da Osmanlı Devletinin azınlıklara karşı davranışıydı.
Patrik Krill’in söyledikleri gerçekte Ermenilerin sözde soykırım iddialarının tam tersi olduğu için büyük bir merakla okudum röportajı.
Moskova ve tüm Rusya Patriği Kirill’in, Rusya Federasyonunun önde gelen Televizyon kanallarından bir tanesi olan “Rossiya 1” televizyonunun tanınmış röportörü Dmitriy Kiseleve’e verdiği Noel röportajı ve konuşmasının videosu http://oxu.az/world/111288) adresinde, röportajın Azerbaycan dilinde çevirisi ‘Rusiya patriarxı: Erməni “soyqırımı” olmayıb’ başlığı ile http://oxu.az/world/111288 sitesinde ve röportajın İngilizce dilinde çevirisi de http://news.az/articles/politics/104207 adresinde yayınlanarak, ilgilenenlerin bilgisine getirilmiştir.
TV çekimli röportajda “Orta-Doğu’daki son durum ve Hristiyan-Müslüman ilişkileri” konuşulurken, Patrik Krill konuyu Irak ve Suriye’deki Hristiyanlara karşı girişilen vahşete getirmiş ve bu konudaki açıklamasında Osmanlı İmparatorluğu döneminde azınlıkların soykırıma uğratılarak soylarının tüketilmediği veya bitirilmediğini söylemiştir.
Osmanlı Devleti’nin örnek olacak bir şekilde azınlıklarla ilgili yasalar çıkartarak “farklı dinlerdeki azınlıkların düzenini ve göreceli de olsa güvenlik ve sürekliliğini sağladığını” söyleyen Patrik Krill, Osmanlı İmparatorluğunun, örnek bir hükümet olduğunu ve azınlıklara yönelik uygun yasaları yaptığını belirtmiştir.
Devamla Patrik Krill, Osmanlı devletinin “dinsel azınlıkların düzenini ve göreceli de olsa güvenlik ve sürekliliğini sağladığını” dile getirmiş ve Nisan 2015 ayı başlarında Papa John Paul II ile Ermeni Kilisesi’nin Başı Karekin II’nin 2001 yılında imzaladıkları ve taraflı bir davranışla 20.yüzyılın ilk soykırımı olarak tanımladıkları 1915 olaylarına gönderme yaparak sözde Ermeni savlarını “soykırımı” olarak niteleyen Papa Francis’e de iyi bir ders vermiştir.
Fransa Anayasa Mahkemesinin sözde soykırım iddiaları ile ilgili son kararının Fransız halkının ve dünya kamuoyunun bilgisine getirilmesinin ardından Moskova ve tüm Rusya Patriği Kirill’in de Ermeni iddialarının doğru olmadığını vurgulaması, Ermenilerin sözde iddialarını uluslararası ortamda şaibe altın sokarken, son zamanlarda bozulan Rusya-Türkiye ilişkilerinin tekrardan düzelmesi yönünde de yapıcı ve çok olumlu bir adım olmuştur…
Zaman bu öngörünün doğruluğunu ortaya koyacaktır.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
13 Ocak 2016
Hafta sonunda çarpıcı bir haber yayınlandı görsel ve yazılı medyada.
İngiltere’de, Kıbrıs Rum Yönetimi’nden 7 kişinin başvurusuyla, yerel bir mahkeme söz konusu Kıbrıslı Rumların Lefkoşa Mahkemesinin çabucak aldığı bir karar uyarınca Türkiye’nin Londra Elçiliğinde çalışan diplomatların hesaplarını bloke etmesi ile ilgiliydi bu haber.
Kıbrıslı Türklerin AİHM’ye götürmek için, yıllar önce açtıkları 1963-1974 yılları arasında gördükleri maddi ve manevi zararların tazmini ve suçluların cezalandırılması amaçlı davalar bilinçli bir şekilde çıkmaza sokulup sonsuzluğa kadar ertelenirken, Kıbrıslı Rumların Türkiye ve Kıbrıslı Türkler aleyhine açtıkları davalar, en kısa sürede sonuçlandırılarak ya AİHM’ye gönderilmekte ya da AB’ye üye ülkeler içinde aynen bu olayda yaşandığı gibi uygulamaya konmakta ve tedbirler alınmakta.
Rumlar “Ebedi düşman” – Aiónia echthroí (αιώνια εχθροί)- olarak öğretildikleri Türkiye’ye her yoldan saldırı yapmaktan çekinmiyorlar. Amaç 15 Temmuz 1974 günü yapılan darbe ile Yunanistan’a bağlayamadıkları ve bu yolda önlerinde aşılmaz engel gibi gördükleri Türkiye’ye olası her yoldan saldırmak, yıldırmak ve aynen 120 sene evvel Girit’te yaptıkları gibi, Avrupa Birliğini arkalarına alarak adadan çekilmesini sağlamak. Ondan sonra da sıra, uygun bir zamanda Kıbrıslı Türklere zaten gelecek.
Biz Kıbrıslı Türkler, bunu aynen geçmişte, 1957 yılında başlamak üzere yaşamıştık. 1957 yılında EOKA lideri Yorgos Grivas’ın, akabinde de Tassos Papadopulos ile III. Makarios söyledikleri “Önce İngilizleri adadan atalım, sonra sıra Kıbrıslı Türklere gelecek” sözleri aradan 6 yıl geçtikten sonra uygulamaya konmuştu. Nitekim 1959 Şubat ayında Zürih’te ve Londra’da 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Antlaşması imzalandığı vakit III. Makarios, “Bu antlaşma Enosis yolunda bir zıplama taşıdır, kerhen imzaladım” diyerek gerçek niyetini açığa vurmuş, 21 Aralık 1963 sabahı da Kıbrıslı Türkleri adadan söküp atmak veya Enosis’i gerçekleştirirken sindirilmeleri ve seslerini çıkarmamaları için silahlı saldırı yapılmasını emrini vermişti.
Çok değil daha 9 gün evvel Rum Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis de, aynı niyetini ortaya koymuş, Rum halkına yaptığı “Yeni yıl hitabı”nda “Federasyonun, Türk Ordusunun adadan atılması karşılığında kabul edilmesi gereken acı bir reçete” olduğunu söylemişti.
Anastasiadis’in amacının, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olan III. Makarios’un niyetinden pek farklı olmadığı kesin. Rumlara yaptığı çağrıda “Kıbrıslı Türklerle Federasyon kurulmasına Evet” diyelim. “Bu federal yapı içinde Türkiye’nin garantörlüğü olmasın, Türk askeri tümüyle adadan gitsin” sonra da uygun bir zamanda biz, aynen 1957 yılında EOKA lideri Yorgos Grivas’ın, akabinde de Tassos Papadopulos ile III. Makarios söylediklerinin benzeri “Önce Türkiye’yi adadan atalım, sonra sıra Kıbrıslı Türklere gelecek” düşüncesini uygulamaya koyarız mesajını veriyor.
Anastasiadis o denli ikiyüzlü ki, sabah Kıbrıslı Türklerin Cumhurbaşkanı ile müzakereleri olumlu sonuçlandırmak için konuşurken, öğleden sonra da “Kıbrıslı Türkleri izolasyonlarla nasıl boğarım da teslimiyete mecbur ederim” çalışmasını yapıyor veya da yaptırıyor.
Rumların Lefkoşa Rum Mahkemesinin kararını AB’ye üye ülkeler içinde uygulamaya koyması taktiği karşısında, Türkiye’nin de KKTC mahkemelerinin aldıkları kararları onaylayıp tasdik etmesi ve karşılıklı mahkeme kararlarının kabulü anlaşması yaptığı ülkelerde de uygulamaya konmasını sağlaması gerekmektedir. O vakit Kıbrıslı Türkler 1963-1974 yılları arasında gördükleri maddi ve manevi zararların tazmini ve suçluların cezalandırılması amaçlı davalarını herhangi bir KKTC Mahkemesinde açabilmeli ve Türkiye mahkemelerinden herhangi birisinin tasdikinden sonra da, karşılıklı mahkeme kararlarının kabulü anlaşması yaptığı ülkelerde Kıbrıs Rum Elçiliklerinin hesaplarına el koyup tazminatlarını alabilmeli….
Her fırsatta kuyumuzu kazmaya devam eden bu insanlarla niye hala “Ortak bir devlet kurmak” için görüşüyoruz gerçekten de anlamış değilim….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
11 Ocak 2016
İsmail Bedasi kendisine kimin seslendiğini görmek için geri döndüğünde yan yana duran iki adamdan bir tanesi elindeki silahı kendisine doğrulttu ve ateş etti. Bedasi “Ah vuruldum” diyerek Mecidiye sokağa doğru dönüp oradan uzaklaşmak için hamle yapmak isteyince bir el daha ateş etti ve sağ kalçasından vurdu kendisini. Sonra bir el daha ateş etti. Bu merminin nereye isabet ettiğini görmedim, daha doğrusu göremedim.
İsmail Bedasi olduğu yere, yarı yüzükoyun yatar halde, belden yukarısı yüzü koyun, belden aşağısı yan yatmış vaziyette yolun ortasına yıkıldı kaldı. Hiç başka bir hareket yapmadı veya yapamadı. Pantolonunun arka sağ cebinden ve ön kısmında nereden çıktığını bilemediğim bir yerden asfalta kan akmaya başlamıştı. O an mı ölmüştü, yoksa biraz can çekişip mi ölmüştü hiç hatırlamıyorum. Zaten şok olmuştum.
Silahı ile ateş eden adam, yanındaki arkadaşına hemen silahı uzattı. Arkadaşı silahı kaptı, gömleğinin içine koydu, gerisin geriye dönerek Asmaaltı Sokağa doğru koşmaya başladı. Köşede kendisine birisinin verdiği koyu yeşil renkli bir bisiklete binerek saniyeler içinde gözden kayboldu.
Diğeri de yani ateş eden adam, bana taraf koşmaya başladı. Yanımdan geçerken bana fena bir bakış fırlattı ve Mecidiye Sokağa doğru koşmaya devam etti. Köşeye gelince Abdi Çavuş Sokak yönüne yani bana göre sağa dönerek gözden kayboldu. Bir olasılıkla ona da birileri, hemen bölgeden uzaklaşabilsin diye köşe başında bir bisiklet verdi.
Ben hala basamakların üstünde, yaşadığım heyecan nedeni ile dona kalmıştım. Heykel gibiydim… Kemal Deniz bey kapıya kadar geldi ve dışarı bir göz attı. Son derece soğukkanlıydı. Hiçbir telaş gösterisinde bulunmadı, paniklemedi de. Yerde yarı yüzükoyun yatan adama kaçamak bir bakış fırlattı ve “Bedasi’yi kim vurdu acaba” gibi veya da ona benzer sözcükler çıktı ağzından, hepsi o kadar. Sonra da bana döndü ve “Sen hemen arka yollardan eve git. İngiliz Polisleri gelince seni görmesinler. Gördüklerini de kimseye söyleme sonra başın derde girer” diyerek beni girdiğim şoktan çıkardı ve oradan uzaklaşmamı sağladı.
Ben giriş kapısının kenarına bıraktığım bisikletimi kaptığım gibi önce hızla Mecidiye Sokak tarafına sürdüm, oradan Abdi Çavuş Sokağa döndüm, oradan da ara yolların içinden gözden kayboldum. Eve de çok uzak bir yoldan birkaç saat sonra ancak dönebildim.
Döndüğüm zaman bir müddet ağzımı açmadım, daha doğrusu açamadım. Sonra da, 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatı sonrasında Gazimağusa’nın ilk Belediye Başkanı seçilecek olan rahmetlik ağabeyim Bora Atun’a gördüklerimi anlatmak amacı ile korka korka, kalbim küt küt atarak yanına gittim.
Ağabeyim herhalde yüzümden ve tavırlarımdan olağan dışı bir şeyler olduğunu veya da sıra dışı bir olay yaşadığımı anlamış olmalı ki, her zaman ki şakacı yaklaşımını bir kenara bırakıp, gayet ciddi tavırlarla bana ne olduğu sordu.
Konuyu anlatmak için ağzımı açtım ama ne ses çıktı ne de bir seda ağzımdan. Yaşadığım olay kafamda bir sinema şeridi gibi geçiyordu ama kafamın içinde seyrettiğim bu filmi bir türlü sözlere döküp anlatamıyordum. Kekemeye dönüşmüş olsam neyseydi ama tam bir dilsiz olmuştum……
İşte 22 Aralık 1963 gecesi, silah sesleri altında korku ile dolu yaşadığım o dakikalar içinde bir an, 4 yıl önce yaşadığım bu olay sinema şeridi gibi gözümün önünden geçmişti. Kaderde silahla tanışmak, silahla yaşamak ve savaşmak da varmış demek ki, hepsini zamanı gelince sıra ile yaşadım…..
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
8 Ocak 2016