Önce, yeni gelen kitapları iyice karıştırmış, sonra da neredeyse hepsini ezbere bildiğim bir sene evvel ve çok daha önceleri gelmiş kitaplara tek tek göz attıktan sonra gözüme kestiklerimi alıp Kemal beye 2 şilin ödemek üzere kasa olarak kullanılan bankoya yöneldim. O dönemde 2 şilin iyi bir paraydı. Sarayönü’ndeki seyyar sandviççilerden bolibifli (kutu eti) sandviç ve bir bardak ayran bir şiline, yani 10 Kıbrıs kuruşuna alınabiliyordu. 20 sigaralık bir paket Craven A de sanırım 12 kuruştu.
Kemal beyin kitabevinde kasa olarak kullanılan bankonun hemen yanında da Cumhuriyet sokağa açılan 2’nci bir kapı yer almaktaydı. Genelde kitabevine giriş Mecidiye Sokak’taki kapıdan yapılır, çıkış da Cumhuriyet sokağa açılan kapıdan olurdu. Günümüz kavramlarına göre küçük, o günün koşul ve anlayışına göre de büyük bir dükkandı Kemal beyin sahibi olduğu kitabevi. Neredeyse başka hiçbir dükkanda böylesi, biri giriş, diğeri de çıkış için kullanılan iki kapı bulunmamaktaydı.
Kitaplarımın parasını ödedikten sonra Cumhuriyet Sokağa açılan kapıya yöneldim. Kapıdan yola üç basamaklı bir merdiven ile inilmekteydi. Adımımı dışarı atar atmaz da yaşamın bir başka yüzüyle karşı karşıya geldim ve benim için de “hayatımın ilk büyük deneyimi” diyebileceğim bir olayla karşılaştım.
Kafam yeni aldığım kitabın içine adeta düşmüş gibi satın aldığım kitabın sayfalarını merdivenin ilk basamağında durup karıştırırken önce adeta haykırır gibi bir ses duydum. “Be İsmail Bedasi” diye birine sesleniyordu bağıran adam. Adı Cumhuriyet sokak olan yolda, o saatlerde en fazla üç-dört kişi bulunmaktaydı. “Be İsmail Bedasi” diye seslenen adamın yanında birisi daha vardı ve bana göre yaklaşık sekiz-dokuz metre sağ tarafımda, yolun da Kemal beyin kitabevinin olduğu tarafından bana doğru yürümekteydiler veya durmaktaydılar. Adının “İsmail Arif Bedasi”, lakabının da “Galeci” olduğunu sonradan öğrendiğim adam ise bana daha yakındı ve iki-üç metre sağ tarafımda yolun ortasında, yüzü Mecidiye sokağa taraf dönük yürümekteydi.
İsmail Arif Bedasi kurşuni renkli bir pantolon giyiyordu. Gömleğinin rengini hatırlamıyorum ama sanırım beyazdı ve kısa kolluydu. Kendisine seslenen adamların her ikisi de, genelde İngiliz askerlerinin yazın giydiği, etrafı çepeçevre yuvarlak ve kenarları aşağı doğru sarkan, genelde güneş altında çalışan işçilerin, çiftçilerin veya da ava giden kişilerin giydiği haki renkli bez şapkalardan giyiyorlardı. Pantolon ve gömlek renklerini nedense hiç hatırlamıyorum. Net olarak hatırladığım her ikisinin de bıyıkları olduğu idi. Her ikisinin de bıyıkları siyah renkli, dudakları üzerinde ince bir çizgi şeklindeydi. Herhalde dönemin gençleri arasındaki modaydı o tarz bıyık bırakmak. Yüzlerini ise net olarak görememiştim ve kendimi çok zorlamama rağmen hiçbir zaman da gözümün önüne net olarak gelmedi bu iki kişinin yüzü. Biri orta, diğeri kısa boyluydu.
İsmail Bedasi kendisine kimin seslendiğini görmek için geri döndüğünde yan yana duran iki adamdan bir tanesi, nereden çıkarttığını göremediğim silahı kendisine doğrulttu ve ateş etti. Bedasi “Ah vuruldum” diyerek Mecidiye sokağa doğru dönüp oradan uzaklaşmak için hamle yapmak isteyince bir el daha ateş etti ve sağ kalçasından vurdu kendisini. Sonra bir el daha ateş etti…
İsmail Bedasi olduğu yere, yolun ortasına yan dönerek yüzükoyun yıkıldı kaldı. Başı asfaltın ortasında sağa dönüktü. Vücudu ise arka sağ cebinden ve ön kısmından nereden çıktığını bilemediğim bir yerden asfalta kan akmaya başlamıştı. O an mı ölmüştü yoksa biraz can çekişip sonra mı ölmüştü hiç hatırlamıyorum. Zaten şok olmuştum… (devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
6 Ocak 2016
Ledra ışıklarına yönelmemin nedeni de günümüz adları ile Memduh Asaf Sokak ile İkinci Selim Caddesinin kesiştiği köşede Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğunun bulunması ve önündeki direkte de Türk Bayrağının dalgalanıyor olmasıydı. İllaki bu bayrak direğinin önünden geçecek ve Türk Bayrağına selam verecektim.
Bayrağın önünden geçerken bisikletimin pedallarına basarak ayağa kalkar ve Surlariçine gidiyorsam, yani Türk bayrağı sağ tarafımda ise sağ elimi sağ kaşımın kenarına dokundurarak, dönüyorsam, Türk bayrağı sol tarafımda ise sol elimi sol kaşımın kenarına dokundurarak çok ciddi bir şekilde selam verirdim. Bu yöntemle selam vermek benim koyduğum bir kural ve vazgeçilmez bir ritüeldi. Dönem İngiliz Sömürge dönemiydi ve sokaklarda, caddelerde direk üstünde asılı Türk Bayrağı görmek, İngiliz Sömürge Yönetimi tarafından yasaklandığı için neredeyse olanaksızdı.
Bir keresinde direkte dalgalanan Türk Bayrağına selam durmak için bisikletin üzerinde ayağa kaktığımda dengemi kaybetmiş ve bisikletin dümeni elimden kaçtığından da yolun solunda yürüyen bir kadına çarpmıştım. Hem orada eşek sudan gelene kadar dayak yemiştim hem de evde. Ama bende akıllanmak ne gezer. Ertesi gün ve diğer günlerde okula giderken gene selam durmuştum Türk Bayrağına, dayak yemek pahasına. O yaşlarda dayak yemek en korkulu cezalardandı benim için. Hem dayak yerdim, hem de harçlık giderdi. Dayağın acısı üç beş dakika sonra geçerdi ama üstüne bir de harçlık da giderdi. Bütün gün çakuletsiz (çukulata), kolasız veya da çöreksiz, kısaca ablos (hiçbir şeysiz) kalırdım.
O gün Blacky’den Kit Kat aldıktan sonra bahçesindeki direk üstünde Türk Bayrağının dalgalandığı Türk Konsolosluğu tarafına yöneldim. Direkte dalgalanan Türk Bayrağına olağan selamımı verdikten sonra yokuş yukarı doğru uzanan Sarayönü Sokak’taki köprüden Surlariçi’ne girdim.
Günümüzde rahmetlik Haşmet Gürkan’ın heykelinin yer aldığı Haşmet Gürkan sokağından geçip, Mahkemelerin önüne geldim. Oradan da dosdoğru Sarayönü’nde günümüzde Enver Eczanesinin bulunduğu yerin tam arkasındaki, Mecidiye Sokak ile Cumhuriyet Sokak’ın kesiştiği köşede o dönemde yer alan Kemal Deniz Kitabevine gittim.
Rahmetlik Kemal bey içerdeydi. Beni görünce başımı okşamış, “Hoş geldin” demişti. Akıcı bir Türkçe ile konuştuğum için beni çok severdi Kemal Bey… Aradan uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen Milletvekili seçimini kazanarak milletvekili seçildiğim Mağusa Mahkemesi Başkanı tarafından resmen açıklandığı gün bana ilk tebrik mesajını telgrafla rahmetlik Kemal Deniz bey göndermiş, sonra da bir sohbette bana Milletvekilliği yaptığı dönemde edindiği deneyimlerini nasihat olarak aktarmıştı. Nurlar içinde yatsın, mekanı Cennet olsun.
Benim 11 yaş gözlemlerime göre kitabevinin üç bölümü vardı. Mecidiye sokaktaki kapıdan içeri girilince, sağda kitapların yer aldığı bölüm, solda Tom Miks, Teksas gibi mecmua ve gazetelerin bulunduğu yer, karşıda da paranın tahsil edildiği kasa yeri ve kırtasiye malzemeleri bulunurdu.
Kitapların olduğu bölüm de kendi içinde ikiye ayrılırdı. Yeni gelen kitaplar giriş kapısına yakın yerde, bir evvelki sene gelmiş olanlarla, indirimde olan kitaplar da hemen onun devamında, içeri doğru giden bir banko ve raf içindeydi.
Önce, yeni gelen kitapları iyice karıştırmış, sonra da neredeyse hepsini ezbere bildiğim bir sene evvel ve çok daha önceleri gelmiş kitaplara tek tek göz attıktan sonra gözüme kestiklerimi alıp Kemal beye 2 şilin ödemek üzere kasa olarak kullanılan bankoya yöneldim. O dönemde 2 şilin iyi bir paraydı. Sarayönü’ndeki seyyar sandviççilerden bolibifli (kutu eti) sandviç ve bir bardak ayran bir şiline, yani 10 Kıbrıs kuruşuna alınabiliyordu. 20 sigaralık bir paket Craven A de sanırım 12 kuruştu.
Adımımı dışarı atar atmaz da yaşamın bir başka yüzüyle karşı karşıya geldim ve benim için “hayatımın ilk büyük deneyimi” diyebileceğim bir olayla karşılaştım. …. (devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
4 Ocak 2016
Ankara Devlet Tiyatrolarında izlemiştim Azizname’yi. Aziz Nesin’in eserleri bir oyunda toplanmış. Kara mizah türünde, şahane bir oyundu. Yücel Erten, Rüştü Asyalı, Ahmet Mümtaz Taylan, Hüseyin Avni Danyal’ lı kadrosuyla 4 yıl kapalı gişe oynamıştı. Aziz Nesin’in bu oyunu seneler öncesinden bugünü anlatmış. Ve onca yıl içinde bir şey değişmemiş insan fıtratında. Hele bir solculuk kısmı var ki, kopyala, bugüne yapıştır. Zerre fark yok bugünle.
İzleyenler bilir ama izlemeyenler için aklımda kaldığı kadarıyla özetleyeyim; Gençten bir çocuk… Fakir bir aileden gelme. Üniversite çağında tam bir sosyalist. Kapitalist düzene lanetler yağdırıyor, yaşasın komünizm nutukları atarak geziyor. Gel zaman git zaman işleri yaver gidiyor, yavaştan yavaştan para kazanmaya başlıyor. Biraz biriktir, biraz aklını kullan derken ülkenin önemli fabrikatörleri arasına giriyor. Emrinde adam çalıştırmaya başladığında bizim eski solcu, “canım şu kapitalist sistem de pek fena bir şey değil… Çalışsınlar, onların da olsun” demeye başlıyor. İşler büyüdükçe, kapitalist sisteme övgüler artıyor, sosyalizm yerden yere vuruluyor. Derken rüzgar tersine dönüyor, eski solcu fabrikatörün işleri bozuluyor. Tabi işlerle beraber siyasi görüşleri de değişiyor fabrikatörün. Yeniden fabrika ayarlarına dönüyor, sermayeye küfretmeye, “emek, bölüşme” nutukları atmaya başlıyor.
Yani, şimdilerde sosyal medyada paylaşılan “feminizm kocayı, komünizm parayı bulana kadardır” sözünün tiyatro oyunu haline getirilmişi…
***
Hükümet uzunca bir süredir su tartışmalarının ara finalini yaşıyor.
Türkiye, suyun yönetimi konusunda yapılan anlaşmaya uymayan KKTC’yi ufak yollu uyarıyor, parayı keserek.
Basit bir mantıkla baktığınızda KKTC’nin tepkilerini haklı bulabilirsiniz. “Kendi ülkesi canım, elbette o dağıtacak” demeniz normal ama kazın ayağı öyle değil. Türkiye bu parayla terbiye işinde yerden göğe haklı. Niye mi? Su çalışmalarının sürdüğü 5 yıl boyunca parmaklarını kıpırdatmayanlar-Bakanlıklar, belediyeler, üniversiteler, sivil toplum örgütleri dahil- iş bitince dağıtma yani rant kısmına talip oldular. Suyu dağıtmak için gereken altyapının maliyetini düşünseler zaten böyle bir teklif yapamayacaklar ancak düz mantıkla baktıklarından ötürü kafalarından geçen, “zaten bizim sularımızı dağıttığımız borular yok mu. Onlardan akıtırız olur biter!”
Oysa kabataslak 600 milyon liralık yatırım gerektiği söyleniyor dağıtım için. Çünkü bunun arıtılması var, İçme suyunun arıtma tesisinden yerleşim bölgelerine ve bu bölgelerdeki dağıtımında kullanılacak boruların ‘ductilefond’ çelik döküm boru olması var, su kaybının önlenmesi için çalışmamalar var, içme suyu sistemi ile birlikte kanalizasyon sisteminin yenilenmesi var, atıksu tesisinin yapılması var, var da var…
Bu para tabiî ki de ne devlette var, ne de -çoğu batık- belediyelerde.
Zaten olsa bile atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş.
Yıllar önce imzalar atılmış, şartlar konmuş, suyun yönetimi Türkiye’ye verilmiş.
Geçtiğimiz aylarda Ankara’da düzenlenen “KKTC Su Temin Projesi ve Doğu Akdeniz’de Değişen Dengeler” Çalıştayı’nda konuşmacıların ortaya koyduğu veriler ve yaptıkları çalışmalar, bugünkü tartışmaların ne kadar boş olduğunu anlatıyor. Elimize tutuşturulan dosyanın üzerinde bir komite adı yazıyor. “Suyun Dağıtımı Komitesi” Ne zaman kurulmuş dersiniz: 2010 yılında! Suyun gelmesi için temellerin atıldığı ama buradan birçoklarının inanmayarak dalga geçtiği yılda. Herşey bilimsel temellere göre hazırlanmış. Tüm olumsuzluklar takip edilmiş, en sağlıklı sonuçlar için gece gündüz çalışmışlar. Dosyada uykusuz geceler yok ama binlerce sayfalık çalışmaların özeti var. Bize gelen suyun geçtiği güzergahın topografisini bizden iyi biliyorlar.
Ki yukarıda da söylediği gibi zaten atı alan Üsküdar’ı geçmiş. KKTC hükümeti Türkiye’ye suyun dağıtımının yap-işlet-devret modeliyle yapılacağına dair taahhüt vermiş. Dönemin başbakanı İrsen Küçük ile TC Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay bu konuda protokol imzalamış, DP-UG ile CTP koalisyon hükümeti de aynı protokole imza koymuş.
Anlaşmaların altında hem UBP’nin, hem CTP’nin hem de bundan önceki CTP- DP-UG Hükümeti adına Özkan Yorgancıoğlu’nun imzası var. Yani imza Meclis’teki üç partiyi de bağlıyor.
Durum böyleyken CTP Genel Başkanı Mehmet Ali Talat’ın birilerine hoş görünme adına yaptığı konuşmaların yarattığı sonuç sadece “pişmiş aşa su katmak” olarak nitelendirilemiyor. (Suyu biz yönetmeliyiz diyen aynı Talat, Türkiye’nin önceki protokolde ayda 30 milyon TL verme yönündeki taahhüdünü yerine getirdiğini, sorunun reformlara bağlı aktarılacak olan kaynaklarla ilgili olduğunu, reformların hiç biri yapılmadığı için Türkiye’nin parayı vermediğini söylemişti.)
İki ülkenin anlaşamadığı su yönetimi konusu sadece memurların 13’üncü maaşını etkilemiyor, hükümeti çatır çatır sallıyor. Türkiye, “anlaşmanın arkasında dur, paranı al” diyor açıkça. Ki bir devlet olmanın koşulu da bu.
Yılın son gününün sorusu şu: Peki şimdi ne olacak? CTP’nin “ben Türkiye’ye karşı dik durdum, onun için 13. maaşlar ödenmiyor” sözleriyle yaptığı Don Kişot’luk, sol düşüncenin namusunu mu kurtaracak? CTP ve “Türkiye ne seni, ne paranı” diyen bilumum zatlar CTP’ye destek verecek mi? Özetle, 13. Maaşlar ve para konusu solcuların imtihanı olmuş durumda, zira sağcılar zaten attıkları imzanın ve yaptıklarının arkasındalar…
Yurdagül ATUN
Müthiş bir geceydi ve elimizde silah olmamasına rağmen kahramanca direnmiş, mevzilerimizi terk etmemiştik. Neyse ki onlarca kez ateş etmelerine rağmen bana isabet ettiremediler ve hiçbir yara almadım o silahlı çatışmada.
Ertesi sabah gün ışırken, gece bana doğru açılan ateşte arkasına sığındığım 3. kattaki terası çepeçevre çevreleyen parapet duvarının kuzey batı köşesinin ne hale geldiğini görmek için uykulu uykulu yukarı çıkmış, terasa kapısından sürünerek çıkıp, düşmana hedef göstermeden saklandığım köşeye kadar gitmiştim. Artık serde Mücahit olmak vardı ve çok dikkatliydim. Düşmana hedef olmadan hareket etmeyi de öğrenmeye başlamıştım. (İstersen öğrenme…)
Etrafı iyice incelemiş, didik didik etmiştim ama ne bir saçma izi, ne de mermi deliği görebilmiştim benim arkasına saklandığım, daha doğrusu sindiğim köşenin dış yüzeyinde. Herhalde beni ıskaladı, tüm mermileri de boşa gitti diye düşündüm günün ilerleyen saatlerinde binanın geri kalan kısmını inceleyene dek.
Öğleye doğru bir fırsatını buldum ve lise binasının çepeçevre tüm dış duvarlarını sürüne sürüne inceledim. Duvara gömülmüş saçmalardan ve kırılan pencerelerden anladığım kadarı ile sadece alt kat pencerelerine ateş etmişti Rum polisler. Herhalde bizden, özellikle de benden korkmuş olmalılar ki, terasa doğru hiç ateş etmemişler.
Bunun ve ileriki aylardaki deneyimlerimin faydasını hem 1970 yılında mücahitliğimi yaparken (askerlik), hem de mücahit olarak katıldığım 20 Temmuz 1974 günü başlayan Mutlu Barış Harekatında bol bol gördüm. Çatışmalarda düşmanın sıktığı mermilerin tümünün bana doğru gelmediğini artık iyice öğrenmiştim. Zaten bir tanesi bile gelmiş olsaydı, şimdiye hayatta olmaz, bu yazıyı da yazamazdım…
22 Aralık 1963 gecesi, silah sesleri altında korku ile dolu yaşadığım o dakikalar içinde bir an, 4 yıl önce yaşadığım bir olay sinema şeridi gibi gözümün önünden geçmişti. O vakit daha 11 yaşındaydım ve bende hayat boyu iz bırakacak bir silahlı çatışmaya göz şahidi olmuştum istemeden.
1959 yılının sonbaharının burnunu gösterdiği Eylül ayının bir sabahı Lefkoşa, Köşklüçiftlik’te Doros Sokak (Sabri Kazmaoğlu Sokak) No. 14’deki tek katlı evimizden çıkıp Sarayönü’ne gitmek üzere bisikletime binmiştim. Amacım eve gazete almak ve de fırsattan istifade Kemal Deniz kitabevine yeni gelen kitaplara bakmaktı. Bu güzergahım hiç şaşmazdı.
Bizim sokak bitince sola Osman Paşa Caddesine döner, Caddenin sonuna doğru, şimdiki KKTC Meclisinin yan kapısının çaprazındaki, Osman Paşa Caddesi ile Servet Somuncuoğlu Sokak’ın köşesinde yer alan ünlü bakkal Blacky’den 2 kuruşa Kit Kat alır, sonra da Ledra ışıklarına doğrulurdum.
Ledra ışıklarına yönelmemin nedeni de günümüz adları ile Memduh Asaf Sokak ile İkinci Selim Caddesinin kesiştiği köşede Türkiye Cumhuriyeti Konsolosluğunun bulunması ve önündeki direkte de Türk Bayrağının dalgalanıyor olmasıydı. İllaki bu bayrak direğinin önünden geçecek ve Türk Bayrağına selam verecektim…. (Devam edecek)
Tüm okuyucularıma sağlık, mutluluk ve huzur dolu yeni bir yıl diliyorum….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
1 Ocak 2016
Yurt binasına gelen abimiz bize artık çok büyük görevler düştüğünü, olası bir silahlı çatışma durumunda çok önemli bir yerde olduğumuzu ve nöbet tutmamız gerektiğini söyledi. Müdürün zemin kattaki odasında siyah bir telefon vardı. Çevirmeli tuşlu olanından. Bir arkadaşımız telefonun başında oturacaktı. Diğeri Müdür odasının kapısının önüne konacak sandalyede. Diğerleri de birbirlerini görecek ve duyacak şekilde, binanın içinden 3. katta bulunan terasa çıkan merdivenin başında ve sinilerde (sahanlıklarda) oturacaklardı. Rum tarafında, özellikle de Rum Polis Merkezinde olağan dışı bir hareket görürsek hemen birbirimize seslenecektik. Telefondaki arkadaş da kendisine verilen numarayı arayıp bilgi verecekti.
Tüm arkadaşlar ilk nöbet tutmak heyecanımızı 21 Aralık gecesi yaşadık. Hayatımın ilk askeri görevini 15 yaşında gerçekleştirmiştim. Artık adımız “Mücahit” idi. Gerçekte “Mücahit” kelimesini de hayatımda ilk kez o gün duymuştum. Arapça ile daha tanışmadığım için de manasını hiç bilmiyordum. Çok sonraları “Cihat için savaşan asker” manasına geldiğini öğrenecektim.
Bütün gece boyunca nöbet tuttuk. Saatler hiç geçmiyordu. Bırakın saatleri, dakikalar bile geçmiyordu. Hava ayaz, binanın içi de buz gibiydi. Ama biz artık Mücahit olduğumuz için hiç üşümüyorduk. Soğuk bize asla işlemezdi. Göz kapaklarımız kurşun gibi ağırlaşmış olsa dahi hiç uyumadık o gece. 22 Aralık sabahı güneş birazcık ışıyınca rahat bir nefes aldık. Nasıl olsa korkak Rumlar cesur Türklere, gündüz vakti saldırmaya cesaret edemezlerdi.
Bütün bir Pazar günü, terasta ve merdiven sinilerinde nöbet tutmakla geçti. Pek bir olay yaşamadık o gün. Akşam olunca, yanı başımızdaki polis Merkezinden bağırmalar, küfürler ve silah sesleri gelmeye başladı. Gecenin karanlığı içinde, Polis Merkezinin arka tarafından hızla çıkarak koştuğunu varsaydığımız birkaç kişi, Namık Kemal Lisesi’nin etrafı açık futbol sahasının içinden koşarak geçtiler ve küçük tepeyi hızla çıkarak çam ağaçlarının arasında kayboldular. Arkalarından koşan ve ellerinde av tüfeği olduğunu sandığımız birkaç kişi de onları kovalıyordu. Kaçanlar, göz açıp kapayıncaya kadar önlerindeki küçük tepeye tırmanıp koyu karanlığın içinde gözden kaybolunca, onları kovalayanlar küçük tepenin eteklerine geldiklerinde durdular ve tepeye tırmanmaya gerek duymadılar. Futbol sahasının kuzey tarafındaki kale direğinin oralarda kendi aralarında bir şeyler konuştuktan sonra okula taraf döndüler ve “Zito Enosis” (yaşasın Yunanistan’a ilhak) diye bağırarak içinde olduğumuz lise binasına ateş etmeye başladılar. Ben diyeyim yirmi kez, siz deyin beşyüz kez. O heyecan ve korku içinde kim kaç el ateş ettiklerini sayabilirdi ki.
Bu hengame içinde aramızda altına eden var mıydı bilmiyorum ama ben korku ile karışık büyük bir heyecan yaşamış olmama rağmen etmemiştim. Tek taraflı bir silahlı çatışmanın tam ortasındaydım. Av tüfekleri ile ateş eden Rum polislerin beni gördüklerini, tüfeklerini bana doğru doğrultarak beni hedef aldıklarını ve ellerindeki tüm mermileri de bana sıktıklarını sanıyordum.
Hepimiz pencerelerin altına veya da parapet duvarlarının arkasına sinmiş onları seyretmeye çalışıyorduk. Yanan herhangi bir lamba yoktu ve okul binası tamamen karanlık içindeydi. Herhalde dıştan bakınca binayı kapkaranlık gördüler ve de okul tarafından kendilerine karşı ateş edilmediği için de, binanın içinde hiç kimsenin olmadığını düşündüler. Mermileri bitene dek ateş ettikten sonra da güle oynaya gerisin geriye polis merkezine döndüler.
Müthiş bir geceydi ve elimizde silah olmamasına rağmen kahramanca direnmiş, mevzilerimizi terk etmemiştik. Neyse ki onlarca kez ateş etmelerine rağmen beni hiç tutturamadılar ve hiçbir yara almadım o silahlı çatışmada… (devam edecek)
Tüm okuyucularımın yeni yılını kutlar, mutluluk, saadet, sağlık ve huzur dolu yeni bir yıl dilerim.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
30 Aralık 2015