Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçiliği Kıbrıs Türk halkının kullanımına yönelik her akılcı projeye mali destek veriyor.
Türkiye Cumhuriyeti Lefkoşa Büyükelçiliği bu mali desteği her sene artan bir şekilde kendi bütçesi içine koyuyor ama proje üretemeyen bürokratlarımız nedeniyle de her yıl milyonlarca TL kullanılmadığı için geri gidiyor.
Oysa ihtiyaçlar öylesine çok ki…
Tam 23 yıldır KKTC’nin en büyük üniversitesi olan Yakın Doğu Üniversitesinde görev yapıyorum. Yıllardır her sabah aracımla Mağusa’dan ve Girne’den Lefkoşa’ya gittim. Sabah’ın trafik keşmekeşi 23 yıl boyunca her yıl daha da artan boyutlarda gelişti. Bu konuda yazılar yazdım, öneriler yaptım ama dikkate alan hiç olmadı. Halen Girne’de ikamet etmekteyim.
Yakın Doğu Üniversitesinin öğrenci sayısı 25 binleri geçti ama Lefkoşa Atatürk Kültür Parkı Fuar’ının yer aldığı kavşak hala ilk gün yapıldığı hali ile duruyor. Mevcut trafiği kaldırması neredeyse olanaksız olmasına rağmen ne bir el uzatan oldu, ne de iyileştirme yoluna gidildi.
2014 yılının Mayıs ayında üniversiteyi ana yola bağlayan yollar su boruları döşemek için kazıldı ve darmadağın edildi. Aylarca sürülmüş tarlaya dönmüş yollarda araç kullanmak zorunda bırakıldı Yakın Doğu Üniversitesinde çalışanlar ve öğrenciler. Neredeyse bir buçuk yılı bulan bu zaman dilimi içinde herhalde milyonlarca TL yedek parça ve lastik alımına harcandı ama karayolları bu fırsatı yolda ve trafik düzeninde iyileştirmeler yapabilmek için değerlendiremedi. Halbuki orada doğu yönünden batı yönüne giden araçların Fuar alanı kavşağından kuzeye, yani üniversiteye dönüşünü tıkanma olmadan sağlayacak alt geçit sistemi bu dönem içinde yapılabilirdi. Aylarca söz konusu kavşak kazı nedeni ile kullanılamaz durumdaydı. Projesi yapılsaydı, T.C. Yardım Heyeti buna kaynak yaratabilirdi.
Aynı sorun Gönyeli Kavşağı ile Kemal Aksay Caddesini Dr. Fazıl Küçük Bulvarı’na bağlayan, kuzey tarafında petrol istasyonunun yer aldığı kavşakta da yaşanmakta.
Özellikle Kemal Aksay Caddesini Dr. Fazıl Küçük Bulvarı’na bağlayan kavşakta iyileştirmek yapmak zeminin ve çevrenin uygun olması nedeni ile çok kolay. Kemal Aksay Caddesinden kuzey yönünde, Dr. Fazıl Küçük Bulvarına doğru ilerleyen bir aracın, yolun darlığı nedeni ile kuzeye ve batıya doğru gitmek için trafik ışıklarını bekleyen araçların arasında sıra beklemesi gerekmekte. Kavşağın sadece 1.5 metre veya tercihen 2.5 metre doğuya doğru kaydırılmasının, oradaki trafik yoğunluğunu asgari olarak üçte bir oranında azaltacağı kesin. Yolun kendisinin değil, sadece bordürlerin kaydırılacağı bu iyileştirme için projesi de yapılabilir, kaynak da yaratılabilir.
Gönyeli çemberi ise tam bir zaman kaybetme, boşuna yakıt harcama tuzağı. Sabahları ve akşam üzerleri bu tuzağa ister istemez düşerseniz zaman kaybınız en azından toplam 20 ile 30 dakika arası, yakıt kaybınız da asgari 2 Litre. Gönyeli çemberinin çözümü, diğerlerine kıyasla çok daha zor. Yoncalı alt geçit yapmaktan başka çare yok gibi gözüküyor.
Bir de beni her gün üzen, Lefkoşa-Boğaz bölgesi arasında inşa edilmiş olan KKTC boyutlarına göre bir kasabadan daha da büyük boyutlardaki Bulut Apartmanlarında (tam adını bilmiyorum) yaşayan insanların çektiği trafik çilesi. Her kim ise hangi daire ise hangi bakanlık ise burada yaşayan insan topluluğunu yok farzetmiş ve ana yola çıkışlarını da yasaklamış. İzinler alınmış, orada koskoca bir kasaba inşa edilmiş ama ilgili Bakanlık, bu bölgenin ulaşım sorununu çözeceğine yasak getirerek, halının altına süpürmeyi tercih etmiş. Her sabah üniversiteye giderken, son derece tehlikeli bir şekilde bariyerlerin üzerinden atlayarak ana yolun içinde toplu taşıma aracı bekleyen onlarca öğrenci görüyorum. Bu kasaba büyüklüğündeki yerleşim yerinde yaşayanların kullanımına yönelik, toplu taşıma aracı bekleyebilmeleri için bir tane bile olsun üzerinde durağı olan bir cep dahi yapılmamış.
Bu, soruna çare bulmak yerine nasıl bir yasaklama zihniyetidir, nasıl bir cezalandırma mantığıdır anlamış değilim.
Devletin görevi sosyal amaçlı konularda yasak getirmek değil, çözüm bulmaktır. İlgili bürokratlarımızı bu konuda acil olarak göreve çağırıyorum.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
16 Ekim 2015
Yurdagül ATUN
Ortadoğu’da birbiri arkasına gelişen olaylar bir yolun kilometre taşları.
Dünya, büyük güçlerin ellerinde yeniden şekilleniyor. Uluslararası aktörler, medyaları, akademisyenleri, sivil toplum kuruluşları bu değişimde önemli rol oynuyor.
Siyaset bilimcilere göre Irak ve Suriye İslam Devleti’nin (IŞİD) bir sonraki hedefi Kafkasya. Bu bölgedeki teröristlerin gözü Kuzey Kafkasya’ya, özellikle de -Türkiye’ye, İran’a ve Hazar Denizi üzerinden Orta Asya’daki eski Sovyet Cumhuriyetlerine kapı açan önemli coğrafik konumu ve petrol zenginliği nedeni ile- Azerbaycan’a dönmüş durumda.
Geçtiğimiz günlerde oturup uzun uzadıya sohbet ettiğimiz Suriyeli siyaset bilimci arkadaşımızın söyledikleri karşısında irkildiğimi söylemeliyim. Küresel aktörlerin müdahaleciliğinin son sürümünü kullandıklarını belirten arkadaşımın anlattıklarını noktasına virgülüne dokunmadan aktarıyorum; “Bu yılın Ocak ayında IŞİD liderliği, silahlı çatışmaları Azerbaycan’a kaydıracakları konusunda açıklama yapmıştı. Bölgede halen herhangi bir askeri hareketlilik başlamış değil ama bu amaçla yapılan hazırlıklar süratli bir şekilde devam etmekte. Azerbaycan’daki IŞİD grubuna yeni militanlar kazandırma çalışmaları ve bu ülkenin vatandaşlarının Irak ve Suriye’deki askeri operasyonlara katılmaları, Bakü yönetiminin radikal İslami partilerin faaliyetlerini fiilen yasaklamış olmasına rağmen ‘Radikal İslamcıların’ o bölgede faaliyette bulunabildiklerini göstermektedir.
Uzmanlar, 1990’lı yılların ortasında başlamış olan radikal İslam’ın Azerbaycan’da yayılması sürecinin içinde Suudi Arabistan’ın aktif bir rol oynadığına inanmaktalar. Çok sayıda hatip bu ülkeden Azerbaycan’a geldi ve ellerindeki paranın gücü ile geniş Vahabi cemaatlerinin kurulmasını sağladı. Ülkenin laik yapısı hatiplerin başarılı olmasına büyük katkıda bulundu. İslami bilgileri üst düzeyde olmayan Azerbaycan toplumunda İslam’ın temel ilkelerinin çok az bilinmesi, ülkeyi ziyaret eden hatiplerin çok başarılı olmasına yol açtı. Birçok analizci ve siyasi bilimci, daha evvelden ülke içinde çok etkin olan geleneksel Şii toplumunun erimesinin nedeninin bu faaliyetler olduğu konusunda hemfikir.
ABD Azerbaycan’da radikal İslam’ı geliştirmeye çalışıyor
ABD’nin aktif olarak radikal İslam’ın Azerbaycan’da gelişmesi için çabalaması işleri daha da kötüye götürdü. Bu nedenle de Washington, her yıl giderek artan bir şekilde Bakü Yönetiminin “dini özgürlükler ihlali” konusuna odaklanmaktadır. ABD’nin Dışişleri bakanlığı ve Dünya Üzerindeki Dini Özgürlükler Komisyonu (USCIRF) her yıl bu konu ile ilgili raporlar hazırlamaktadır. Düzenli ve çok ağır bir şekilde Azerbaycan Yönetimini, merkezin sağında veya solunda yer alan dini grupların üyelerine hazırlık tahkikatı başlatmasına, din ile ilgili kitapların dağıtılmasına mani olmasına ve bu grupların hayata geçirdikleri kurumların çalışmaması için yerine getirilmesi olanaksız koşullar koyması nedeni ile eleştirmektedir.
“Washington, Azerbaycan yönetimini devirme niyeti ile ilgili gerçekleri saklıyor”
Aynı zamanda ABD Dışişleri bakanlığı temsilcileri, Washington’un Azerbaycan yönetimini devirmek niyeti ile ilgili gerçekleri saklamamakta ve Bakü’deki Amerikan Elçiliğinin yerel dini gruplarla ilişki kurduğunu kabul etmektedirler. Şaşılacak bir rastlantıyla, Washington’un Azerbaycan üzerinde kurduğu baskı ile ülkede, ABD tarafından koruma altına alınmış olan radikal İslam’ın yükselmesi aynı döneme tesadüf etmekte!
ABD’nin Bakü’ye karşı aldığı geliştirilmiş tedbirler, yerel radikal dincilere güven vermektedir. Bunların kurdukları iki gruptan, “Mesha Gardashlary” (Orman Kardeşleri) ve ‘Jayshullah’ (Allah’ın Ordusu) Cumhurbaşkanı İlham Aliyev rejimine karşı savaş başlattıklarını açıklamışlardır.
Cihatçıların Bakü’deki bazı Batılı devletlerin ve İsrail’in Büyükelçiliklerine süreğen saldırılarda bulunması IŞİD tehlikesinin ciddi olduğunu ortaya koymaktadır. Ülkede hali hazırda radikal İslam dikkate alındığı vakit tehlikeli arz eden bölgeler ve şehirler bulunmaktadır. Hatta ülke içinde silahlı başkaldırıda bulunmaya hazır gruplar dahi bulunmaktadır.
IŞİD liderleri, Hazar Denizi’ndeki petrol kaynaklarına gereksinim duyduklarını açık olarak belirtmektedirler. Artan bir şekilde Türkiye ve Avrupa ülkelerindeki tüketicilere doğalgaz ihraç eden Azerbaycan’daki istikrarı bozmak girişimleri için bu nokta çok önemli olabilir. İç çatışmaların olası bir yükselmesi bu doğalgaz akışını olumsuz etkileyecektir.
İçişleri Bakanı Abdul Wahid Khudayar Ahmad, IŞİD’in paralı askerlerini Azerbaycan’dan toplayarak onlara övgüler düzdü ve sonra da kendi hükümetlerine karşı koyma konusunda kendilerini yüreklendirdi. Ahmad, Bakü’nün “efsanevi petrol yataklarından” bahsetmeyi de unutmadı, İkinci Dünya Savaşı’nda da Nazi Almanya’sının bu petrol yataklarını istediğini de hatırlattı ve ‘Hiç şüphesiz ki, Azerbaycan ve onun doğal kaynakları İslam dünyasına aittir’ dedi.
IŞİD liderleri, hiç Rusya toprakları içinde yer alan ve Azerbaycan’a doğru uzanan Volga bölgesindeki, Kırım’daki ve Kuzey Kafkasya’daki yoğun Müslüman yerleşim bölgeleriyle ilgili planlarını saklamak gereğini duymadılar. Türkiye’nin ve İran’ın engel yaratmalarından dolayı bu yöreleri direkt olarak işgal etmek mümkün değildir. Bu nedenle de ‘İslami Devrim’ kıvılcımını Azerbaycan içinde yakmak daha kolay olacaktır. Azerbaycanlı Vahabiler, Cihad ile ilgili ideolojik ve askeri deneyim bilgilerini IŞİD’in çeşitli kademelerinde görev yaparken aldılar ve evlerine döndüler. Suriye’de sahnelenen senaryonun aynısını kendi ülkelerinde tekrar etmeyi deneyeceklerdir.”
14 Ağustos 1974 günü Mutlu Barış Harekatı’nın ikinci aşaması başladığında, bugün adı Yıldırım olan Milya köyünde oturan sözüm ona kahraman EOKA’cılar, hızla Mağusa’ya doğru yola çıkmış olan Türk Silahlı Kuvvetlerine ellerindeki son model silahlarla karşı koyup kahramanca dövüşmeyi seçeceklerine, Atlılar Muratağa, Sandallar köylerine oturan silahsız ve en küçüğü 16 günlük, en yaşlısı da 96 yaşında olan masum insanları bebek, çocuk, kadın yaşlı demeden hunharca şehit edip sonra da tabanları yağlayarak son hızla kaçmayı tercih etmişlerdi.
15 Ağustos 1974 günü, Türk Silahlı Kuvvetleri Mağusa şehrine ulaştıktan sonra kendiliğinden oluşan sınır hattının kuzeyinde kalan köyler tek tek taranıp teslim alınmıştı. Ben de 7 kişilik ekibimle İskele’den (Trikomo) başlayarak Dip Karpaz köyüne kadar tüm Rum köylerine tek tek giderek, hepsini resmen teslim almıştım. Tuzla köyünü teslim aldıktan sonra rastgele önümüze çıkan elleri silahlı EOKA’cı birkaç Rum’un peşine düşmek zorunda kalıp Boğaz bölgesindeki TSK’nin küçük bir birliğine kadar onları kovalamıştık ama aniden ortadan kaybolmuştu bu milisler. Gariplik Sandallar ve Atlılar köylerinde idi. Boğaziçi (Lapathos) ve Yıldırım (Milya) üzerinden Tuzla’ya doğru geri dönerken Sandallar ve Atlılar köylerinden geçtiğimizde ortalıkta hiçbir hareket yoktu, bunlar Türk köyleri olmalarına rağmen. Tavuklar, kediler, köpekler, eşekler bile yoktu yollarda… Ama bu bize, o telaş, her an tuzağa düşme, bubi tuzaklarına yakalanma, saldırıya uğrama düşüncelerinin verdiği olağanüstü heyecan ve tetikte olma duygusundan dolayı hiçbir mana ifade etmemiş, civar köylerdeki Kıbrıslı Türkler esir alınıp Limasol’a götürüldükleri için de topluca şehit edildikleri aklımızın köşesinden bile geçmemişti.
1 Eylül 1974 günü Atlılar, Sandallar ve Muratağa köylerinde yaşayan bebek, çocuk, kadın ve yaşlıların hiç ayırım yapılmadan topluca Yıldırım köyünden gelen üç mangalık bir Rum milis birliği tarafından katledildikleri haberi Mağusa’ya ulaşınca hepimiz büyük bir şok yaşamıştık. Neredeyse hepsini tek tek isimleri ile tanıyorduk şehitlerimizin. Sancaktarımız Kemal Servet bey ve Mağusa savunmasının kahraman ismi Tabur Komutanımız Oğuz Kalelioğlu beni hemen toplu mezarın bulunduğu yere keşif yapmak için göndermişlerdi. Kardeşlerimiz, canlarımız şehitlerimizin bedenleri daha çürümemişti ve o gün öğleden sonra başlanan ilk kazıda üst kısımlarda yer alan şehitlerimizin hemen hemen hepsinin kimliklerini de-aileleriyle birlikte- giysilerinden, ayakkabılarından ve diğer özelliklerinden teşhis edebilmiştik. Bizimle birlikte yakınlardaki Türk Silahlı Kuvvetlerinden gelen bir birlik de vardı.
Topluca, insanlık dışı bir şekilde şehit edilen kardeşlerimiz için iki yarı yerde, biri Muratağa ve Sandallar şehitlerimiz için, diğeri de Atlılar şehitlerimiz için Anıt mezar yapıldı. Üzerlerinde isimleri yazıldı ve resimleri kondu. Bir tanesi iki harekat arasında doğan bir bebeğimiz beş minik şehidimizin resimleri bulunamadığı için onların resimleri konamadı.
Şimdi “toplu mezarda yatanların kim oldukları tam olarak bilinmiyormuş ve bu nedenle kimlik tespiti yapılacakmış! Aralarında Rum da varmış” gibi saçma sapan bahanelerle şehitlerimizin yattığı ve 1963-1974 yılları arasında uğradığımız soykırımı ispatlayan anıt niteliğindeki bu toplu mezarlarımız açılacak, anıtın üzerinde isimleri yazmasına ve resimleri bulunmasına rağmen şehitlerimizin kimlikleri tespit edilecek ve tek tek, birbirlerinden ayrı olarak defnedilerek, Rumlar istedi diye “Toplu Mezarlarımız” ortadan kaldırılacak. Zira yaptıkları barbarlıkları hiç anlatmadıkları ve dünyayı haklı oldukları yalanıyla kandırdıkları için rahatsız oluyorlar bu mezalimin tanığı mezarlardan.
Biz bu tarafta uğradığımız soykırımı ispatlayan ve gözler önüne seren anıtlarımızı Rumların ayak oyunları ile ortadan kaldırırken, EOKA’nın sarsılmaz ve ebedi üyesi Rumların Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis, Lefkoşa’nın Peristerona köyünde Rum kayıplar ve ölenler için hem anıt yapılmasına ön ayak oldu hem de “Türk askeri geri gidecek, Anadolu’dan gelenler geri dönecek, Rum göçmenler evlerine geri dönecek, işgal ve istila bitecek” içerikli dört dörtlük milliyetçi bir nutuk attı.
Biz Rumlar gücenmesin anıtlarımızı diye yıkarken, Rumlar geçmişi hatırlamak ve gelecek kuşaklara hatırlatmak amacıyla anıt dikiyorlar.
Aslında bizim yapmamız gereken, bugün yıkılan daha doğrusu yıktırılan anıtlarımız yerine daha büyüğünü ve daha görkemlisini yapmak ve olası bir anlaşmaya da Şehitliklerimizin ve Anıtlarımızın sökülmesini önleyen maddeler koydurmak olmalıdır…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
14 Ekim 2015
Ankara’daki terör saldırısı, tüm evleri cenaze evine çevirdi.
Göğüskafesinin içinde kalp taşıyan her insan o acıyı, anaların, kardeşlerin, amcaların, evlatların feryatlarını yüreğinde hissetti.
Hepimizi hedef aldı o terör. Hepimiz orada olabilirdik.
Her zaman söylediğimiz bir şey vardır. Terör kimden, nereden gelirse gelsin asla ve asla desteklenemez, zaten terörü destekleyen ve medet umanların tek niyeti ülkeyi parçalamak, hedef şaşırtmak, insanları birbirine düşürmek, düşmanlık tohumları ekmektir.
Bunun başka bir sonucu olamaz. Yani şerden hayır çıkmaz.
Fikir ayrılıkları elbette olacaktır ama bu fikir ayrılıklarıyla güzeldir hayat.
Ayrıca Allah’ın verdiği canı Allahtan başka kimse alamaz, her ne gerekçe ile olursa olsun.
Dolayısıyla Ankara’daki kanlı terör olayını hükümete mal etmek taraflı olmaktan öte kasıtlı bir isnattır. Türkiye Cumhuriyeti’ni acz içinde göstermek adına planlanmış bir olaydır.
En mühimi, Suruç olayının benzeri değil aynısıdır. Bu tür eylemlerle “son zamanlarda Kürt halkının büyük bir kısmının meşruluğundan ve haklılığından şüpheye düştüğü” HDP’yi destekleyen kesimin sokaklara çıkması ve etnik hınç ve öfkenin toplumu kuşatması istenmektedir.
***
Sosyal medyada olayın en ağır kelimelerle AK Parti Hükümetine fatura edildiğini görüyoruz. Kitaplar, her terör saldırısının bir fayda temini amaçlı hayata geçirildiği söylerken, böyle bir katliamın AK Parti Hükümetine ne kazandıracağını düşünmek gerekiyor.
Veya kime ne fayda sağlayacağını…
Olayda güvenlik zafiyeti olup olmadığı tartışılabilir ama sorarım size; AK Parti Hükümeti bundan ne gibi bir fayda sağlamıştır, ya da sağlama ihtimali var mıdır?
Suruç olayının hangi partiye “oy” olarak döndüğü ortadayken, olayı devlete mal etmek aymazlıktan öte hıyanet, devleti cani, terörist gibi göstermek de, terörün, teröristin ekmeğine yağ sürmektir. Yaptığı her vahşetin, siyaset simsarları tarafından devlete mal edileceğini bilen bu hain grupların gemi azıya almasına müsaade etmektir.
Bu devlet, -AK Parti Hükümeti olur, CHP Hükümeti olur farketmez- bizim gücümüzdür. Devleti güçsüz göstermek bir yana, terörist ilan etmek, suçunu üzerinden aldığınız terör gruplarına güç verir.
Misal; bir seri katil yerine, her seferinde yanlış kişiyi tutuklayıp cezaevine koyarsanız, dışarıda kalan seri katil cinayetlerine devam edecektir, hem de daha pervasız bir şekilde.
Lafı uzatmaya gerek yok; Çok acılıyız. Birliğimizi, dirliğimizi bozmaya yeltenen karanlık güçler olduğunun farkındalığıyla hareket ederek, tek vücut olmamız gerek. Bize düşen Türküyle, Kürdüyle devletimize destek çıkarak bu oyunu bozmaktır, HDP-PKK arasındaki siyasi münasebetlerin koparılması noktasında birleşmektir. HDP PKK’ye karşı siyasi özerkliğini ilan etmeli ve terör örgütüyle bağı olmadığını göstermelidir.
Maraş’ın Vakıf malı olduğuna vurgu yapan Benter, İngiliz zamanında çeşitli şekillerde Rumlara verildiğini belirterek ekledi
“Maraş’a sahip çıkamadık”
Yurdagül ATUN
*** “Şu anda vakıflar tarihinde yapmadığı kadar hayır işi yapıyor ve tarihinde olmadığı kadar mevduatı var”
*** “Siyasilerin direk olarak müdahil olması çok ciddi sıkıntılar doğurdu geçmişte…”
*** “Çocuk okula gidene kadar üç tane bet ofisin önünden geçiyor. Elindeki 10 lira harçlığı almak isteyenlerin önünden…”
*** “1900 yılında vakıf malı Rum’a verilmiş. 1900 yılında burası İngiliz kontrolünde, o yılda kim nereye gidip şikayet edecek?”
Kıbrıs Türk Vakıflar İdaresi Müdürü Prof. Dr. İbrahim Fadıl Benter, vakıfların kuruluş amacına uygun yardım çalışmalarına başladığını ifade etti. “Ne yazık ki zamanında bizim atalarımızın bu malları niçin vakfettikleri unutulmuş. Vakıflar çalışanları bile bunun farkında değil. Biz yaptığımız eğitimlerle bunu vurgulamaya çalışıyoruz” diyen Benter, halka hayır için bırakılan malların kumarhane gibi amaçlarla kiralanmasına karşı olduklarını söyledi. Vakıf mallarının amacından uzak kullanımını “emanete hıyanet” olarak nitelendiren Benter, “bizim bir nenemiz ‘ben deniz kenarındaki 100 dönüm arazimi vakfediyorum, onun üzerine gece kulübü yapılsın’ demişse, öyle bir vakfiye varsa ben de kiralarım. Bu araziler benim babamın malı olsa istediğim kişiye kiralarım ama değil! Benim görevim o arazi veya bina ne amaç için vakfedildiyse o amaç için kullanmaktır. Başka seçeneğim yoktur. Daha önce öyle yapıldıysa yanlış yapıldı. Bu emanete hıyanettir. Değerli malını dedemiz, nenemiz belli bir amaç için vakfetmiş. Kimin hakkı var bunu değiştirmeye? Bu hırsızlıktır, yalancılıktır, üç kağıttır” dedi.
Maraş’ın Vakıf malı olduğunun belgelerle sabit olduğuna dikkat çeken Prof. Benter, vakıf mallarının çok özel durumlarda aynı değerde bir mülkle değiştirilebildiğini kaydederek, “Kapalı Maraş’ın vakıf malı olduğu ispat edilmiştir. İngiliz zamanında şu olduydu, bu olduydu Rumlara geçti. ‘Uzun zaman niye birileri şikayet etmedi, mahkemeye gitmedi’ gibi sözler son derece anlamsızdır. İngiliz yönetimindesin ve İngiliz’in yaptığı bir uygulama. Ne yapacaktın, İngiliz’i mahkemeye mi verecektin o zaman? Kim yapacak bunu? Ortada otorite yok, güç yok, imkanlar yok. Dolayısıyla aradan uzun zaman geçti, kimse şikayet etmedi, dava açması gibi söylemler kabul edilemez. Yani Avrupalı Hukuk profesörlerinin yazdığı yazıları da okuduğumuzda görüyoruz ki, görüyoruz ki, uluslararası kanuna göre bu vakıf mallarının evkafa geri verilmesi gerekiyor çünkü yapılan işlemler yanlış. Yapılan uluslar arası hukuka aykırı” ifadelerini kullandı.
Siyasilerin direk olarak müdahil olmasının geçmişte çok ciddi sıkıntılar doğurduğunu belirten İbrahim Fadıl Benter, “Siyasetin elini çekmesi lazım” şeklinde konuştu.
Soru: Göreve geldiğinizden bu yana neler yaptınız?
Göreve geldikten sonra ilk yaptığımız iş vakıfların gözden geçirilmesi, durum tespiti oldu. Bunu da yapmak için TC’den TEPAV diye, Türkiye ekonomi ve araştırma vakfından yardım aldık. ODTÜ İle çalışan bir araştırma vakfı… DAÜ’den bir takım araştırmacıyla vakıfları bir yıl incelemeye aldık. Ve raporlar çıktı. Vakıfların problemleri nelerdir, zayıflıkları nelerdir? Güçlü yönleri nelerdir. Vakıfları daha verimli çalıştırmak için, problemler çözmek için ne yapmak lazım. Çalışmaları emlak, arşiv ve muhasebe konuları incelendi. 6 ay önce bu raporlara göre vakıfların yeniden yapılanma süreci başladı. DAÜ’nün akademik proje koordinatörü var. İzzet Bey takip ediyor bunları. Türkiye Cumhuriyetinin Vakıflar İdaresi’yle birlikte yapıyoruz. Mesela TC Vakıflar İdaresi’nin uzun zaman sonra geliştirdikleri emlak otomasyon yazılımı Kıbrıs’a göre ayarlanıyor, geliştiriliyor. Ve yakında buraya getirilecek. Biz de yazılımın getirilebilmesi için altyapımızı, yazılımımızı güçlendiriyoruz. Bu otomasyon sistemiyle, emlak bölümü, arşiv bölümü, muhasebe bölümü, daha verimli bir şekilde çalışabilecek. Emlak envanterimizi kolaylıkla çıkarabileceğiz. Kiraların rayiç bedelinde olup olmadığını görebileceğiz. Binalarımız ne durumdadır görebileceğiz. Bu, yeniden yapılanma projemizin bir bölümü ve çok iyi gidiyor.
“Hayır Fonu’nda 70 bin TL vardı, bu 2014 yılında bunu 700 bine, 2015’te ise 800 bine çıkardık”
Muhasebe şubemiz geri kalmış. Oraya da yeni modern bir muhasebe sistemi getiriyoruz. Bu arada, bu işleri yapabilmemiz için personelimiz, hem Kıbrıs’ta hem Türkiye’de eğitimlere gidiyor. Haftada bir kez DAÜ’den uzman arkadaş gelip personele ders veriyor. Sıkıntı problem olduğunda nasıl çalışılması lazım gibi eğitimler var. Yeniden yapılanma projesi kapsamında amaçladıklarımızdan biri de Kıbrıs’ın fakirlik haritasını çıkarmak. Böylelikle Kıbrıs’ın neresinde ihtiyaçlı aileler varsa ortaya çıkacak. Aile vardır, engelli çocuğu vardır. İhtiyaçları vardır. Bu harita ortaya çıksın, yaptığımız yardım yerine gitsin. Bir sene sonra çok daha verimli çalışan bir Vakıflar bulacaksınız karşınızda: Tabi bu arada yapabildiğimiz düzeltmeleri yapıyoruz. Ben geldiğimde Hayır Fonu’nda 70 bin TL vardı, bu 2014 yılında bunu 700 bine, 2015’te ise 800 bine çıkardık. Ümidimiz bunun artması. Şimdi mesela Kıbrıs çapındaki ihtiyaçlı ailelerin çocuklarına ayakkabı, çanta, üniforma gibi şeyler alıyoruz. Engelli ailelerin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyoruz. Gerek yiyecek olsun, gerek sandalye olsun, gerek bez olsun…
Soru: Bu yardımlar süreklilik arz ediyor mu?
Şu anda gıda yardımlarını sürekli hale sokma çalışmalarımız var. Altyapıyı yapıyoruz. Senede birkaç kez değil de her ay yapmak için çalışmamızı sürdürüyoruz. TC Vakıflar İdaresi bu konuda örnek. Bizim de ulaşmak istediğimiz nokta bu. Bunun sürekli olması için de fakirlik haritasının çıkması lazım. Engelli çocukların gittikleri okullarda kendilerine sponsor oluyoruz. Okul masraflarını okul harçlarını biz ödüyoruz. Bu konularda sürekliliğimiz var.
“Vakıfların kuruluş amacı unutulmuş”
Soru: Vakıflar İdaresi uzun yıllardır kuruluş amacından uzak olmakla eleştirildi. Siz bir anlamda Vakıfların görev tanımını da yapmış oluyorsunuz. Vakıfların amacını bilmeyenler için anlatabilir misiniz?
Ne yazık ki Vakıfların kuruluş amacı unutulmuş, zamanında bizim atalarımızın bu malları niçin vakfettikleri unutulmuş. Biz, yaptığımız eğitimlerle bunu da vurgulamaya çalışıyoruz. Aylık çıkardığımız bir gazetemiz var, bir sayfalık. Orada her ay bir vakfiyenin vakfiye şartlarını yazıyoruz. Mesela ninemiz zamanında demiş ki, ‘ben bu dükkanı vakfediyorum, buradan gelen gelirle fakir çocukları okutacaksınız.’ Bunları devamlı paylaşmak lazım. Eğitim lazım bu konuda… İlginç olan şu; Eskiden hayır işleri yapılmazdı ama mevduat da çok düşüktü. Biz bu kadar hayır işi yapmamıza rağmen geriye dönük borçları ödememize rağmen paramız var. Mesela elektrik borcu… Her yıl bir milyon TL camilerin geçmiş elektrik borçlarını ödüyoruz. Buna ilaveten emlak konusunda sıkıntılar var. Yıllarca vakıf binaları ihmal edilmiş, şimdi büyük paralar harcayarak onları da tamir etmeye başladık. Yaptığımız bu kadar hayır işleri borç ödeme ve tamirlere ilaveten mevduatımız iki yılda üç katına ulaştı.
“İyi niyet olunca oluyormuş…”
Soru: Vakıfların mülkü aynıyken, geliri arttıysa bunu nasıl okuyabiliriz?
Biz israfı durdurduk. Lüzumsuz masrafları kestik. Artık rayiç bedel neyse bundan kiralamaya çalışıyoruz. Hayır işiyle uğraşan kurumlara sembolik rakamlarla kiralıyoruz. Mesela Kanser Derneği’ne diyelim, bin TL’lik yeri 50 TL’ye kiralıyoruz ama kar amaçlı çalışan kiracılardan da rayiç bedel neyse onu alıyoruz. Bu konuda dikkat ediyoruz, o onun tanıdığıdır, bu bunun tanıdığıdır diye kirayı düşürmüyoruz. Dolayısıyla gelirimiz de arttı. Gelir artınca, israf da durunca mevduat artıyor. Şu anda vakıflar tarihinde yapmadığı kadar hayır işi yapıyor ve tarihinde olmadığı kadar mevduatı var. Benim gibi bir yöneticiye rağmen! Çünkü ben üniversiteden gelmiş bir profesörüm. Yöneticilik kabiliyetim, tecrübem sıfır. Demek ki iyi niyet olunca oluyormuş…
“Siyasetin buradan elini çekmesi lazım”
Siyasilerin direk olarak müdahil olması çok ciddi sıkıntılar doğurdu geçmişte. Siyasetin buradan elini çekmesi lazım. Gelen partinin/hükümetin atadığı yönetim kurulu partiyle çalışıyor ve yapılan işler vakıfların amaçları doğrultusunda değil de, partinin doğrultusunda oluyor. Bunlar çok yanlıştı. Neyse ki ben o konuda ben şanslı çıktım. İki senedir bazı müdahaleler olduysa da fazla bir rahatsızlık olmadı.
“İnsanlar bıkmış kumardan…”
Soru: Kumarhane izinleriyle ilgili bir sıkıntı yaşanmıştı. O konuda baskı geldi mi?
O konuda baskı olmadı. Konu kapandı. Zaten toplumdan büyük destek geldi bize. Toplum da bıkmış gece kulüplerinden, bet ofislerden, kumarhanelerden… Bir anne çocuğunu okula gönderiyor ve çocuk okula gidene kadar üç tane bet ofisin önünden geçiyor. Çocuğun elindeki 10 lira harçlığı almak isteyenlerin önünden geçiyor çocuk… İnsanlar bıkmış kumardan. Çok destek geldi bu konuda. Geçmişte yapılan sözleşmeler var, onlara dokunamıyorsunuz. Yenilenmeye geldiğinde tekrar görüşülecek ama ben herhangi bir vakıf malının bu tür amaçlar için kullanılmasına karşıyım. Ve benim Vakıflar Genel Müdürü olarak görevim, bina, arazi tarla, arsa, vakıf malı olarak amacına göre kullanmak ve kiralamaktır. Bana bir vakfiye getirirlerse mesela bizim bir nenemiz “ben deniz kenarındaki 100 dönüm arazimi vakfediyorum, onun üzerine gece kulübü yapılsın” demişse, öyle bir vakfiye varsa ben de kiralarım. Bu araziler benim babamın malı değil ya…
“Bu hırsızlıktır…”
Babamın malı olsa istediğim kişiye kiralarım. Benim görevim o arazi veya bina ne amaç için vakfedildiyse o amaç için kullanmaktır. Başka seçeneğim yoktur. Daha önce yayıldıysa yanlış yapıldı. Bu emanete hıyanettir. Değerli malını dedemiz, nenemiz belli bir amaç için vakfetmiş. Kimin hakkı var bunu değiştirmeye? Bu hırsızlıktır, yalancılıktır, üç kağıttır.
“Kilise kendi mallarını, hakkını istiyor. Biz de Vakıflar olarak hakkımızı istiyoruz”
Soru: Maraş toprağının büyük bir kısmının Abdullah Paşa Vakfına ait olduğu belgelerle sabit. Rumların Maraş talebine karşın bu belgeleri ortaya koymayı düşünüyor musunuz? Bununla ilgili çalışmanız var mı?
Evkaf kanunlarında vakıf malları satılamaz, hibe edilemez. Sadece gerekli durumlarda değiştirilebilir. Yani bir vakıf malı, başka bir vakıf malıyla değiştirilebilir ama aynı değerde olmak koşuluyla. Şimdi üzerine basarak söylüyorum; Biz vakıflar olarak, anlaşmaya/çözüme karşı değiliz. Anlaşma olsun, yalnız adil bir anlaşma olması lazım. Mesela Rum tarafında kilise kendi mallarını, hakkını istiyor. Biz de Vakıflar olarak hakkımızı istiyoruz. Eğer şu veya bu nedenden dolayı Vakıf malı olan Kapalı Maraş verilecekse verilsin ama bize aynı değerde başka bir yer verilsin. Çünkü Kapalı Maraş’ın vakıf malı olduğu ispat edilmiştir. İngiliz zamanında şu olduydu, bu olduydu Rumlara geçti. “Uzun zaman niye birileri şikayet etmedi, mahkemeye gitmedi” gibi sözler son derece anlamsızdır. İngiliz’in yaptığı bir uygulama. İngiliz yönetimindesin. Ne yapacaksın, İngiliz’i mahkemeye mi verecektin o zaman? Kim yapacak bunu? Ortada otorite yok, güç yok, imkanlar yok. Dolayısıyla aradan uzun zaman geçti, kimse şikayet etmedi, dava açması gibi söylemler kabul edilemez. Yani Avrupalı Hukuk profesörlerinin yazdığı yazıları da okuduğumuzda görüyoruz ki, görüyoruz ki, uluslararası kanuna göre bu vakıf mallarının evkafa geri verilmesi gerekiyor çünkü yapılan işlemler yanlış. Yapılan uluslar arası hukuka aykırı.
“İngiliz zamanında mülkü 10 sene 15 sene kullanana koçanı geçirmişler”
Maraş konusunda başvurularımız vardır ve istenilirse bunları paylaşabiliriz. Bakıyorsun bir koçan var koçanın önceki ismi Türk, sonra Rum olmuş. Nasıl olabilir? İngiliz zamanında bir şekilde mülkü 10 sene, 15 sene kullanana koçanı geçirmişler. Halbuki Lozan Anlaşması’na kadar İngilizlerin burada herhangi bir yeni yasalar geçirerek mülkleri üzerlerine geçirmeleri uluslararası hukuka aykırı. Çünkü burasını Osmanlıdan alırken bir yasa değişikliği yapılmayacağı yönünde imza attılar. Özellikle de vakıflar konusunda… Ahkamül Evkaf’a göre hareket edileceğine dair imza atıldı. Burada Lozan Anlaşmasına kadar yapılan herhangi bir şey geçerli değildir. Osmanlı burayı geçici olarak İngiliz’e kiralıyor, niye; Kars bölgesindeki Rusları çıkarması için yardım karşılığında. Ruslar çıkınca Kıbrıs’ı Osmanlıya devredecek İngiliz… Ve burada insanlar Osmanlı vatandaşı olarak yaşamaya devam edecek, İngiliz vatandaşı olmayacaklar, İngiliz özellikle din işleri ve Vakıflar konusunda herhangi bir yasa çıkarmayacak… Bu şekilde anlaşma yapıldı. Bunlar biliniyor zaten, arşivden çıkarılabilir. 1914’de, Birinci Dünya Savaşı başladığında İngiltere ile Osmanlı düşman olarak savaşa girdikleri için yapılan bu sözleşme otomatikman fesholdu. Yine de uluslararası kanuna göre malın sahibine geri verilmesi gerekirdi. Bunları İbrahim Benter olarak ben söylemiyorum. Alman, İngiliz uluslararası hukuk profesörleri söylüyor. Bunlarla ilgili çok makaleler var. Bizim ümidimiz bunların düzeltilmesi… Kimsenin malında gözümüz yok. Ermeni, Rum Maronit, Rum Türk herkes hakkını alsın. Kilise hakkını alacak, bize verilmeyecek bu olmaz.
“Uluslararası hukuka uygun davranmalılar”
Uluslararası hukuka göre hareket etmek gerekir. Biz ne kimsenin hakkını yemek istiyoruz, ne de bizim hakkımız yensin. Kilisenin malı kiliseye, evkafın malı evkafa verilsin. Çözümü biz de istiyoruz ama adil bir çözüm olsun. İnsanların ve kurumların hakkı yenerek bir anlaşma olmaz, olsa da sonu iyi gelmez. Mağduriyet olursa huzur olmaz. 1900 yılında vakıf malı Rum’a verilmiş. 1900 yılında burası İngiliz kontrolünde, o yılda kim nereye gidip şikayet edecek?
Soru: Önümüzdeki yıllar için hedefleriniz neler?
Bizim burada yapmak istediğimiz en önemli konulardan biri toplumu vakıf ruhu konusunda eğitmek. Vakıf ruhu nedir, vakıf ruhu, sevgi üzerine kurulmuştur. Zamanında bizim dedelerimiz, nenelerimiz çok değerli mallarını, mal canın yongası olmasına rağmen, -o zaman da değerliydi bu arsalar tarlalar- ülkesini, insanını, toplumunu sevdiği için kendi çocuğuna bırakmamış, topluma faydalı olsun diye vakfetmiş. Bizim bu sevgi ruhunu toplumda yaymamız gerekir. Sevginin getireceği nedir, paylaşmaktır. Fakiri hor görmemektir, fakire yardım etmektir, karşılık beklemeden iyilik yapmaktır. Bizim geçen yılki sloganımız “karşılık beklemeden iyilik yapmak”tı. Bu seneki sloganımız, “insanların en değerlisi insanları seven ve onlara faydalı olandır.” Bu düşünceleri biz toplum içinde yaymak istiyoruz. Çocuklarımızın bunları duyması lazım. Bu değerleri, kendi kültürümüzü öğrenmesi lazım. Bu amaçla geçen yıl bir masal yazdırmıştık. Bu masalı, bir oyun şeklinde hazırlıyoruz. Amacımız bu duyguları yeşertmek. İnsanları sevmek, hayvanları sevmek, doğayı sevmek, kimsenin hakkını yememek, paylaşmak, bencil olmamak. Bu gibi aktivitelerle vakıf ruhunu anlatmak. Bunlardan en önemlisi de eğitim.
“Envanterimizin ortaya çıkmasını istiyoruz”
Emlağımıza sahip çıkmak istiyoruz. Envanterimizin ortaya çıkmasını istiyoruz. Kar amaçlı kiralanan emlağımızın kiralarının eksiksiz toplanması lazım. Daha aktif çalışmamız lazım. Envanterimiz çok zayıf. İhmal edilmiş. Yeni getireceğimiz yazılımla net resim çıkacak ortaya. Arşivlerimizi dijital ortama geçirmeye başladık. Dijitale geçince Osmanlı, İngiliz zamanı daha iyi incelenebilecek. Dışarıdan, akademik çalışma yapanlar da faydalanabilecek.
Soru: Vakıflara bağışlanan vakıfların hayır işlerinde kullanılmaması bağışların kesilmesine sebep olmuyor mu? Vakfa en son ne zaman bağışta bulunuldu?
Bağışlayan pek yok zira güven olması lazım… Sen malını bıraktın. Bu malın hayır işinde kullanılacağına inanman, güvenmen gerekiyor… Kıbrıs’ta ilginç bir durum var. Vakıflar Haftasında yaptığımız panelde ilginç bulgular ortaya kondu. Verdikleri bilgilerden biri, Osmanlıların gittikleri her yerde vakıflar kurduğu, yapılan incelemelerde bazı vakıfların yüzde 15’i, 20’si ve yüzde 30’a kadarının kadınlar tarafından kurulduğu. Bize söyledikleri şu; “gördük ki vakıf kuran kadın oranı en fazla Kıbrıs’ta.” Hemen hemen erkeklerle birebir. Yüzde 40’tan fazlası kadın. Bir başka ilginç durum; İlk Vakfı kuran kadın, sonuncusu da kadın. Meclis’ten Dereboyu’na giderken TDP binası vardır. O binanın olduğu araziyi bir kadın vakfetti. Son bağışçımız odur.