Rumların 15 Kasım 1967 günü Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırmalarından sonra Kurucu Cumhurbaşkanımız Rauf R. Denktaş ile Rum lider Glafkos Klerides 1968 yılında müzakerelere başladı. İki liderin Cemaat Meclisi Başkanları olduğu dönemde başlattıkları müzakereler 1972 yılında karşılıklı mutabakat ile sonuçlanmışken, kendini adanın tek hakimi sanan Makarios’un “Ben Türklere mahalle Muhtarlığı bile vermem” sözü ile kopmuştu.
Mutlu Barış Harekatı’nın 16 Ağustos 1974 günü Türklerin zaferi ile sonuçlanmasından sonra süngüsü aşağı düşen Makarios, 1977 Şubatında ister istemez BM’nin de baskısı ile Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. Denktaş’ın muhatabı olarak “Müzakere Masasına” oturmuş ve Türklere muhtarlık bile vermek istemezken 4 maddelik “Türklerle Ortak Bir Devlet Kurulması” anlaşmasının altına imzasını atmıştı. 1950 yılında Başpiskopos seçildiğinde, dini yeminini ettikten sonra teamüllerin dışında “Hayatını Kıbrıs adasının Yunanistan’a bağlamaya adadığını” içeren “Milli Yemin” ettiğini bir türlü aklından çıkaramayan Makarios, 5 ay sonra da kahrından ölmüştü.
Dönemin Rum Cemaat Meclisi olan EOKA’nın ileri gelen yöneticilerinden biri olan Spiros Kipriyanu, Makarios’un yerine Rum lider seçilmiş, 1979 yılında Rauf R. Denktaş ile müzakere masasına oturmuş ve 10 maddelik, daha gelişmiş bir anlaşmaya imza atmıştı. Atmasına atmıştı ama “Rum Ortodoks Kilisesi tarafından aforoz edilmemek ve Helen tarihine vatan haini olarak geçmemek” için müzakereleri ucu açık ve sonuçsuz kalacak şekilde sürdürmüş, 13 Mayıs 1983 günü BM Genel Kurulundan müzakereleri sabote edecek bir de karar çıkarttırmıştı. Bu karar nedeniyle 5 ay sonra KKTC ilan edildi, BM Güvenlik Konseyi de insanlığın yüz karası olan 541 ve 550 no.lu kararları aldı. Kipriyanu’dan sonra seçilen Yorgo Vasiliu, iş adamı olduğu için müzakere masasına kerhen değil, çözümcü olarak oturduysa da Rum Ulusal Konseyi Başkanı olan Başpiskopos’un tehdidi ile masadan kaçmak zorunda kaldı.
Yorgo Vasiliu’dan sonra seçilen Rum liderlerin tümü, Türkleri yeni kurulacak devlete ortak yapacak olan ve Kıbrıs sorununa çözüm getirecek anlaşmaları sonuçlandırmak ve imzalamak yerine masadan kaçmayı kendilerine “milli görev” edindiler. Kendini diğer Rum liderler gibi “adanın tek hakimi” sanan, Türkleri azınlık olarak kabul eden Anastasiadis, 2017 yılında Crans Montana’da tüm isteklerini KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’ya kabul ettirdikten sonra üstüne bir de “sıfır asker, sıfır garanti” isteyince müzakereler son kez koptu.
Türkiye’nin bölgenin politik, ekonomik ve askeri en güçlü devleti haline gelmiş olması, Rumların ve Yunanistan’ın da AB içinde “yalancılık, dolandırıcılık, insan kaçakçılığı, kara para aklama ve uyuşturucu merkezi olmakla suçlanarak, neredeyse dışlanma aşamasına gelmesinden” sonra bölgesel dengeler ters yüz oldu ve Kıbrıs müzakereleri, Cumhurbaşkanı Tatar’ın “Eşit, Egemen ve Uluslararası Tanınmış İki Devletli Çözüm” tezinin güçlendiği farklı bir kulvara girdi.
Son gelişme ve Rum basınından aldığımız haberlere göre, GKRY Lideri ve ilgili bakanlıkları yaptıkları büyük siyasi ve hayati hatanın farkına varmış olmalı ki, Kıbrıs konusunda artık Türkleri azınlık görmekten ve kendilerini de adanın tek hakimi zannetmekten vazgeçmişler. Arkalarında artık AB, BM ve koşulsuz destek aldıkları ABD ve Hrıstiyan dünyasının olmadığını da fark ettiklerinden, çaresiz kendilerinin kalkıp kaçtıkları müzakere masasına Kıbrıs Türklerini oturtmak için her kapıyı çalıyorlar, devlet başkanlarına yalvarıyorlar, bunun için her yolu deniyorlar.
Huylu huyundan vazgeçer mi, niyetleri gerçekten sorun çözmek mi bekleyip göreceğiz.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Rahmetlik Babam Prof. Dr. İbrahim Hakkı Atun bundan tam 14 sene evvel ebediyete göç etti. Kendisi gitti ama kurucusu olduğu Van 100. Yıl Üniversitesi, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi, Elazığ Veteriner Enstitüsü, Pendik Veteriner Enstitüsü gibi bilim yuvaları, KKTC’nin Üniversiteler adası olmasının fikrini ortaya atması ve adadaki eğitim kıvılcımını çakması gibi eserleri bu dünyada kaldı. Belli ki uzun bir müddet daha kalmaya da devam edecek.
Herkesin babası kendine kıymetli ve özel ancak benim babam yokluk yıllarının Kıbrıs’ında, canını dişine takarak tek başına yollara düşmüş bir adam…
Karpaz’ın Ergazi (Ovgoroz) köyünde 1 Ocak 1916 sabahı, zorlu koşulların hüküm sürdüğü yıllarda doğmuş babam… Hayata tutunmayı başaramamış 12 kardeşten, hayatta kalabilenlerin 2’ncisi… Sonradan 3 kardeşi daha olmuş. Hepsi de erkek…
Babası, Karpaz bölgesinin imamı ve hocası olan, rahmetlik dedem Mehmet Rifat Efendi. Annesi ise ev hanımı rahmetlik Ayşe nenem. Evleri dönemin yapı sistemine göre güzel inşa edilmiş, tavanı mertek üzerine tahta kaplama, onun üzerine de ince bir betonun döküldüğünü düşündüğüm büyükçe bir ev. Bahçesinde içinde bir kere yıkanma şansını elde ettiğim kocaman bir küp, ayrı bir binada samanlık ve ayrı bir kümes. Çocukluk yıllarımda kümesteki tavuklar ve horozlar benim arkadaşımdı. Çok iyi anlaşırdım onlarla. Küçükbaş hayvanların barındığı ağıl tam olarak neredeydi hiç hatırlamıyorum. Sayısını hatırlayamadığım kadar zeytin ve harup ağacı ile içinde arpa ve buğdayın yetiştiği, yanından derenin de geçtiği dönümlerce de tarla vardı. Kantara’dan akmaya başlayan dere, dedemin tarlasının yanından geçerdi. Yazın çalıdan siciler (eşek arısı) için ölümcül bir silah hazırlar, sici avına çıkardık dere kenarında. İngiliz Sömürge yönetimi sici başına 2 kuruş verirdi o dönemlerde. İki tane siciye bir tane Kit Kat çikolata alırdık rahmetlik Mustafa amcamın dükkanından. İyi paraydı bakır bir kuruşlar o dönemde.
Babam, Lefkoşa’daki İslam Lisesinde öğretim görüyordu. Anlattığına göre iyi bir öğrenciydi. Liseyi birincilikle bitirdiğini söylerdi hep bana. Kıbrıs Türk’ü olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yatılı bursunu kazanıp üniversite eğitimi için Kıbrıs’tan çıkıp Türkiye’ye gittiği yıl 1936. Yol ve ilk aylardaki geçim parasını karşılamak için, dedem ve nenem birkaç tane küçükbaş hayvan satarak cebine üç beş kuruş koymuşlar ve dualarla Larnaka’dan babamı yolcu etmişler. Uzun bir gemi yolculuğu, sonra da kara trenle Ankara’ya ulaşmaya başarmış babam bu çetin yolculuğun sonunda. Gemi, köy rammisi (otobüsü) gibi, her durağa uğradığından Türkiye’ye haftalar sonra varabilmiş.
Şansa bakın ki Ankara Üniversitesi’nde eğitime başlayan babam, Atatürk ile karşılaşma şansına sahip olmuş, hem de birkaç kez. Yatılı okul dışındaki yaşam giderlerini karşılayabilmek için çeşitli işler yapmış. İkinci Dünya savaşı çıkınca Türk Silahlı kuvvetlerinde teğmen olarak Edirne’de, Bursa’da ve Kırıkkale’de görev almış. Savaş bitince ABD’nin açtığı burs sınavlarını kazanarak ABD’ye gitmiş ve yüksek lisansını orada tamamlamış.
Kısa bir müddet sonra ünlü Squibb firması Laboratuvar şefi olan babam, “Amerika’da kal bizde çalış” önerisi ile yüksek bir maaşlı iş teklifinde bulunmuş. Babamın “yatılı okudum Türkiye Cumhuriyeti devletine borcum var” demesi üzerine “biz borcunu sonuna kadar öderiz, merak etme” yanıtını almışsa da “Ben ABD’de kalırsam benden sonra Türkiye’de üniversite tahsili yapmak isteyen Kıbrıslı Türklere beni bahane edip belki bir daha burs vermezler” düşüncesi ile bu teklifi nazikçe geri çevirmiş ve Türkiye’ye geri dönmüş. Bu dönüş başarı basamaklarının da kapısını açmış babama.
Türkiye’ye geri döndükten sonra, 1952 yılında sonradan adı “Elazığ Veteriner Kontrol Araştırma Enstitüsü”nü (EVKAE) olarak değiştirilmiş olan “Elazığ Bakteriyoloji ve Seroloji Enstitüsü”nü sıfırdan kurmuş babam. EVKA Enstitüsü kurulduğu günden itibaren Doğu Anadolu’nun, daha doğrusu Ortadoğu’nun en önemli araştırma enstitüsü olmuş. Halen daha bu sıfatı gururla taşımakta.
O dönemde birkaç parça laboratuvar aletinin uluslararası patentini de almış babam. Bunlardan en ünlüsü “Atun pensi.” Doğu Anadolu’ya en önemli armağanlarından bir tanesi de Türkiye’ye özgü “Şap” hastalığının doğru teşhisi ve enstitüde gerekli aşılarının üretilmesi. O dönemde bir ilk olmuş Türkiye Cumhuriyeti’nde aşı üretmek, özellikle de Şap (Antrax) aşısı.
Elazığ’dan sonra tayini “İstanbul, Pendik Veteriner Enstitüsüne” çıkınca bu sefer fırsat bu fırsat deyip “İstanbul Tıp Fakültesine” öğrenci olarak yazılmış ve tıp eğitimine başlamış. Hocası bile şaşkınlıktan dilini yutmuş, kemikleri, doğru ve eksiksiz tanımlamasından dolayı…
Bir sonraki aşamada, kariyerindeki başarısından ve araştırmacı olmasından dolayı Ankara’ya tayini çıkmış, Ziraat Bakanlığı şube müdürü olarak. Tanıdığı yok, hiç kimsesi yok, politikaya hiç bulaşmamış, hiçbir siyasiyi tanımıyor ama basamakları da çalışkanlığı ile ardı ardına tırmanıyor rahmetlik babam. Babamın tahsil ve başarılarını duyan İngiliz Sömürge Yönetimi davet gönderip, ısrarcı olunca 1950’li yıllarda Kıbrıs’la mesleki ilişkisi başlamış babamın. Kıbrıs’taki bir salgın hastalık nedeni ile adaya çağrılan babam önce Lefkoşa’daki Laboratuvarın başına getirilmiş, sonra da adanın tüm ilçelerinde görev yapmaya başlamış.
Kıbrıs’tan sonraki görev yeri Irak. Irak’taki General Kasım hükümeti Türkiye’den ve Dünya Sağlık Teşkilatı’ndan salgın hastalık uzmanı isteyince babama Irak yolu gözükmüş ve babamın tayini Irak’a, Bağdat Üniversitesine çıkmış. Üniversite Laboratuvarının ve Patoloji bölümünün başkanı olmuş. Irak’ı kasıp kavuran bir hastalığın tam teşhisini koyması ve Fransa’daki Pastör Enstitüsü ile iş birliği içinde aşısını üretmesi kendisine tüm kapıları açmış Irak’ta. Ünlü bir kişi haline gelmiş.
Ankara’da Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın kurduğu Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi babamın peşine düşmüş. Dünya Sağlık Teşkilatı tayinini Hindistan’a çıkarmasına rağmen Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın “ününüz sizden evvel buraya ulaştı. Yarın Patoloji bölümünün başkanı olarak görevinize başlıyorsunuz, odanız hazırlanmıştır” diyerek Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne davet etmesinden sonra Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde göreve başlamış babam.
20 Temmuz 1974 tarihinde başlayan Mutlu Barış Harekatında babam Kıbrıs’tadır. Tıp eğitimindeki bilgilerini kullanarak Mağusa hastanesinde yaralıların tedavisine gönüllü olarak koşar. Mutlu Barış Harekatı’nda arşiv niteliği taşıyacak birçok değerli fotoğraflar çeker ve Mağusa’da yaşanan olayları ölümsüzleştirir.
Mutlu Barış Harekatı sonrasında Ankara’ya dönüşünde Kıbrıs Türk Kültür Derneği’nin Ankara’daki Genel Sekreteri olarak 1975 yılının ilkbaharında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Bülent Ecevit’le Kıbrıs’ta oluşturulan Türk bölgesinin geleceği ile ilgili görüşmeler başlatır. 1975 yılının Eylül ayında Başbakan Ecevit’e bir yazı göndererek KKTC’de kurulacak sanayinin üniversitelerden oluşacağını söyler ve KKTC’nin üniversiteler ülkesi olması için çalışmaların hemen başlatılmasını talep eder. Babamın ısrarlı girişimleri sonucunda önce Yüksek Teknoloji Enstitüsü, sonra da Doğu Akdeniz Üniversitesi kurulur ve babam Prof. Dr. Hakkı Atun, “Kıbrıs adasının üniversiteler adası olmasının fikir babası” olarak kayda geçer ve “üniversitelerin kurucu babası” olarak anılmaya başlanır.
Patoloji bölümündeki başarıları kendisine Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesinin (kurucu) Dekanlığını getirir. Birkaç yıl sonra da dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı kendisini “Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi”ni kurmakla görevlendirir. Yüksek Öğrenim Kurumu’nun (YÖK) kararından sonra Van Üniversitesini kurmak için yola çıkar ve Doğu Anadolu’nun en iyi üniversitesi olan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ni kurarak Kurucu Rektörü olur. Emekliliği sonrasında KKTC’ye dönen babam, birkaç yıl sonra1988 yılında Cemaat Meclisi’nin üst katında ilk açılış konuşmasını yaptığı “Yakın Doğu Üniversitesi”nin Rektörlüğüne atanır.
Başarıları yurt dışında da dikkat çeker ve babam Prof. Dr. Hakkı Atun 1988 yılının sonunda yayınlanan “Dünya Bilim Adamları” biyografisinde hakkı ile yerini alır…
Başarılarla dolu yaşamı 2009 yılının 13 Kasım’ında yatağında gece uyurken sessizce son bulur. Vefalı sevenlerinin katıldığı görkemli bir törenle Gazimağusa’da ebedi istirahatgahına defnedilir.
Allah’ın rahmeti üzerinden hiç eksik olmasın, mekanı Cennet’te nurlar içinde yatsın babam.
Prof. Dr. Ata Atun
Dekan, Kıbrıs ilim Üniversitesi
KKTC I. Ve III. Cumhurbaşkanları Politik Danışmanı
Avrupa Birliğinin kuruluş ilkeleri, AB Antlaşması’nın 2. maddesinde yer alıyor.
Bu madde, “Avrupa Birliği, insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve azınlıklara mensup kişilerin hakları da dahil olmak üzere insan haklarına saygı ilkeleri üzerine kurulmuştur.” demekte.
Demesine demekte ama 2. Maddede belirtilen insanın “hangi milletten” olması gerektiği, “eşitlik ve hukukun” hangi ülkenin anayasasında yer alan eşitlik ve hukuk düzeni olması gerektiği, “insan haklarına saygı”nın hangi ülkedeki insan hakları olduğundan bahsetmemekte.
Bu nedenle de Avrupa Birliği, aynen “İstanbul Kilisesinin, eşitler arasında en eşit kilise olması nedeni ile Patrikhane olduğu” iddiası ve düşüncesi gibi eşitler arasındaki en eşit olan insanların Hristiyanlar ve Yahudiler oldukları iddiası ve düşüncesi ile uluslararası her olayda öncelikle, haksız olsalar da Hristiyanları/ Yahudileri desteklemeyi kendisinin kuruluş ilkelerine uygun addetmiş.
Gazze’de soykırım sürerken, Filistinlileri katleden, evlerini yakan yıkan, hastane ve ibadet yerlerini acımasızca bombalayan İsrail’e mani olmaya çalışacağına, tam tersine İsrail’in sırtını sıvazlayan, arka çıkan Avrupa Birliği, kendi kuruluş ilkelerinin 2. Maddesine sadık kaldığına inanıyor.
Kıbrıs konusunda da bir tarafta Hristiyan Rumlar, diğer tarafta Müslüman Türkler olduğu için Avrupa Birliği sözümona kendi kuruluş ilkelerinin 2. Maddesine sadık kalmış ve kayıtsız koşulsuz her aşamada Rumları desteklemeyi tercih etmişti.
Öte yandan Avrupa Birliği Komisyonu’nun 2023 yılı Genişleme Strateji Belgesi’nde yer alan Türkiye raporu ve raporun Kıbrıs’a ilişkin paragrafı, AB Anlaşmasının 2. Maddesine göre tam bir yüz karası.
Tam üyelik kriterlerine ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olarak uluslararası hukuku iki kez çiğneyerek 1 Mayıs 2004 tarihinde Kıbrıs Rum Yönetimini tam üye olarak bünyesine alan Avrupa Birliği, o günden beri, gözü kapalı olarak Rumların istek ve görüşleri doğrultusunda kararlar alarak bütün güvenilirliğini yitirmiş, adeta Rumların kulu, kölesi olmuş durumdayken, Türkiye, Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs konusu ve Kıbrıs adası hakkında aldıkları hiçbir karar gerçekleri ve doğruları yansıtmamakta. Adeta bir komedi tiyatrosu gibi kendileri yazıp, kendileri oynamaktalar.
Avrupa Birliği Komisyonu’nun 8 Kasım’da açıklanan 2023 yılı Genişleme Strateji Belgesi, AB’nin yarım asırdır süregelmekte olan geleneksel tutumunu muhafaza ettiğini, tarafgir olduğunu, kendi üyesini haksız da olsa kayıtsız koşulsuz desteklediğini ve Kıbrıs konusunda gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gözle önüne seriyor.
Zaten bu nedenle Kıbrıs konusu ve aynı şekilde Filistin sorunu son 60 yıldır bir türlü çözüme ulaşamadı. Ki, ortada bir eşitlik anlayışı, adalet, hak-hukuk olsaydı ve yayılmacı (emperyalist) ülkeler ABD ve AB gerçek bir şekilde tarafsız davransalardı, günümüze kadar çoktan Kıbrıs konusu ve Filistin sorunu çözülmüş olurdu.
Halk tabiri ile “Bunlar hep kendilerine Müslüman” her sorunu da insan haklarına uygun, adil ve adaletli değil kendi çıkar ve menfaatlerine göre yontuyorlar, sonra da kendilerinden olmayanlara insan onuru, özgürlük, demokrasi, eşitlik ve hukukun üstünlüğü dersleri vermeğe kalkıyorlar.
Bu saatten sonra kimi nasıl inandıracaklarını veya kimlere insan hakları mavalı okuyacaklarını çok merak ediyorum.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Rumlar ve Yunanlar “Kıbrıs Türkleri dünya ile iletişim kurmasınlar ve hayatta kalmak için kendilerine mahkum olsunlar” düşüncesi ile olmadık insanlık dışı girişim ve çalışmalar yapıyorlar.
Çok ilginçtir, utanmadan arlanmadan yaptıkları insanlık dışı uygulama ve girişimlerin, insan haklarına uygun olduğunu iddia edip, mükemmel bir manipülasyonla Kıbrıs Türklerini ve Türkiye’yi, “engel yaratmakla” suçluyorlar.
15 Kasım 1967 günü Kıbrıs adasında uluslararası kurallara ve yasalara aykırı olarak konuşlandırılmış 20 bin kişilik Yunan Tümeninden aldıkları destekle saldırdıkları Geçitkale ve Boğaziçi köylerinde esir aldıkları mücahitlerimizin üzerlerine mazot döküp şehit etmeleri üzerine Türkiye’nin protesto etmesini ve ağır bir nota vermesi sonrasında “Türkiye iç işlerimize karışıyor” yaygarasını koparmaları unutulur gibi değil.
Hatırlayınız; Bu saldırıdan sonra Kıbrıs Türkleri ve Rumlar arasında 1968 baharında Beyrut’ta başlayan müzakereler, görüşmeciler Rauf Denktaş ve Glafkos Klerides (1972 yılında) anlaşmaya varmışken, Makarios’un “Türklere değil özerklik, mahalle muhtarlığı bile vermem” sözü ile kopmuş, Kıbrıs Türklerine satışı yasaklanan 38 ürünün yasağı devam ettirilmiş yeni baskılar ve ekonomik ambargo uygulanmaya başlamıştı.
Kıbrıs Türkleri Mutlu Barış Harekatı ile özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra 1977 yılının Şubat ayında Kıbrıs Türkleri ve Rumlar arasında tekrar görüşmeler başlamış, Denktaş ve Makarios 1. Zirve Görüşmesi sonrasında 4 maddelik bir anlaşma sağlanmış ve Federal bir Cumhuriyetin kurulması yolunda ilk adım atılmıştı.
1968 yılında günümüze 55 yıl, 1997 yılından günümüze 47 yıl geçmiş olmasına rağmen Rumların adanın tamamına hakim olma hırsı ve Türklerle ortak bir devlet kurmak istememeleri nedeni ile müzakereler hep sonuçsuz kaldı, Kıbrıs sorunu kronikleşti.
Geçmişte yaptıklarını, sudan bahanelerle Kıbrıs müzakerelerini yarım asırdan fazladır sür(ün)dürdüklerini unutan Rumlar, Kıbrıs Türk tarafının BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Temsilcisi olarak Avustralyalı Julie Bishop’u atama önerisini “Ortak Refah ülkesi” üyesi olduğu için reddetmesini bir türlü kabul edemiyorlar. Rumlara göre Kıbrıs Türklerinin taraf olarak, kendilerinin kabul ettiği bir kişiyi kabul etmeme gibi bir hakları yok ve bu nedenle de bir yıldır sonuç alınamayan Kıbrıs Müzakerelerinin tekrardan başlaması çabaları daha da gecikeceğini öne sürüyorlar.
Kendilerinin anlaşmayı 55 yıl geciktirmeleri ve her fırsatta çözümü sabote etmeleri normalmiş gibi her fırsatta Kıbrıs Türklerini suçlamayı sürdürüyor, Kıbrıs Türkleri yalnız kalsın, hiçbir ülkeyle de iletişimleri olmasın diye de Hristiyan dünyasını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı marifet ve hak sayıyorlar.
Ki, bir asra yakındır bizi dünyadan izole etmek için ellerinden geleni arkalarına koymayan Rumlar, 3 Kasım’da Astana’da gerçekleştirilen Türk Devletleri Teşkilatı toplantısına KKTC Cumhurbaşkanının davet edilmemesi için araya ABD’yi ve AB’yi koymaktan çekinmediler. Sonra da bekliyorlar Kıbrıs Türkleri neredeyse yarım asırdır kendilerine hayat hakkı tanımamak için elden geleni yapan, izolasyon koydurmaktan çekinmeyen Rumlarla ortak bir devlet kursun ve Rumların yönetiminde azınlık haklarına sahip olmayı kabul etsin!
Ben şu kadarını söyleyeyim; Kıbrıs Türkleri hiçbir zaman ve koşulda ne Rumlarla ortak bir devlet kurar, ne de Rumların egemen oldukları bir devlet yapısı içinde azınlık olmayı kabul eder.
Kıbrıs adasına barış şimdi olduğu gibi yan yana iki devlet ile, Kıbrıs sorununa çözüm de ancak “Uluslararası tanınmış iki komşu devlet dünyaca kabul edilince” gelir…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Doğu Akdeniz, kaynaklar bakımından hemen hemen dünyanın en zengin doğalgaz ve petrol yataklarına sahip olan bölge olup bu yeraltı zenginlikleri çıkartılmayı beklemektedir.
Doğu Akdeniz tüm Türk Devletleri için de stratejik olarak çok önem taşımaktadır. Hazar Denizinin bir iç deniz olması ve açık denizler ile direkt ulaşım olanağının olmaması nedeni ile Türk Devletleri içinde Türkiye açık denizlerle bağı olan tek ülke, KKTC de açık denizlerle bağı olan tek ada devleti konumundadır. Ki açık denizlerle bağlantıları nedeni ile yayılmacı (emperyalist) devletlerin gelecekte Türk Devletleri Teşkilatı üyesi herhangi bir devlete uygulamaya kalkacakları kısıtlamayı veya ambargoları kırma noktası Türkiye ve KKTC olacaktır.
ABD Jeoloji Enstitüsünün yıllar önce uydu aracılığı ile yaptığı araştırma temel alındığı vakit, Doğu Akdeniz’de günümüz itibarı ile yaklaşık 164 birimde doğalgaz olduğu ortaya çıkmıştır.
Sadece Kıbrıs adasının batısı ile Libya ve Rodos üçgeni arasında yaklaşık 3 trilyon ABD Doları değerinde, karadaki “kaya gazı” oluşumunun denizlerdeki benzeri olan “hidrat rezervleri” bulunmaktadır. Bu “hidrat rezervleri”nin çok büyük bir kısmı da Cihat Yaycı Amiralimizin sınırlarını tespit ettiği, Türkiye’mizin Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölgesini gösteren Mavi Vatan sınırlarımız içinde yer almaktadır. Bu bölge içinde bulunan hidrat rezervlerinden elde edilecek doğalgaz, Türkiye’mizin neredeyse 500 yıllık doğalgaz gereksinimini karşılayacak miktardadır.
İşte Doğu Akdeniz’in bizler için önemi buradan başlamaktadır.
Doğu Akdeniz’in KKTC ile Türkiye ve KKTC ile Orta Doğu’nun Akdeniz kıyıları arasındaki bölgesinde de aynı miktar ve değerde olmasa bile doğalgaz ve petrol yatakları yer almaktadır.
Tüm zamanlarda kendi menfaatleri doğrultusunda hareket eden İsrail devleti, 2010 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmasında akıl almaz bir şekilde oyuna geldi ve neredeyse üçte bir büyüklüğünde bir alanı Kıbrıs Rumlarına hibe etmiş oldu. Nasıl mı oyuna geldi; Kıbrıs adasının güney doğu kıyıları ile İsrail kıyıları arasında orta çizgi çizildi ve bu çizginin kuzey batısı GKRY’nin, güney doğusu da İsrail’in Münhasır Ekonomik Bölgesi olarak kabul edildi. İsrail’in söz konusu bölgedeki kıyı uzunluğu, GKRY’nin kıyı uzunluğundan tamı tamına 6 misli daha uzundu. Dolayısıyla orta çizgi alınmayıp bölge kıyı uzunluklarına göre tespit edilseydi, İsrail’in Münhasır Ekonomik Bölge büyüklüğü şimdikinin yüzde 130’u kadar olacak, İsrail, bu anlaşmayı Türkiye ile yapmış olsaydı da böylesi büyük bir kayıp yaşamayacaktı.
Günümüzde yaşanmakta olan Gazze çatışmasının ve İsrail devletinin Gazze’yi tamamen ele geçirmeyi istemesinin gerçek nedeni, Filistin Devletinin, Gazze bölgesi kıyılarından batıya doğru uzanan Münhasır Ekonomik Bölgesi içinde yer alan doğalgaz rezervlerine el koymak ve Gazze şeridinin mutlak hakimi olmak.
Bu hakimiyetle de hem Filistin devletinin kendisine ait olan Münhasır Ekonomik Bölgesi içinde yer alan doğalgazı çıkarmasına, hem de Süveyş Kanalını devre dışı bırakacak olan Hindistan-Akdeniz deniz yolunun Akdeniz’e çıkışını sağlayacak “Ben Gurion Kanalı” projesini hayata geçirmek…
Görüldüğü üzere KKTC’nin Türk Dünyası için stratejik önemi gün geçtikçe daha çok artıyor. Bu nedenle de yayılmacı Atlantik birliği (ABD ve AB), KKTC’nin tanınmasına şiddetle karşı çıkarken, Kıbrıs adasını kendilerinin itaatkar hizmetkarları olan Kıbrıs Rumlarının egemenliği ve yönetimi altına girmesini, direkt olarak da tümü ile AB sınırları içinde yer almasını istiyor…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı