KKTC’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra neredeyse son 50 yıldır süregelen birçok törelerimiz bir bir değişmeye başladı. Söylenen gerekçeler de belli.
“Müzakereler başladı, Rumları gücendirmeyelim.”
“Geçmişi unutalım, geleceğe bakalım.”
14 Ağustos 1974 tarihinde EOKA-B tarafından Mağusa’ya bağlı Muratağa, Atlılar ve Sandallar köylerinde yaşayan silahsız Kıbrıs Türklere karşı bir katliam uygulanmış ve kadın, çocuk, bebek ve yaşlı olmalarına bakılmaksızın en genci 16 günlük, en yaşlısı ise 95 yaşında olmak üzere 126 kardeşimiz şehir edilerek dozerlerle çukurlara gömülmüşlerdi.
Tesadüfe bakın ki, aynı gün aynı saatlerde, Kıbrıs adasının en güney noktasında yer alan Limasol’un Taşkent köyünde de, BM askerleri adaya gönderiliş gerekçeleri içeriğince Kıbrıslı Türkleri koruyacaklarına, Türklerin köyde bulunan silahlarını bir bir toplayarak Rumlara teslim etmişler ve 12 yaş üzerindeki tüm erkeklerin de Rumlar tarafından esir alınmasına göz yumarak köyden ayrılmışlardı.
Ertesi gün olan 15 Ağustos 1974 tarihinde, Toprak ve Mülkiyet Komisyonu Rum Başkanı “Kara Cira” lakaplı, eski Rum Dışişleri bakanı ve diplomat Erato Kozaku-Markulli’nin babası olan ve EOKA’nin Limasol sorumlusu olarak bilinen Dr. George Kozaku’nun verdiği nihai talimat ile acımasız bir şekilde silahsız ve esir konumundaki Taşkent’li 83 erkek ormanlık bir bölgede kurşuna dizilerek hunharca şehit edilmişlerdi.
1955 yılından başlamak üzere, çeşitli yıl ve günlerde adanın çeşitli bölgelerinden kalleşçe ve hunharca, silah taşımadıkları halde sadece Türk oldukları için şehit edilen kardeşlerimiz törenlerle anılmaktaydı. Bu törenlerin bazıları yöresel, bazıları da devlet protokolü içinde yer almaktaydı, özellikle de Taşkent ve Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamları.
Her yılın 14 ve 15 Ağustos günlerinde başta Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm devlet erkanı 14 Ağustos günü Muratağa-Atlılar-Sandallar köyünde, 15 Ağustos günü de Taşkent köyünde devletin resmi anma töreni düzenlenir ve şehitlerimiz anılırdı.
Ne olduysa oldu, kim karar verdiyse verdi ve 2015 yılının Nisan ayında gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra KKTC Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Milli Günleri Kutlama Komitesi toplanmış ve Milli Günleri Kutlama Tüzüğü’nde değişiklik yaparak Taşkent ve Muratağa-Atlılar-Sandallar köylerinden yapılan resmi törenleri iptal ederek anma listesinden çıkarmış. Komitenin bu kararına göre 20 Temmuz kutlamaları ile 21-25 Aralık Milli Mücadele ve Şehitler Haftası etkinliklerine Cumhurbaşkanı katılacak ama Taşkent ve Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamlarında hunharca katledilen şehitlerimizin anma törenlerine bu yıldan başlamak üzere katılmayacak. Bu karar uyarınca da Sayın Cumhurbaşkanı bu seneki törenlere katılmamış.
Vatandaşlarımız Cumhurbaşkanından, Milli Günleri Kutlama Komitesi’nin aldığı bu art niyetli kararı protesto etmesini ve Protokol dairesinin uygulamasına aldırmadan da 14 Ağustos günü Muratağa-Atlılar-Sandallar köylerindeki, 15 Ağustos günü de Taşkent köyündeki törenlere katılmasını bekliyordu ama olmadı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Milli Günleri Kutlama Komitesi’nin toplanarak Milli Günleri Kutlama Tüzüğü’nde niye değişiklik yaptığını açıklaması gerekmektedir. Vatandaşlarımız bu açıklamayı beklemektedir.
Zaten Cumhurbaşkanının, 20 Temmuz Barış ve Özgürlük Bayramı etkinlikleri için KKTC’ye gelen gazetecileri bilgilendirmeye yönelik toplantıda yaptığı konuşmada “AB prensipleri ile iki bölgeli-iki toplumluluk arasında bir denge oluşturmak gerekiyor” sözleri ile “Eşit-egemenliğe sahip iki kurucu devlete dayalı çözümü” terk ediyor gözükmesi, “bulunacak çözümde Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rumların bazı koşullar altında istediği yerde ikamet edebileceğini” söylemesi, kendisinin yaptığı çeşitli açıklamalardan sonra Rumların ellerinde, KKTC’de hiçbir geçerliliği olmayan kağıt parçaları ile insanlarımızın evlerine gelip “Çıkın burası benim evim” demeleri zaten insanlarımızın aklını karıştırmış, midelerini de bulandırmış durumdadır. Milli Günleri Kutlama Komitesi’nin aldığı bu art niyetli karar da üstüne tuz biber ekmiştir. Sayın Cumhurbaşkanı, hoş olmayan günlere gebe olduğumuzu iyi değerlendirmesi gerekmektedir.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
31 Ağustos 2015
Dünya üzerinde süren ekonomik daralma, Asya borsalarının çökme noktasına gelmesi, Avrupa Birliği içinde yaşanan deflasyon ve Türkiye’de yaşanan siyasi olaylar ile terörün yarattığı olumsuz ekonomik gelişmelerin etkisi bizim küçücük ülkemizde beklendiğinden daha da büyük oldu.
Dövizdeki kur değişikliğinin önüne geçilmesi mümkün olmasa da halkın ekonomik sıkıntılarını azaltacak bazı tedbirler alınabilir.
Bunlardan en önemlisi de bütün yaşam alanlarını etkileyen ve olmazsa olmaz enerji kaynağı olan elektrik enerjisinde yapılabilecek indirimler.
KIB-TEK’in tekel bir kuruluş olması ve tekel olmayı da ısrarlar sürdürmek istemesi, vatandaşın sırtında çok ağır bir elektrik gideri faturasının yüklenmesine neden oluyor.
Alınacak tedbirlerden en önemlisi, KIB-TEK’in tekel olmak hakkının iptal edilmesi ve elektrik üretiminin özel sektöre de açılması olacaktır.
Günümüzde güneş enerjisinden fotovoltaik yöntemle veya konkav aynalar vasıtası bir kazanın ısıtılarak elde edilen buharla çalışan elektrik türbininden temiz elektrik enerjisi elde edilen yöntemler dünyanın çeşitli yerlerinde uygulamaya konmuş durumdadır. 50 Megawatlık benzeri elektrik üretim santralleri Fas ve Mısır’da kurulmuş olup, yatırım maliyetinin tümü yatırımcıya ait olmak üzere üretilen elektriğin maliyeti €0.03 cente kadar, yani 10 kuruşa kadar inmiş durumdadır.
KKTC’de 10 kuruşa üretilip, 5 kuruşluk dağıtım masrafı ile birlikte 15 kuruşa mal edilecek bir elektrik enerjisi birçok kuruluşa ve vatandaşın cebine can suyu gibi hayat verecektir.
Ülkemizdeki elektrik enerjisi üretimi konusundaki tekel kaldırılmalı ve KIB-TEK’e ilaveten özel sektöre de üretim izni verilmelidir. KIB-TEK ister özelleşir, ister özerkleşir, isterse de halen olduğu gibi Kamu İktisadi Teşekkülü (KİT) olarak yaşamını devam ettirir.
Bu uygulama ile özel sektör devreye girdiği vakit, vatandaşın ödediği bu fahiş olarak tanımlanabilecek elektrik ücreti, ki maktu ücret adı altında hiçbir hizmet verilmeden her ay alınan 20 TL’lik haraçla birlikte neredeyse en düşük dilimde, kilovat başı ödenen para 60 kuruşa çıkmaktadır, 15-20 kuruşlar seviyesine inecektir. Böylesi bir indirim sanayinin tüm kesimlerine neredeyse doping etkisi yapacakken, vatandaşın da cebini yakan elektrik ücreti giderleri neredeyse üçte bire düşecektir.
Bizim ülkemizde elektriği tükettikçe yükselen dilim nedeni ile kilovat başı ücretin artmasına karşın birçok ülkede, dilim yükseldikçe elektrik birim fiyatı düşmektedir. KIB-TEK tekel olmanın tüm avantajlarını kendi çıkarları için kullandığından maalesef elektrik ücreti artık yasal soyguna dönüşmüş durumdadır.
KIB-TEK’in trafo katkı payı adı altında her ev yapılırken aldığı 45-50 bin TL’lik haraç, yeraltı kablosu döşenecek diye çıkarılan fahiş faturalar ve benzeri akıl almaz giderler, KIB-TEK’in tekel haklarına sahip olmasından kaynaklanmaktadır maalesef.
Elektrik enerjisi üretimi konusunda faturaların aşağıya çekilmesi ve KIB-TEK tarafından vatandaşa dayatılan hayali giderlerden kurtulunmak isteniyorsa, elektrik enerjisinde var olan tekelin kaldırılması ve özel sektöre üretim izni verilmesi gerekir. Bu çözümler vatandaşın ve tüm sektörlerin cebini fena halde yakan elektrik fiyatlarının düşüşüne yol açarken, KIB-TEK’e de kendisine çeki düzen vermek ortamını yaratacaktır.
Ekonomik krizin etkilerinin azaltılması yönündeki ikinci çözüm önerisi de şudur; Türkiye’den yapılan ithalatlarda bazı ticari malların KDV’leri hem Türkiye’de hem de KKTC’de ödenmekte olup, söz konusu emtiayı tüketici konumundaki vatandaşımız ve sanayicimiz neredeyse yüzde 25 daha pahalıya satın almak zorunda kalmaktadır. Çifte vergilendirmenin kaldırıldığı gibi çifte KDV uygulaması da kaldırılabilir ve söz konusu ticari emtiaların maliyetleri yüzde 25 aşağıya çekilebilir.
Devletin, özellikle ithalatta, herhangi bir hizmet verilmeden zorla tahsil ettiği “Rıhtım harcı”, “tartı parası”, “katkı payları” ve birtakım gereksiz ve sadece bazı kuruluşları ayakta tutmak için konmuş “fon”ların kaldırılması gibi dövizin düşüşünün yarattığı satın alma gücündeki azalmayı önleyecek tedbirler alınabilir.
Vatandaşımız, hükümetimizden tedbirler almasını ve sırtındaki bu tür haraca dönüşmüş yüklerin kaldırılmasını veya da azaltılmasını istemektedir…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
28 Ağustos 2015
Anastasiadis’in Müzakere heyetine bakıyorum, hepsinin kökeninde Yunan Milliyetçiliği eylemleri ve adanın Yunanistan’a bağlanması için çalışmalar var. Kendilerinin veya da ailelerinin bir şekilde EOKA ile bağı bulunuyor.
Rum Cumhurbaşkanının görüşmecisine bakıyorum, “18 yaşımdan beri doğum günlerimi (20 Temmuz) coşkuyla kutlayamıyorum” diyen, Rum Ulusal Konsey’ine alternatif olarak sunulan ve uzun uzun yapılan görüşmelerin ardından partilerin oy birliğiyle görüşmeci olarak onaylanan fanatik bir Rum-Helen Milliyetçisi.
Komisyonlar ve çalışma gruplarındaki Rum üyelerin tümü de seçme. İlk koşul Helen Milliyetçisi olmaları.
Özellikle de Toprak ve Mülkiyet Komisyonu tam bir EOKA yuvası. Bu komisyondaki Rum üyeleri EOKA’nın kurucusu Grivas seçseydi, daha iyilerini “asla” bulamazdı. Hele de başkanları veya da kendi deyimi ile “Danışman”ları Erato Kozaku-Marculli tam bir fanatik. Babası George Kozaku bir kardiyolog olmasına rağmen Limasol Bölgesi’nin EOKA sorumlusu. Siz buna başkomutan da diyebilirsiniz,. 1974 yılında yaşanan “Taşkent Katliamı’nın iddialara göre en son onayını Dr. George Kozaku vermiş. Babası tarafından fanatik bir Helen Milliyetçisi olarak yetiştirilen Erato, EOKA’nın gençlik kuruluşlarında yetişmiş bir kişi. Kıbrıslı Türk bürokratların ellerini, onları onurlandırmamak ve kendisi ile eşit seviyeye yükseltmemek amacı ile sıkmayan bir dışişleri mensubu, eski Dışişleri bakanı ve elçi. Yabancı diplomatların arasındaki lakabı “kara cira.”
15 Kasım 1983 günü ilan edilen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin yıllardır tanınmaması ve izolasyon altında kalmasını sağlayan yegane kişi. Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’nin daimi temsilcisi olarak görev yaptığı Birleşmiş Milletler de, 18 Kasım’da BM Güvenlik Konseyinin olağan üstü toplanmasını ve Bağımsızlık ilanının kabul edilmediği, geri alınmasının talep edildiği ve hiçbir ülkenin KKTC’yi tanımamasının istendiği insanlık dışı 541 numaralı kararı kendi elleri ile yazarak Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin Büyükelçileri ile birebir konuşup, onları bu kararın alınmasına ikna eden kişi.
Şimdi bu kadın, müzakerelerin can damarını oluşturan Toprak ve Mülkiyet konusunu konuşan komisyonun içinde ve başrolde.
Evvelki gün yaptığı açıklamada dile getirdiği istekleri ve söylemleri yüzsüzce.
-Ankara herhangi bir gözlemci değil.
-Türk Ordusu bir an evvel adadan çekilmeli.
-Türk vatandaşları adadan ayrılmalı
-Ankara, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımalı.
Markulli’ye göre 47 yıldır sürmekte olan müzakerelerin bu yeni sürecinde ön şartsız olarak Türkiye’den Kıbrıs Cumhuriyeti’ni (1963 yılından beri de facto olarak Kıbrıs Rum tarafının hakimiyeti altında olan devlet yapısı) tanıması gerektiğini şart koşuyor. Tüm bunlara ilaveten bir de Türkiye, Ankara Ek Protokolü’nün tüm şartlarını yerine getirmeli, Kıbrıs Cumhuriyeti bandıralı gemiler Türkiye limanlarından faydalanabilmeli diyor. Utanmasa, bu ada bizi sığmıyor, Türkiye Anadolu’nun güney kıyılarından bize biraz da toprak versin diyecek. Zaten anlayamadığım nasıl oldu da Maraş’ın iadesi konusunu unutmuş olması. Tüm bu taleplerin içinde sadece Maraş’ın iadesi konusu yer almamış.
Birde bizim tarafa bakıyorum.
Nerede KKTC’ye inanan, geçmişi unutmamış bir yurtsever ve vatansever var ise müzakerelerden ve devletin medya kuruluşlarından uzaklaştırılmış, kızağa çekilmiş veya da pasifize edilmiş, “Aman Rumların güceneceği bir şey söylemesin, bir hareket yapmasın” diye. Bence Toprak ve Mülkiyet konusunu görüşen komisyona Markulli’ye denk düşüncede olan Kıbrıslı bir Türk atanmalı, örneğin Sayın Sabahattin İsmail bey gibi bir kişi. Rumlar gücenecekse varsın gücensin. Bizlere 11 yıl soykırım uygulayan kişilerin gücenmesi çok da önemli değil. Önemli olan doğruları da bilmeliler, hoşlarına gitmese bile.
Yurtseverlik, vatanseverlik, anavatan Türkiye’ye güven ve KKTC’nin varlığını devam ettirmek adeta bir suç sınıfına sokulmuş bu son günlerde. “Barış, çözüm, müzakere, ilerici vb” tanımlarla nerede bir Rum hayranı varsa, nerede bir Türkiye düşmanı ve Türk askerini işgalci gören varsa, adeta seçmece toplanmış ve KKTC bürokrasinin üst noktalarına, kilit yerlerine ve müzakere heyetlerine ustalıkla yerleştirilmiş. Rum’a teslim olmayı, Rum idaresi altında yaşamayı, Türkiye’nin Kıbrıslı Türkler ile bağının koparılmasını, 41 yıldır adada barışı sağlayan ve iki halkın silahlı çatışmasını önleyen Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan tümüyle gitmesini isteyen, bu yönde çalışmalar yapan, dua eden, elinden geleni ardına koymayan ve rüyalarında gören insanlar baş tacı olmuş ve köşe başlarını tutar hale gelmişler maalesef.
Markulli’nin istediği gibi 1974 sonrası KKTC’ye yerleşip vatandaş olanlar ve bu topraklara köklerini salanlar gidecekse, Rumların da 21 Aralık 1963 sonrası vatandaş yaptıkları da gitmeli. Toprak ve mülkiyet konusunda tazminatlar ödenecekse, 1964 yılında BM Temsilcisi Ortega’nın yazdığı rapora göre yaklaşık 3 milyar Sterlin civarında maddi ve bununda on misli manevi tazminatı soykırım yaptıkları için önce Rumların ödemesi gerekmektedir.
Müzakere masasında tanınmış devlet ve tanınmamış devlet kavramı yok. Her iki taraf eşit statüde ve eşit koşullarda masaya oturmakta, konular eşit haklara dayalı olarak görüşülmektedir. Rumlar müzakerelerin sonuçlanması için bir şeyler istiyorsa, Türklere de bir şeyler vermesi gerektiğini bilmeli…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
26 Ağustos 2015
Doğu Akdeniz bölgesinde, NATO’nun güney kanadını oluşturan Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaş çıkması olasılığından büyük endişe duyan ABD, bölgede çıkacak bir savaşı kendi stratejik çıkarlarına zarar vereceğini düşünerek devreye girer ve dönemin ABD başkanı Lyndon B. Johnson, Türkiye başbakanı İsmet İnönü’ye, 5 Haziran 1964 tarihinde kaba bir üslupla yazılmış, Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini önlemek amacını içeren bir mektup, daha doğrusu bir ültimatom, (kesin uyarı) gönderir.
Bu kesin uyarı mektubu özetle, “Benim sana verdiğim silahlarla Kıbrıs’a çıkarma yapamazsın” diyordur.
Bu olaydan sonra İsmet İnönü’nün söylediği (iddia edilen) ünlü “yeni bir dünya kurulur, Türkiye de onun içinde yerini alır” sözü Türk dış politikasında ve askeri yapılanmasında yeni bir dönemi başlatır. Siyasi ve Askeri yöneticiler, Türkiye’nin yenidünya politikası ile ilgili ve Türk Ordusu’nun silahlanması konusunda önemli değişiklikler yaparlar.
Bu değişikliği ilk olarak su yüzüne çıkaran Bülent Ecevit’tir ve 1966 yılında yazdığı bir makalesinde “Johnson Mektubu, kendi güvenliğimiz için NATO’ya bel bağlamanın ne kadar tehlikeli olacağını bize göstermiştir” cümlesini kullanarak Türkiye’nin yeni stratejisini ortaya koyar.
Bu mektuptan sonra olası bir çıkarma için yüzde yüz Türk mühendislerinin tasarımını yaptığı her tür silahın ve aracın üretilmesi kararı alınır. 15 Kasım 1967 tarihinde Rumların Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırılarından sonra ortaya çıkan Kıbrıs krizinden sonra da Türkiye, çıkartma yapılabilecek yerlerin ayrıntılı haritalarını çıkarmaktan su derinliğini tespite kadar yoğun bir hazırlığa girişir, 100 adet çıkartma gemisi yapımına başlar, yurtdışından 15 bin adet paraşüt ve 6 helikopter alınır ve özel timlerin yetiştirilmesine başlanır.
1970’li yıllarda TSK’ın öncülük ettiği “Türkiye’nin milli bir savaş endüstrisi kurması zorunluluğu” kampanyası ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosu, Türk silah sanayisinin kurulmasının temellerini oluşturur.
Türk Uçak Sanayii Anonim Ortaklığı (TUSAŞ), 28 Haziran 1973 tarihinde Türkiye’nin savunma sanayiinde dışa bağımlılığını azaltmak amacıyla Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bünyesinde kurulur ve faaliyetlerine başlar.
Aradan geçen 10 yıldan sonra da Türk Hava Kuvvetleri’nin savaş uçağı ihtiyacının karşılanmasına yönelik olarak F-16 uçaklarının kullanılması kararı ile birlikte; F-16 uçağının üretimi, uçak üzerindeki sistemlerin entegrasyonu ve uçuş testlerini yaparak Hava Kuvvetlerimize teslim etmek üzere TUSAŞ tarafından 1984 yılında TUSAŞ Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TAI), Türk-ABD ortak yatırım şirketi olarak Lockheed-Martin şirketi ile birlikte 25 yıllığına kurulur. Artık F-16’lar Türkiye’de montaj usulü ile üretilmeye başlanır.
Gelişmeler o denli hızlı ve sağlıklıdır ki, daha 25 yıllık süreç tamamlanmadan istenilen hedefe ulaşılır ve 2005 yılında TAI’nin yabancı hisseleri Türk hissedarlar tarafından satın alınarak şirket yeniden yapılandırılır. İkinci aşamada TAI ve TUSAŞ birleşerek, TUSAŞ (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş.) çatısı altında faaliyetlerini genişletir. Çok başarılı olan TUSAŞ, Türkiye’de havacılık ve uzay sanayi sistemlerinin geliştirilmesi, modernizasyonu, üretimi, sistem entegrasyonu ve yaşam döngüsü destek süreçlerinde Türkiye’nin teknoloji merkezi konumuna yükselir kısa bir zaman içinde.
Son aşama ise F-16’ların yazılımlarının Türkiye’de yapılması ve bu uçaklara başarı ile uygulanması, Türk Hava Kuvvetlerine bağlı bu uçakları adeta “tespit edilemez” hale getirir ve sanki de bir hayalet olarak bölgeye girerek, radarlarda görülemeden ve tespit edilemeden son yılların en başarılı imha operasyonuna imza atmalarına yol açar…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
24 Ağustos 2015