Bugün 20 Temmuz 1974 günü başlayan ve fiilen 16 Ağustos 1974 günü biten Mutlu Barış Harekatı’nın 41. yıldönümü. 15 Ağustos 1974 günü akşamüzeri Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı Mekanize Birliğin Gazimağusa’ya gelişini, kendilerini bizi kandırmak için Türk bayrağı taşıyan Rum ordusu sandığımızdan girdiğimiz silahlı çatışmayı, birkaç saat evvelsine kadar çatıştığımız Rum ordusuna mensup askerlerin silahlarını bırakarak mevzilerinden kaçışını ve sonra da Ankara’dan Sancaktarımıza (bölgenin askeri komutanı) gelen kriptolu telsiz talimatı ile kapıları açarak 96 yıllık hasreti sona erdiren kucaklaşmayı unutmam mümkün değil.
Böylesi güzel ve onur duyulacak, Türk tarihine altın harflerle geçmiş tarihi bir olayı fiilen yaşadığım için kendimi çok şanslı addediyorum. Bizim bu topraklarda özgürce yaşayabilmemiz için canlarını feda etmekten çekinmeyerek şehitlik mertebesine ulaşmış Kıbrıslı Türkleri, Mücahitlerimizi ve Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarını saygı ile anarken, bizi tutsaklıktan ve soykırımdan kurtarıp, onurlu ve özgür bir yaşam sağlamak için mücadele vermiş olan Türk Mukavemet Teşkilatımıza, Mücahitlerimize, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Türkiye Cumhuriyeti’ne şükranlarımı sunuyorum.
1963-1974 yılları arasında yaşadığımız soykırımda çektiklerim(iz), 15 Temmuz 1974 günü Yunanistan’ın Kıbrıs adasını ilhak etmek için yaptırdığı darbede yaşadıklarım ve 5 gün sonra da Türk silahlı Kuvvetlerinin gerçekleştirdiği Mutlu Barış Harekatı’nın benim üzerimde bıraktığı izler hiç de silinecek gibi değil.
Soykırım yıllarında Mağusa’dan Lefkoşa’ya giderken, Rum Milli Muhafız Ordusunun ana yollarda kurdukları barikatlarda durdurulup, kızgın güneş altında saatlerce asfalt üzerinde ayakta durmaya zorlanmamızı ve en aşağılayıcı bir şekilde darp edilerek, dipçikle başımıza ve göğsümüze vurularak üstümüzün ve otobüsün aranmasını, Rum köylerinin tümünde elektrik, su ve asfalt yol varken, Türk köylerinde ve Kıbrıslı Türklerin karma yaşadıkları köylerdeki Türk bölgelerinde bunların hiç birisinin olmamasını ve de Kıbrıslı Türklerin kasten işsiz bırakılarak göçe zorlanmasını unutmam mümkün değil.
Rumların çoğunluk oldukları ve ülkeyi yönettikleri bir yerde, Rumlarla birlikte yaşamanın bir ayrıcalık olduğunu sonradan fark ettim, kendilerini tanıma ve gerçek yüzlerini görme şansına sahip olduğum için!
1970-1974 yılları arasında Gazimağusa’nın şimdiki kapalı Maraş bölgesinde, çok iyi eğitimli olmama rağmen iş bulamadığım için önce düz işçi sonra da kalfa olarak Rum müteahhitlerin yanında çalışırken Kıbrıslı Rumların yetişme tarzlarını, kültürlerini, düşüncelerini, milliyetçilik anlayışlarını, Kıbrıslı Türklere nasıl baktıklarını, hangi gözle gördüklerini ve ne gibi haklara layık gördüklerini çok iyi gözlemlemiş ve öğrenmiştim. O kötü yıllarda adadaki nüfus oranı bizim aleyhimizeydi. Rumlar 450 bin kişi iken bizler ancak 120 bin civarındaydık ve bölük pörçük adanın çeşitli yerlerine dağılmış yaşıyorduk. Lefkoşa, Mağusa, Girne, Larnaka, Limasol ve Baf gibi kasaba büyüklüğündeki şehirlerde Türk ve Rum bölgeleri vardı. Türklerin çoğunluğu kendi bölgelerinde yaşamlarını sürdürürken, geri kalan Kıbrıslı Türkler ise adanın çeşitli yerlerine dağılmış, karma veya sadece Türk olan köylerde ikamet etmekte, geçimlerini de tarımla sağlamaktaydılar.
Yıllardır süregelen müzakerelerde konuşulanları doğru değerlendirmemin, Rum siyasilerin tavırlarının ne manaya geldiğini doğru olarak kestirmemin ve öngörülerimin hep doğru çıkmasının nedeni, hep bu yıllarda edindiğim deneyim ve gözlem ile bilgi depomu doğru bir şekilde doldurmamdan kaynaklanır…
(Devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
20 Temmuz 2015
Bütün okuyucularımın RAMAZAN BAYRAMI’nı, halkımızın arasındaki diğer adıyla da ŞEKER BAYRAMI’nı kalben kutlarım. Herkese sağlık, mutluluk ve başarılar dolu nice bayramlara vesile olsun bu güzel bayramımız.
Bayram deyince aklıma, II. Dünya Savaşı’nın yoklukları ve sıkıntılarının azalmış olsa da hala daha uzantılarının kırıntılarının devam ettiği 1950’li yıllardaki bayramlar geliyor.
Bayramlarla ilgili hatıralarım içindeki ilk izler, biraz bulanık da olsa, el öpüp dönemin madeni paraları olan kuruş, yarım şilin, çifte şilin ve annemle babamdan aldığım kağıt mavi beş şilinler…
İkinci ama çok net hatıra da, köyde, (Ergazi) rahmetli Tevfik amcamın evinin avlusunda kurulmuş çok büyük ve çok uzun bir sofra. Üzeri rahmetli Pembe yengem ve rahmetli Emine yengemin kendi elleri ile yaptıkları bin bir çeşit yemeklerle dolu davetkar sofra… Mis gibi yemeklerin ve taş fırında sabahın erken saatlerinde pişirilmiş ekmeklerin, çöreklerin ve pilavunaların kokusu sokaklara kadar yayılırdı.
En büyükten başlamak üzere, başta Karpaz’ın Hoc a efendisi Rifat dedem ile Ayşe nenem olmak üzere, amcalarım, yengelerim ve yeğenlerim, büyükten küçüğe giden bir düzenle toplaşırdık sofranın etrafına.
Bayram şayet yaza denk gelmişse, yemek sonrası arabalara doluşur, doğru boğaza denize girmeye giderdik. Bayram İlkbahar veya Sonbahara rast gelmişse Kantara’ya giderdik. Kışın ise güneşin ılık ışıkları altında bahçede otururduk.
Büyüklerimiz neşe içinde sohbet ederken, biz çocuklar bir odada veya bahçede toplanır, oyunlar oynardık. Akşamları ise en büyük keyif beyaz bir perde üstüne gölgeleri yansıyan ve birbirleri ile konuşan Hacivat ile Karagöz’ü seyretmek olurdu. Benim sıram geldiğinde, bir keresinde -elektrik olmaması nedeni ile- perdeyi aydınlatmak için kullandığımız mum devrilmiş ve perdeyi tutuşturmuştu.
Tabii sabah topladığımız kuruşlar ve şilinler, rahmetli Mustafa amcamın yönettiği Kooperatif Bakkaliyesinde çoktan şekerlemelere ve çakuletlere (Çikolata) dönüşürdü.
Akşam illaki sinemaya gidilirdi. Bütün çocuklar toplanır, köy otobüsüne biner ve rahmetli Fuat dayı bizi çevre köylerdeki hangi sinemaya götürürse o sinemaya giderdik. Cebimizde kırıntıları kalan bayram harçlıkları ile de Regis marka dondurma yerdik. Filmi seyreder miydik emin değilim. Maksat gezi olsun, farklı bir yere gidilsin ve tahta çubuk üzerine monte edilmiş dondurma yemek olsundu gerçekte…
Sonraki yıllarda taşındığımız Mağusa ve Lefkoşa bana bitmeyen büyüklükteki köyler gibi gelirdi. Hiç bu iki büyük köyün en son evine ulaşamamıştım bir türlü. Ne kadar da yürüsem illaki daha uzaklarda gene başka evler bulunurdu. Dolayısıyla çocuk dünyamızda devleştirdiğimiz bu şehirlerin bayramları da ihtişamlıydı.
Mağusa’nın ve Lefkoşa’nın bayramları çok farklıydı. Mağusa’daki bayram yeri, liman ile şehri ayıran surların boyunca, Canbulat kapısından Othello kalesine kadar olan kısımdı. Lefkoşa’da ise bayram yeri Sarayönü’ydü. Salıncaklar, atlıkarıncalar, ikballer, kebapçılar, lokmacılar, şamişiciler ve diğer benzeri esnaf hep oradaydı. Sonraki yıllarda hem Lefkoşa’da hem de Mağusa’da “Bayram yeri” değiştirildi.
Ankara ve İstanbul’daki bayramlarımız ise çok daha değişik gelirdi bize. Yemekler de, tatlılar da, çakuletler de bir farklı güzeldi. Bu iki şehirdeki en büyük olay, sinema seçmek hakkımızın olmasıydı. Hangisini gözümüz kestiyse ona giderdik rahmetlik ağabeyim Bora ile…
O bayramlar daha mı güzeldi, ya da çocukken her şey daha mı güzel gelirdi bilemiyorum ama hem duygusal hem de aile yapısı açısından bugünkünden çok farklıydılar. Eskiden bayramlarda bütün akrabaları dolaşırdık, kaçıncı kuşaktan akraba olduğumuz çok da önemli değildi. Şimdi çevreme bakıyorum da, sülale kavramını sınırlamış, küçük aile kavramına geçmişiz. Aile bağlarımız kendi yakınlarımız ile kısıtlı kalmış. Sadece 1. kuşak akrabalar kendi aralarında bayramlaşıyor. Bazı ailelerde ise sadece evde kimler yaşıyorsa onlarla bayram kutlaması yapılıyor, hepsi o kadar. Ve sonra da, ya TV karşısına geçiliyor ya da bilgisayar. Yaşam hızlı bir şekilde bireyselleşiyor ve sanallaşıyor biz farkına varmadan…
İyi Bayramlar diliyorum, yazımı okuyan tüm okuyucularıma ve dostlarıma, arkadaşlarıma…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
17 Temmuz 2015
Yunanlılar tembelliklerinden ve üçkağıtçılıklarından elbirliği ile Yunanistan’ı mı batırdılar yoksa Avrupa Birliği bir ayak oyunu ile Yunanistan’ı mı batırdı.
Evvelki gün varılan ön anlaşma ile 20. Yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti’nin tüm gelirlerine el koyan “Düyun-u Umumiye-i Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi” yani Avrupa devletlerinin gönderdiği temsilcilerden oluşan, “Osmanlı Devleti’nin borçlarını tasfiye için kurulan uluslararası kuruluş”un 21. Yüzyıl versiyonu, Yunanistan’ın tüm gelirlerine el koydu AB’den alınan borcu ödemek için.
Gerçekte AB bu konuda haklı.
Yunanistan, Avrupa Birliğine kasten çarpıttığı ve yalan dolanla dolu bütçe hesaplarını sunarak Avro Bölgesine (Euro Zone) girdi ve batana kadar da gerçekleri gizleyerek rakamlarla oynamaya devam etti. Hal böyle olunca batması da kaçınılmazdı. Yunanistan’ın eski Başbakanlarından Yorgo Papandreu, Yunanistan’ın batacağını daha 2004’lü yıllarda, Annan Planı ile ilgili olarak kendisinin de yer aldığı toplantılarda üstü kapalı dile getirmekten çekinmiyor, bu nedenle de Annan Planı’na içinde umut ışığı yanan bir kurtarıcı gibi bakıyordu.
Boşuna batmadı Yunanistan.
Erken yaşlarda emekli olmuş devlet memurları başına tam bir bela oldu. Sayıları nüfusa oranla inanılmaz boyutlarda.
Ölüm kayıtları bilinçli olarak yapılmıyor. 1950’li, 1960’lı yıllarda ölen kişilere hala daha emekli maaşı ödeniyor. Yunanistan, bu nedenle dünyanın en yüksek yaş ortalamasına sahip. Resmi kayıtlara göre dünya üzerinde 100 yaşını geçen insanların en çok bulunduğu ülke Yunanistan.
Her ay 4-5 farklı yerden emekli maaşı alan aileler bulunmakta Yunanistan’da. Ölen devlet memurlarının sayıları yaklaşık 40 binin üzerinde olan evlenmemiş kızları ayda bin Avro gibi bir sosyal yardım parası almakta. Bu yardım paraları Yunanistan maliyesine yılda 530 milyon Avro’ya mal olmakta.
Devlet ihaleleri ise tam bir yasal soygun havasında. Hastanelerde kalp hastalarına takılan kalp pilleri için devlete çıkarılan fatura, AB ortalamasının neredeyse 400 katından da fazla.
Basit bir devlet dairesinde, müdür ve üst düzey yöneticilerin arabalarının özel şoförlerinin sayısı ortalama 50 civarında. Buna ilaveten bir de bu dairenin bahçesi varsa, bir o kadar da bahçıvanı bulunmakta. Genelde 30-40 metrekare bahçeye 40-50 arası bahçıvan düşüyor.
Yunanistan’da riskli sayılan 600 farklı iş kolu bulunmakta.
Saç boyasının cilde zararlı olabileceği gerekçesi ile kuaförler, mikrofonun olası vücuda zararlı ışınlar veya dalga yayabileceği varsayımı ile mikrofon kullanan tüm Radyo, TV ve benzeri iş kolları, hava üflemek için vücudu zorladığı gerekçesi ile nefesli çalgıların yer aldığı orkestra ve müzik grupları ve benzeri 597 adet iş kolunda çalışan kadınlar 50 yaşında, erkekler is 55 yaşında emekli olmakta.
1930 yılında kurumuş olan Kopais gölünü korumak amacıyla kurulmuş olan “Kopais Gölünü Koruma Enstitüsü” gibi sayıları bini aşmış hayali kurum ve kuruluşlardan geçimini temin eden, aylık alan ve emekli olmuş yüzbinlerce Yunanlı bulunmakta. Bu kağıt üstünde var olan ve hayali işlerle uğraşan kurum ve kuruluşlarda çalışanların Yunanistan Hazinesine ve de dolayısı ile AB vergi mükelleflerine maliyeti yıllık 3 milyar 250 milyon Avro.
Fransa’da emekliler aldıkları son maaşın yüzde 51’ini, Almanya’da yüzde 40’ını, ABD’de yüzde 41’ini, Japonya’da yüzde 34’ünü emekli maaşı olarak alırken Yunanistan’da yüzde 96’sını emekli maaşı olarak almakta.
Bunlar gibi daha yüzlerce “Beleşçiliğe yönelik, çalışmadan para kazanmayı hedeflemiş yöntem” geliştirmiş Yunanlılar ve doğrudan Yunanistan Hazinesini, yan yollardan da AB hazinesini soyup soğana çevirmişler yıllar içinde. Bunları okudukça aklıma bizim KKTC maliyesi, çalışmadan veya da çalışır gibi yapıp maaş alan kamu görevlileri ve beleşçilik üzerine kurulmuş sosyal haklar geldi aniden…
Arkamızda Türkiye olmasaymış çoktan batarmışız biz de, aynen Yunanistan gibi…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
15 Temmuz 2015
ABD her yıl dünya üzerinde varlığını sürdüren ülkelerle ilgili yaptığı çeşitli araştırmaları sınıflar ve yayınlar. KKTC’nin niye hep son bölümlerde kaldığını merak ederim, özellikle de İnsan Hakları Konusunda.
Ülkemizde kendini “İlerici”, kendinden olmayanları da “Gerici” olarak tanımlayan “Çağdaş Gericiler ve Irkçılar” öyle akıl almaz kararları üretmişler ve uygulamaya koymuşlar ki, insan hakları konusunda son sıralara düşmemiz bu ırkçı beyinler sayesinde gerçekleşmiş.
KKTC’de doğan çocukların doğum kağıdına kırmızı mürekkep ile “KKTC Vatandaşı Değildir” mührünü vurmanın ne sebepten, kim tarafından çıkarıldığını bilmiyorum ama bizim için tam bir yüz karası olmuş durumda. Bu paranoyak kişinin dahiyane fikirleri ve kendi hastalıklı düşüncelerini uygulamaya koymak histerisi sayesinde insan hakları konusunda sınıfta kalmışız.
İkametten doğan ceza ise bir başka insan hakları kavramının yüz karası. Kökeninde insanlık duygusunun değil, nefretin yattığı bir başka çirkin uygulama. Bu uygulamanın da insanlık kavramı açısından bize verdiği zarar çok büyük. KKTC’de doğmuş ve KKTC vatandaşı bir kişi ile evlilik yapmış olan bir kızımıza son 2 yıldır KKTC dışına çıkmadığı için kesilen ceza 400 bin TL ve birkaç gün sonra da KKTC vatandaşı ile evli olmasına bakılmaksızın sınır dışı edilecek. Kim duysa olamaz böyle bir saçmalık diyor ama gerçekte oluyor. Bir yasayı yaparken getirilen cezaların ve yasakların sonucunu kestiremeyecek kadar sığ fikirlere sahip olan bu beyinler, sadece kendi egolarını tatmin ve içlerindeki nefreti uygulamaya koymak için böylesine insanlık dışı ve insan haklarına aykırı yasalar yapabiliyor, uygulamalar üretebiliyor.
Sonra da bu kafatasçılar sayesinde dünya sıralamasında insan hakları konusunda üçüncü ülkelerin bile gerisine düşmüşüz. Güya da okumuş ve okuma seviyesi yüksek bir toplumuz ama yöneticilerimiz ile bürokratlarımızın bazılarının insanlık anlayışı seviyesinin çok düşük olduğunun farkında bile değiliz.
Hele de sınır kapılarındaki son uygulama çirkinin de çirkini. Bir halktan nefret etmenin böylesi bir boyutu olamaz dedirtecek cinsten. Bu düşüncede olanlar gece rahat uyuyabiliyorlar mı gerçekten de çok merak ediyorum.
Son aylarda KKTC’nin kara veya da deniz sınır kapılarından KKTC’ye giriş yapan T.C. vatandaşlarına artık 15 günden fazla kalma izni verilmediği söyleniyor. “15 günden fazla ikamet edemez, KKTC’de çalışamaz” yazan çirkin, çirkin olduğu kadar da nefret içeren yüz karası bir mühür vuruluyor peşinen.
KKTC’nin kara sınır kapılarından yani Güney Kıbrıs’tan KKTC’ye giriş yapan Gürcü, Vietnamlı, Filipinli ve benzeri ülkelerden gelen kişilere ise kısıtlamasız (süresiz) ikamet izni veriliyor, çalışamaz mührü ise vurulmuyor.
Bu nasıl bir ayırımcılık anlaşılır gibi değil. Türkiye’den gelen kardeşlerimiz aynı dili kullanıyoruz, aynı tarihe, kültüre ve edebiyata sahibiz, Rumların saldırılarına karşı caydırıcı bir güç olarak sınırlarımızı bekleyenler Türkiye’den gelen kardeşlerimiz, memurlarımızın her ay aldıkları maaşlarını gönderen de Türkiye anavatanımız ama yüz karası bir ayrımcılığı da Türkiye’den gelen kardeşlerimize yapıyoruz.
Elin yabancısı gelecek, istediği kadar kalacak, kaçak çalışacak ve piyasada dolaşan Türkiye kökenli paramızı alıp kendi ülkesine gönderecek ama kökümün, soyumun geldiği ülkeden gelenlere bu hak tanınmayacak…
Nefret dolu beyinlerin bu son üretimine de pes doğrusu…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
13 Temmuz 2015
Sayın Mustafa Akıncı’nın KKTC Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra son 2 yıldır masaya oturmamak için binbir türlü bahane icat eden Anastasiadis’in aniden müzakere masasına oturması ve masaya yapışıp kalması pek de hayrın bir gelişme değildi.
Buluşmalar, içilen içkiler ve kahveler, ortak tiyatrolar sanki de her şey iyiye gidiyor mesajını verirken, benim kırk yıldır tanıdığım Anastasiadis ne vakit su koyverecek diye ciddi ciddi bir beklenti içine girmiştim ki, dostum Anastasiadis beni yanıltmadı.
Evvelki gün Sigma TV’de yaptığı açıklama, müzakereleri nereye doğru sürüklemek istediğinin ipuçlarını veriverdi aniden.
Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis “Üniter devlet İki Bölgeli İki Toplumlu Federasyon’a dönüşecek. Zürih Anayasası üniter devlet içinde bir çeşit federasyon öngörür” diyerek aklındakini açıkladı ve hedefini de ortaya koydu. Yani Kıbrıslı Türkler illaki kan pahasına, gözyaşı pahasına 1975 ve 1983 yıllarında kurdukları kendi devletlerini lav edecekler ve tüm kurumları ile birlikte mevcut sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti”ne ilhak edecekler veya da yama olacaklar. Sonra da Anastasiadis’in kendisi değil ama görevlendirdiği kişiler, “sizin nüfusunuz uluslararası kavrama göre devlete ortak olamayacak kadar az, siz ancak azınlık haklarına sahip olabilirsiniz” diyecekler. Belki de lütfederler de “Ayrıcalıklı azınlık hakları” tanırlar bize o vakit, kötünün iyisini bize layık görüp” jest yaptık, daha ne istiyorsunuz” diyebilmek için. Hani hayvanat bahçesinde küçük kafes yerine, futbol sahası büyüklüğünde demir kafesin içine konan maymunlara/gorillere yapıldığı gibi. Sorduğunuza bunların kafesi niye büyük diye, yanıtını hemen verirler “bunlar ayrıcalıklı ve koruma altındaki türdürler de ondan.”
Anastasiadis’in aynı açıklama içinde, “Yönetim başlığı konusunda ise önümüzdeki günlerde Rum Ulusal Konseyi’ni toplayıp bilgilendirme yapacağını ve onların da görüşlerini alacağını” söylemesi bana aklındakinin ne olduğunu, yönetim konusunda ne düşündüğünü ve hangi stratejiyi uygulayacağını daha şimdiden söylüyor. Bunun için kahin olmaya gerek yok.
Daha seçildiği gün, “Ulusal Konseyin dörtte üçünün onaylamadığı bir çözümü kabul etmeyeceğim” demişti. Ulusal Konseyde yer alanlara ve oy haklarına bakarsanız kimin çözüm istediğini, kimin safkan Rum yönetimi altında bir üniter devlet istediğini görürsünüz. Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos, Rum Milli Muhafız ordusu Komutanı, DISY, DIKO, AKEL, EVROKO ve Ekologlar Partilerinin Başkanları ve eski Cumhurbaşkanları, Dimitris Hristofyas ile Yorgo Vasiliu.
Hadi Hristofyas, AKEL ve Yorgo Vasiliu’yu ılımlılar tarafına koyduk diyelim, ki Hristofyas Cumhurbaşkanı iken AKEL ile birlikte kendisi Rum Ulusal Konseyindeki tartışmalarda olumsuz oy bile kullanamamışlardı, geriye milliyetçiler DISY ve DIKO ile aşırı milliyetçiler EVROKO, Ekologlar, Hrisostomos II ve RMMO Komutanı kalıyor. Milliyetçi cephe de Anastasiadis dahil 7 oy varken, ılımlılarda 3 oy var.
Bu konseyden asla “iki toplumlu, iki bölgeli, siyaseten eşit ve eşit yönetim haklarına sahip iki kurucu devletten oluşacak bir federasyon” kararı, Rumlardaki bu kafa ve bu oy dağılımı ile asla çıkmaz.
Şimdi Anastasiadis birde “varılan doruk anlaşmalarının ve ortak açıklamaların Avrupa müktesebatına, insan haklarına ve dört temel özgürlüğe saygılı şekilde eklenmesi” lafını ağzında gevelemeye başladı.
Hayırlı olsun, Rumların oyunbozanlığı şimdiden başladı. Müzakereler hızla sonuca değil, çıkmaza doğru gidiyor. Ben Sayın Akıncı’nın böylesi bir tuzağa düşmeyeceğine, böylesi bir gidişe prim vermeyeceğine inanıyorum…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
10 Temmuz 2015