Aslında bu soruyu kendi kendimize sıkça sormalıyız.
Özellikle de “Türkiye’den gelenler gitsin, Türk Askeri gitsin, biz kendi kendimize yeteriz, Türkiye’nin parasını da memurunu da istemeyiz” diyebilecek kadar kör olanlar etrafta oldukları veya da kafadan atma konuştukları vakit.
Uzağa gitmeye gerek yok.
Kıbrıs Rum tarafı ortada, Yunanistan ortada. Her ikisi de başkalarının alın teri ile kazandığı paralarla yüksek maaşlar alıp yan gelip yattıkları için, gün gelip deniz bitince battılar.
Çalışmadan, üretmeden eline geçen üç beş kuruşla kendinizi bir şey oldum sananlar, musluk kapandığı vakit tepetaklak aşağılara yuvarlanıyor. Bu iş böyle Yunanistan’ın hayalperest Başbakanı Çipras gibi atıp tutmakla olmuyor.
1963-1974 arasında Rum idaresi altında yaşadık. Soykırıma uğradık. Makarios’un Cumhurbaşkanı olduğu sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hiçbir nimetinden, gelirinden, hibesinden bir tek Kıbrıslı Türk yararlanmadı. Soykırıma uğradığımız o meşum yıllarda ayakta kalabildiysek, anavatan Türkiye’nin maaş olarak Kıbrıs Türk halkına gönderdiği paralarla ve Türkiye’ye olan güvenimizle bunu başarabildik.
O günleri özleyen ve o günlere geri dönmek isteyen Rum hayranlarının hatırlaması gereken, geçimimiz için gerekli olan parayı o günlerde de Türkiye’nin gönderdiğiydi. Rumların yanında sadece işçi olarak çalışabiliyorduk. Başka seçeneğimiz ve güvencemiz de yoktu. Ya göç edecektik, ya Rum’da işçi olarak çalışacaktık, ya da “Kıbrıs Türk Yönetimi” altında memur veya mücahit olarak çalışıp ay sonunda Türkiye’nin gönderdiği maaşı alıp yaşamımızı sürdürmeye çalışacaktık.
Hangi şartlarda çalıştığımıza dair bir örnek; 1974 öncesi Mağusa’nın Maraş bölgesinde, adı Abbey Gate Building Co. olan İrlandalı bir şirketin, o döneme göre çok büyük sayılacak apartman inşaatında çalışırken, işçi gerektikçe Mağusalı kardeşlerimi işe aldırıyordum. Neredeyse tüm kalıp, demir, beton, duvar ve sıva işçilerinin yarısına yakını Mağusalı veya da civar köyden gelen Türklerdi. Bir sabah Rum olan genel ustabaşı işe sarhoş geldi. Açıkçası tam dalgadaydı. İşi durdurdu ve biz Türk işçilerin yan arsada toplanmasını istedi. Bizler toplandıktan sonra bir afra tafra ile geldi ve bize toptan küfrederek hepimizi işten attığını söyledi. Kimsenin yapacak bir şeyi, hesap sorma hakkı yoktu.
***
Maliye bakanımız çıkıp, “Cari bütçe giderlerinin yani memur maaşlarının yüzde 80’ini karşılayabilecek düzeye geldik” diyor gururla. İş buraya kadar doğru ama bu sözlerin kafalarda oluşturduğu “ Türkiye’den maaşlar gönderilmezse kendi kendimize ayakta kalıp, varlığımızı sürdürebiliriz” algısı çok yanlış.
Gerçekte işin aslını anlamak için ekonomist olmaya da gerek yok. Biraz matematik bilmek yeterli. Maliye Bakanlığımızın hazineye topladığı paralar gerçekte devletin vatandaşlardan aldığı direkt ve endirekt vergilerden oluşmakta. Halkımız endirekt vergileri “kazanç vergisi, kurumlar vergisi” olarak adlandırırken, büyük bir kısmı KDV ve Gümrük vergilerinden oluşan endirekt vergileri de “haraç” olarak adlandırmakta.
Maliye’nin cari bütçenin yüzde seksenini karşılayabiliyoruz dediği gelirlerin neredeyse tamamı bu haraçlardan oluşuyor. İşin can alıcı noktası da burada. Türkiye maaşları göndermezse, maaş alamayan memurlar çarşıda alış veriş yapamayacakları ve bunun neticesi olarak da gümrük girdileri düşeceği için maliyenin alacağı ‘haraç’ da bir iki ay içinde sıfırlanacak ve cari bütçeyi karşılayamaz hale gelecek. Maliyenin cari bütçenin yüzde seksenini karşılayabilmesinin temelinde Türkiye’den gelen memur maaşlarının durmaması olmazsa olmaz koşuldur.
KKTC’de bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerinin (Kolordu’nun) güvenliğimizi sağlamaktan öteye devletin bütçesine yaptığı ve ekonomimize sağladığı katkıdan bir başka yazımda bahsedeceğim. Zira doğruları bilmek herkesin hakkıdır…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
8 Temmuz 2015
Aramızda bazı kişiler varmış maalesef; Hastalıklı, taraflı ve hayali düşüncelerine KKTC’de yaşayan insanları inandıramadıkları için koşa koşa Rum tarafına gidiyorlar ve oradaki siyasilerle dini liderlere anlatıyorlar, söyledikleri sanki de doğruymuş gibi.
Cumartesi günü “Kıbrıs’ta Varoluş Hareketi” adı altında yapmış olduğumuz insani protesto eylemi bizlere yeni bir kapı açtı, ister istemez. Hem Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi üst düzey yetkilileri ile hem Rum siyasilerle hem de Birlemiş Milletler (BM) yetkilileri ile farklı düzeyde temaslarımız oldu.
Söylenenlere ve bize aktarılanlara inanamadım.
Bazı Kıbrıslı Türklerin kalbinin nasıl kötülükle, fesatla dolu olduğunu duymak, içlerindeki kini nasıl hayali bilgilerle Rum yetkililere kustukların işitmek beni açıkçası şok etti.
Bana hiç çekinmeden isim de verdiler, doğruları bana aktardıklarını kanıtlamak için.
Başta Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu olan II. Hrisostomos olmak üzere, bazı üst düzey Rum siyasilere aktardıkları yalan, yanlış bilgiler inanılmaz düzeyde.
Bunlardan birisi gitmiş ve KKTC’de yaşayan ve adına da aynen Rumların söylediği gibi “yerleşik” demekten çekinmediği Türkiye’den gelerek adamızı vatan edinen kardeşlerimizin sayısının 350 bin olduğunu söylemiş.
Bir diğeri çıtayı biraz daha yükseltmiş ve Türkiye’den gelerek adamızı vatan edinen kardeşlerimizin sayısının 500 bin olduğunu söylemiş, aynen diğeri gibi sözde “yerleşik” kelimesini kullanarak.
Birine göre toplamda adanın kuzeyinde yaşayan KKTC vatandaşlarının sayısı 630 bin, diğerine göre de 780 bin.
Utanmadan kendi çirkin duygularını ve nefretlerini genelleştirerek bir de Kıbrıslı Türklerin tümünün, Türkiye’den gelerek adamızı vatan edinen kardeşlerimizden nefret ettiklerini de söylemekten çekinmemiş bu kişiler. Anlatmış oldukları kötüleyici ve aşağılayıcı hikayelerin de bini bir para, onlarca, yüzlerce uyduruk hikayeler yaratmışlar.
KKTC’de bu iddialarını dile getiremiyorlar toptanı yalan olduğu için. Kendi çevreleri dışında kendilerine inanacak birilerini bulamayacaklarından dosdoğru koşuyorlar Başpiskopos Hrisostomos’a ve Rum siyasilere ve döküyorlar içlerindeki nefreti ve kini. Onlar da ister istemez inanıyorlar bu yalancılara.
Bir BM yetkilisinin söyledikleri ise beni gerçekten şok etti. “Kıbrıslı Rumların ve siyasetçilerin büyük bir kısmı 1974 sonrası Türkiye’den gelip adaya yerleşen ve çoluk çocuğa karışan göçmenlerin, çözüm sonrasında adada kalmasına sıcak bakarken, sizin taraftaki Kıbrıslı Türkler adada kalmalarını hiç istemiyor. Bizden istedikleri Türkiye’den gelenlerinin tümünün gönderilmesi. İşin doğrusu Rumlar bu kadar dile getirmiyor bu konuyu. Bu nedenle de nasıl bir çözüm bulacağımızı ve önereceğimizi şaşırdık” diyerek aklımı başımdan aldı.
“Keşke bana da sorsaydın, sana gerçekleri söylerdim… KKTC’de yaşayan ve sesini çıkarmayan sessiz çoğunluk bunun tam aksini düşünüyor” diyerek yanıtladım kendisini.
KKTC Meclisine sunulan çağdışı ve hastalıklı beyinlere sahip bir takım kişiler tarafından hazırlanmış yeni “Vatandaşlık Yasa Tasarısında” 21. Yüz yılda geçerli olan insan haklarına aykırı, ırkçı ve kafatasçı maddelerin yer aldığını, niye 15 yıl gibi çok uzun bir müddet KKTC’de çalıştıktan sonra ancak vatandaşlığa başvurulabileceğini, niye bu topraklar da doğan çocuklara “Vatandaş değildir” diye insanlığın yüz karası bir mühür vurulduğunu çok daha iyi anlıyorum şimdi…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
6 Temmuz 2015
Başta BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Eide olmak üzere Birleşmiş Milletler’in Kıbrıs Sorunundan sorumlu ekibinin, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean- Claude Juncker’in Kıbrıs sorununa ilişkin olarak özel bir rol üstlenmesini istemeleri çok tehlikeli bir gelişme. Bizim sonumuzu getirecek bir gelişme de diyebiliriz buna.
Espen Barth Eide’nin “AB’nin müzakerelere katılımının son aşamasına girdiği” açıklaması kulağa hiçte hoş gelmiyor. İşin içinde gene bir oyun olduğu kesin. BM açıkça Avrupa Birliğini Kıbrıs Müzakerelerinin içine çekmeye çalışıyor. Bunu yıllardır başaramamıştı. Özellikle de III. Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, BM’nin ve AB’nin bu konudaki ısrarlı girişimlerine hep “Hayır” yanıtını vererek AB’yi Kıbrıs konusundan uzak tutmaya çalışmıştı.
Şimdi BM ve AB, Cumhurbaşkanının değişmesini fırsat bilip AB’nin müzakerelerde hakem olabilmesi için uygun bir ortam hazırlamaya çalışıyor. Belli ki Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili olarak, tarihte pek çok kez karşılaştığımız diplomatik ayak oyunları ile adanın tümüyle Rum idaresi altına girebilmesi için bir oyunun tezgahlanıyor. Bu seferki 2002-2003 ve 2004 yıllarında tezgahlanan Anan Planı oyunundan biraz daha farklı.
Annan Planı döneminde Avrupa Birliği müzakereler fiilen müdahale etmemiş fakat Kıbrıslı Türkleri kandırmak ve “Evet” demelerini sağlamak için 30 milyon Avro dökmüştü bizim tarafa. Göstermelik tabela dernekleri ile yapay siyasi partiler kurulmuş, iki toplumlu faaliyetler almış başını gitmiş, korolar, maçlar, etkinlikler bir birini takip etmişti. Medya dünyasından adamlar, yazarlar, kuruluşlar satın alınmış, Karen Fogg’un “Hassanları” yaratılmış ve bir “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” furyası başlatılmıştı. Taktire şayan bir toplum mühendisliği faaliyeti ortaya konmuş, bazılarımız da iyi niyetle AB’ye ve yaratılan hayali dünyaya inanmış ve referandumda “evet” oyu kullanmıştı.
Sonuçta Avrupa Birliği ve ABD istendikleri sonucu bizden almışlardı ama Rumların “hayır” oyları oyunu bozdu. Tabii iyi ki de bozuldu bu çirkin tuzak. Yoksa şimdiye Türk Silahlı Kuvvetlerinin tamamı ile adayı terk etmesinin 6. yılını Rumlar şampanya patlatarak kutluyor olacaklardı.
Avrupa Birliği’nin müzakerelere “Hakem” olarak katılması geleceğimiz için pek de parlak bir gelişme değil. Kıbrıs Rum tarafı Avrupa Birliğinin hem fiili bir üyesi hem de en düzenbaz, en sahtekar üyesi. Kendi hedeflerine ulaşabilmek için yaptıkları her yasal veya da yasal olmayan iş onlar için mübah. Bunu çok iyi bilmek gerekiyor.
Avrupa Birliği’nin tüm birimleri içinde, komisyonlarda ve komitelerde görevli personeli bulunmakta. Bugüne değin büyük bir başarı ile KKTC’nin ve Kıbrıslı Türklerin çıkarlarına olabilecek her gelişmeyi önlediler. Bizleri dünyadan izole etmek ve Türkiye’den koparmak için elden gelen her girişimi de yaptılar. Avrupa Birliği de bile bile tüm bu girişimlere göz yumdu.
Şimdi de 1964 yılından beri sürmekte olan Kıbrıs Müzakerelerinde etkin taraf ve hakem olmaya soyunuyorlar. Açıkçası Kıbrıs konusunda hem Hâkim hem de Savcı rolü oynamak istiyorlar. AB’nin hakem olarak müzakerelerde var olması demek, çıkacak sonucun Rumların istediği biçimde “Birincil hukuk” olmaması demektir. Bunun manası Rumların topraklarını geri almalarının ve tazminat taleplerinin, Anastasiadis ile Akıncı arasında varılacak anlaşmanın içeriğine, koşullarına ve kriterlerine bakılmaksızın AB Mahkemeleri kanalı ile gerçekleşmesidir.
Böylesi bir girişim asla kabul edilemez. Nelerin yaşanabileceğini bilmemiz ve böylesi girişimlere Kıbrıs Türk halkı olarak karşı çıkmamız gerekmektedir.
Son pişmanlık bize hiçbir fayda getirmeyecektir…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
3 Temmuz 2015
Yunanistan’daki SYRIZA-ANEL (Milliyetçi Bağımsız Yunanlar) koalisyonunun, AB’nin ABD ile birlikte başını çektiği ve sıkı sıkıya uyguladığı “Kapital düzen” içinde sosyalist bir düzen kurma çabaları duvara toslamakla sonuçlandı. Yunanistan bir şekilde IMF’ye olan 1.6 Milyar Avro’luk borç taksitini bugün saat 24:00’e kadar ödeyemezse, ister istemez ekonomik sona doğru yol alınacak.
Yunanistan’ın toplam borcu 323 Milyar Avro. Bunun yaklaşık;
142 Milyar’ı Avrupa Finansal İstikrar Fonuna, 53 Milyar’ı da AB’nin verdiği Borç Kredisi. Yani Yunanistan AB’yi toplamda 194 Milyar Avro çarpmış.
33 Milyar Avro’su Uluslararası Para Fonu’na (IMF),
19.5 Milyar Avro’su Avrupa Merkez Bankasına,
50 Milyar Avro’su Diğer Tahvillere,
26 Milyar Avro’su da Diğer Borçlara.
Şimdi kreditörler bu paraları geri istiyor. Bunun için de Çipras’ın önüne bir dizi yakıcı tedbirler listesi koydular. Zengin şirketlerden ve varlıklı vatandaşlardan daha fazla vergi alınmasını, erken emeklilik olanaklarının kısıtlanmasını, emeklilik primlerinin yükseltilmesini ve KDV’nin de yüzde 5 daha arttırılmasını sadece istemekle kalmıyor, şart da koşuyorlar.
İktidardaki SYRIZA-ANEL hükümeti de seçim meydanlarında bol keseden atarak ve halkın zayıf tarafını yakalayarak verdikleri sözleri tutabilmek için başta AB, Avrupa Merkez Bankası (AMB) ve IMF’den oluşan alacaklılar heyetinin masaya koydukları bu tedbirler paketinin önünde mertçe duramadıkları için, çarıklı politikacılara yakışır bir açıkgözlülükle Yunan halkının önüne koydular.
Yunan halkı 5 Temmuz referandumunda bu koşulları kabul ederse, “Sizler oylarınızla kabul ettiniz” diyerek uygulamaya koyacaklar ve yeni vergiler ile zamlara karşılık yapılacak olası gösterilere referandum sonucunu gerekçe göstererek “Siz istediniz biz de mecburen zamları yaptık” diyecekler. Sonra da ilk seçimde koltuğu Yeni Demokrasi partisine veya da PASOK’a teslim edecekler.
Yok eğer referandumdan “Hayır” kararı çıkarsa, AB’ye “Yunan halkı bu tedbirleri almamızı istemiyor, havada bulut, sen bu borcu unut” diyecekler ve Yunanistan, halk dilinde adı “İflas” olan moratoryumu ilan edecek. Moratoryumun arkası ise hiçte iç açıcı olmayacak. Avro’dan çıkış, Drahmi’ye geçiş, 2 haneli enflasyon, çarşıda temel tüketim malları ve temel gıda maddelerinde eksiklikler sonuçların birkaç tanesi…
Üçüncü olasılık ise referanduma katılım yüzde 40’ın altında olacak ve o vakit kabak SYRIZA-ANEL koalisyonunun başında patlayacak. Sonraki adım da kaçınılmaz bir erken seçim olacak.
Kreditörlerin talepleri içinde; KDV’nin yüzde 23’e çıkarılması, çiftçilere yapılan sübvansiyonun kaldırılması, çalışma süresinin uzatılması ve emekliliğin 67 yaşa çıkması, sosyal yardımların binde 5 azaltılması, Kurumlar vergisinin yüzde 28’e çıkarılması, emlak vergisinin arttırılması, KDV’den ayrı olarak konan Lüks Tüketim Vergisinin yüzde 10’dan 13’e çıkarılması var. Bunlardan daha önemlisi de askeri harcamaların her yıl 400 milyon Avro kısılması ve asker sayısının azaltılması ile Yunan devletinin elindeki tüm kurumların “Derhal” özelleştirilmesi, olmazsa olmaz koşullardan sadece ikisi.
Yunanistan bugün IMF’ye olan 1.6 Milyar Avroluk borcunu ödeyemezse, Türkiye- Yunanistan ilişkileri ve Kıbrıs sorunu yeni bir kulvara girecek, Türklerin güçlü, Helen’lerin zayıf olduğu yeni bir politik süreç başlayacak…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
1 Temmuz 2015
KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ile Güney Kıbrıs’ta EOKA B’cileri bünyesinde barındıran ve onları bağrına basmış olan DISY partisinin eski başkanı, şimdiki Kıbrıs Rum Cumhurbaşkanı Nikos Anastasiadis arasında başlayan görüşmeler, her iki taraftan farklı farklı mesajlar gelmesine rağmen hızla devam ediyor.
Bir taraftan Cumhurbaşkanları “Toplum liderleri” adı altında görüşmeler yaparlarken, diğer taraftan da Cumhurbaşkanlarının görüşmeciler olarak tayin ettikleri Nami ve Mavroyannis sık sık görüşüyorlar. Amaçları biran evvel Kıbrıs sorununa çözüm bulmak.
Bu süreç hızlı bir şekilde yaşanırken, işin garip tarafı, Kıbrıslı Türklerin “Kırmızı Çizgi” olarak tanımladıkları ve yıllardır hiçbir zaman tartışılmaya bile açılamayacağını beyan ettikleri “Garantörlük” konusunun KKTC Cumhurbaşkanının Basın Sözcüsünün “tabu değildir” açıklaması ile masaya konulacağı ima edilirken, Rumların tabu olarak ilan ettikleri hiçbir konu tabu olmaktan çıkarılıp, tartışılmaya açılacağı dile getirilmedi.
Rumlar için “İki Kurucu Devlet” kavramı, “Siyaseten eşit iki kurucu devletten oluşacak sınırları belirlenmiş iki bölgeli federasyon” tanımı , “Kıbrıs Türk Devleti” terimi, “Kıbrıs Türk halkı” tanımı veya da “Kıbrıs adasında yaşayan iki halk” cümlesi tabu.
“Federal Cumhuriyetin Kıbrıslı Türk Cumhurbaşkanı” ve de “Federal Meclisin Kıbrıslı Türk Başkanı” tanımları ile “Federal Kıbrıs Futbol Federasyonu” ve benzeri diğer kurumların “Türk Başkanı olabileceği ” kavramları ise –VIP- tabu. Bu makamlara asla Kıbrıslı Türkler seçilemez ve getirilemez.
“Türk Askerinin adadaki varlığı devam edecek” kavramı Rumların duymak istemedikleri ve ağıza alınmaması gereken tabu. Ve diğerleri…
Bunların maalesef hiçbirine ve üstelik 1964 yılından beridir adada konuşlanmış Yunanistan Silahlı Kuvvetleri’nin ve Rum Milli Muhafız Ordusunda görevli Yunanlı Subaylar ile sayıları neredeyse 20 bine ulaşmış Yunanlı paralı askerlerin geri gitmesi, önümüzdeki aylarda New York’ta gerçekleştirileceği dile getirilen olası bir beşli toplantı da görüşülmeyecekken, daha şimdiden Türkiye’nin garantörlüğünün ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadaki varlığı masaya konmuş bile.
“Garantörlük” konusunun New York’ta görüşüleceği konusunda Türkiye’nin onayının alınıp alınmadığını kesin olarak bilmiyorum ama Kıbrıs Türk halkının bu konudaki onayının alınmadığını çok iyi biliyorum.
Hiçbir kimse, Kıbrıs Türk halkının onayını almadan “Ben böyle düşünüyorum ve böyle istiyorum” mantığı ile “Garantörlük” konusunu kendi keyfince tartışıp görüşemez.
“Halkın onayının olmadığı bir kararın asla uygulamaya konulamayacağı”nın politikanın ve demokrasinin değişmez kuralı olduğunu, eminim yöneticilerimiz, acı tecrübeler ve yaşadığımız soykırımdan sonra “Kıbrıs Türk halkının kırmızı çizgileri” olarak kabul edildiklerini bilmektedirler.
Bu konuda aklıma hep, geçmiş yıllarda toplanan bir eğitim şurasında, Kıbrıs Türk halkına sormadan ve danışmadan kendi kendilerine kapalı kapılar ardında gelin güvey olup “KKTC’deki Türkçe yer isimlerinin iptal edilip, yerlerine eski Rumca isimlerin kullanılması” kararını alan komite üyelerinden bir tanesinin, Türk köylerinden birinin meydanına “St Nikolas Meydanı” tabelasını dikince, köy halkı tarafından anında kafasına tabelayı geçirmeleri geliyor.
Özetle, halkın onaylamadığı hiçbir konu, kararı kim alırsa alsın geçerli olmuyor….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
29 Haziran 2015