KKTC’de doğmalarına ve 18 yıl gibi çok uzun bir dönem KKTC’de yaşamalarına rağmen iş başındaki bazı kişiler tarafından insanlık suçu işlenip vatandaş yapılmayan kardeşlerimizin konusu gerçekten de yürekler acısı.
Ekonomimizin daha iyiye gitmesi ve Kıbrıs konusunda da söz sahibi olabilmemiz için nüfusumuzun artması gerektiği kesin ve doğru bir olgu. Rumlar ne derse desin nüfusumuzu arttırmamız gerekmektedir ada üzerinde söz sahibi de olmak istiyorsak.
Hem askerlik kısalsın derler, hem de nüfus artışına karşı çıkar bu hastalıklı beyinler. Askerlik kısalsın diyerek popülizm yaparlar ama nüfus artışına da mani olduklarından sınırları kimin bekleyeceğinin hesabını da yapmazlar veya da yapmak istemezler.
Kıbrıs konusundaki müzakerelerin dönüp dolaşıp nüfusa dayanacağını, Rumların bu kişilerin yardımı ile Kıbrıslı Türklerin nüfuslarının artışını önleyip belli bir yüzdelik altında bırakarak, azınlık sınıfına sokmak isteyeceklerini, bu aşamaya gelindiğinde de Rumların “nüfusunuz kadar konuşun, bu nüfusla siz siyaseten eşit haklara sahip ortak değil azınlık olabilirsiniz ancak” diyeceklerini unutmuşa benziyor, nüfus sabitleme zaptiyeleri!
Nereden çıktı bu Rum hayranlığı ve barış adına Rum’a hizmet etmek sevdası hiç de anlamış değilim.
Bu hastalıklı beyinlerin bir başka uygulaması da Türkiye’de veya da başka bir ülke de yaşam boyu çalışıp emekli olarak, hayatlarının son baharını huzur içinde geçirmek için adamıza gelen kişilere olumsuz davranmak, zorluk çıkarmak ve gelmelerine mani olmak. Bundan daha aptalca bir karar ve uygulama olamaz. Başka bir ülkede kazandığı parayı KKTC’ye getirecek ve yaşam boyu harcayacak, üstelik benim ülkeme de herhangi bir yük olmayacak. Tüm devletler emeklilere kapılarını açar ama biz kaparız. Bu denli akıllı kişiler bizim bürokratlarımız ve yöneticilerimiz.
Bu konuda aşağıda, bana gönderilmiş mail mesaj her şeyi açıklamakta. Ne denli beceriksiz olduğumuzu da gözler önüne sermekte.
“Merhabalar Ata Bey. Sizin “……. Gazetesinde” 10 Haziran 2015 te yayınlanan Vatandaşlık ile ilgili yazınıza istinaden bu mesajı yazıyorum çünkü kimseden doğru bilgi alamadım. Ben ve kardeşlerim Türkiye’de emekli olduktan sonra Nisan ayı içerisinde Girne Lapta’da bir ev kiralayıp yaşamaya başladık. Oturma izini için Polis Kaza Müdürlüğüne gittiğimde bana gerekli evrakları söyleyip Lefkoşa’da Muhaceret Müdürlüğüne gitmemizi söylediler. Biz de Muhaceret Müdürlüğüne gittiğimizde oradaki sekreter, kesinlikle “oturma izini alamazsınız sadece mülk sahibi olursanız oturma izini alabilirsiniz” diye söyledi. Ben de çelişkide kaldım acaba hangisi doğru söylüyor. Sizden doğru bilgiyi alacağım kanısına vardığımdan bu mesajı yazdım. 60 yaş altında, emekli ve bankada belli miktar parası olan birine oturma izini verilebilir mi? Eğer beni bilgilendirirseniz çok sevinirim. Sizi sorunumla rahatsızlık verdiğim için çok özür dilerim. Saygılar”…G.S.
Bana bu yazıyı gönderen kişi kendi ülkesinde emekli olmuş, KKTC’ye gelmiş ve ev kiralayarak hayatının geri kalan kısmını ülkemizde geçirmek kararı almış. Biz bu insanlara hastalıklı beyinlerin hastalıklı uygulamaları nedeni ile son derece akılsız bir şekilde, batı ülkelerindeki tüm uygulamaların aksine “Git paranı nerede harcarsan harca ama KKTC’ye gelme” diyoruz, sanki de patlamış bir ekonomimiz varmış da, ülke olarak ilave gelire hiç gereksinimimiz yokmuş gibi…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
26 Haziran 2015
Bana sorunlarını anlatan, ileten onlarca insanımız var. Kendilerini dinleyecek sorunlarına çare bulabilecek bir kapı arıyorlar ama ırkçı birtakım siyasilerle bürokratlar adeta duvar çekmişler bu insanlarla aralarına, çare bulmamak ve dinlememek için.
Bu talihsiz insanlardan bir tanesinin, tamı tamına 14 tane mührü var, birkaç yıl önce başvurusunu yapmış ve hala daha vatandaş olmayı bekliyor. Korkudan 14 yıl adadan hiç çıkmamış, “kalleşlik yaparlar, mühürlerimi iptal ederler” düşüncesi ile… Hükümete ve işbaşındaki bazı bürokratlara hiç güveni olmadığını anlıyorum bu cümlesinden. Elimde olsa, kolundan tutar AİHM’ye götürürüm kendisini, bu hastalıklı beyinlere sahip bürokratları ve bazı siyasileri dava edip hakkını araması için. Kim yetki verdi bu hükümete, halen yürürlükteki mevcut yasaya göre başvuruları kabul etmeme hakkını? Kendi kendilerine gelin güvey olmuşlar, yeni yasa yapılana kadar mevcut yasaya göre işlem yapmayacağız diye. Bu uygulama anayasamıza aykırı. Hiçbir hükümetin, değişiklik yasası veya da yenisi KKTC Meclisinden geçmeden mevcut bir yasayı rafa kaldırmak gibi bir hakkı yok.
Bu yüz karası, insanlık dışı uygulamadan dolayı bana gelen onlarca mesajdan birkaç tanesini aşağıda değerlendirmenize sunuyorum.
Bunlardan bir tanesi benim çok yakından tanıdığım ve vatandaş olabilmeleri için de yardımcı olduğum bir aile. Önce anne ve baba vatandaş olabildiler. Sonra da sıra her ikisi de KKTC’de doğan çocuklarına geldi. Uzun bir uğraştan sonra küçük olanı da vatandaşlığa (lütfen) kabul edildi. Sıra büyük oğlana geldi ama kendisine bile bile öyle bir oyun oynandı ki, inanılmaz. Tam akıllara ziyan bir tuzak kuruldu bu genç evladımıza. Başvurusu ele alındığında 18 yaşına girmesine 60 gün vardı. Seçim yasakları başladıktan 7 gün sonra da 18 yaşını doldurdu ve kendisine “seçim yasakları nedeni ile vatandaşlık işlemini yapamadık, 18 yaşını doldurduğun için artık vatandaş olamazsın” denerek baştan savıldı. Türkiye’de gidecek bir evi, akrabası yok. Bütün dünyası burası ve biz bu genç evladımızın hayatını bile bile kararttık birkaç tane hastalıklı beyin yüzünden.
Bu olaya benzer bir başkasının bana gönderdiği mesaj aşağıda.
“Hocam ağzınıza sağlık. İçimdeki her şeyi dile getirmişsiniz. Bahsettiğiniz doğum
belgesinde “vatandaş değildir” yazısı olan gençlerden biriyim. Burada doğup büyüdüm, burada okudum. Lise bu sene bitiyor. 18 yaşımı da geçtiğim için her ay Türkiye’ye gidip
gelmek zorunda bırakıldım, çünkü cezaya düşürüyorlar beni. 4 gün cezada kaldım adadan
çıkarken 250 TL paramı aldılar. Ben çok büyük maddi sıkıntılar içerisindeyken
doğduğum ülke bana bunları yaşatıyor …A.E.”
İşte bizim insan hakları anlayışımız bu kadar. Sen KKTC doğ, 18 yıl yaşa sonra da her ay girip çıkmaya mecbur edil. Neymiş, doğmuş ama mührü yokmuş…
Bu sene liseden mezun oluyorum YGS, LYS sınavlarına girdim ve Türkiye’deki Üniversitelerin KKTC vatandaşları için açmış olduğu hiç bir burs ve kontenjandan da faydalanamadım. Maddi durumum da iyi değil. Annemle babam 60 yaşında, ikisi de çalışmıyor ben hem çalışıp hem de okumaya çalışıyorum. Burada ablalarım var, onlar evlenip vatandaş oldu. Onlar biraz yardım ediyor. Hayatım böyle hocam, üstelik her ay adadan çıkıp geri giriyorum sırf doğduğum topraklarda günlük 75 TL ceza ödemeyeyim diye. Hayattan bezdirdiler beni burada. Sadece hakkım var mı, yok mu öğrenmek istiyorum. Ben bu topraklarda doğdum ve burada okuyorum. Nasıl oluyor da öğrenci belgemi adaya girerken gösterdiğim takdirde 30 gün vize veriliyor inanılır gibi değil. Neyse hocam başınızı ağrıtmayayım. Ben hayırlı günler dilerim size.”
Doğduğu günden beridir KKTC’de yaşayan bu evladımıza bu ezgiyi çektiren ırkçı beyinleri kınıyorum. İnşallah kendi başlarına da gelir bir gün, bu başkalarına çektirdikleri eza ve insanlık dışı uygulama….(devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
24 Haziran 2015
Vatandaşlıkla ilgili öylesine dramlar yaşanıyor ki ülkemizde, inanılır gibi değil. Vatandaşlıkla ilgili böylesine çirkin, böylesine insanlara eziyet çektirici yasayı hazırlayanları da, yapanları da kınıyorum. İşin içine girdikçe nasıl yüz karası, insanlık dışı bir yasa yapılmış olduğunu görmek beni gerçekten çok üzüyor. Bizim anlı şanlı solcularımız ve insan hakları denince mangalda kül bırakmayan aydınlarımız kendilerine yönelik böylesine çirkin ve insan haklarını hiçe sayan bir yasa yapılsaydı, düzeltilene kadar hiç durmadan grev yapıp protesto ederlerdi. Yazık ki yasanın mağdur ettiği bu insanların akıllarına her estiğinde grev yapma, protesto etme gibi bir seçenekleri yok. “Suç işledin” deyip anında sınır edecekleri için ağızlarını açıp tek kelime söyleyemiyorlar maalesef. İnsan Hakları ile ilgili derneklerimiz, vakıflarımız ülkemizde yaşanan insanlık faciasını göremiyorlar. Sadece Suriye’den veya da diğer Ortadoğu ülkelerinden kaçak gelenlere arka çıkıp, şov yapmak için seslerini çıkartıyorlar, hepsi o kadar.
Ve hala daha da mevcut hükümet, vatandaşlığı kolaylaştıracağına elden gelen zorluğu çıkarmak için, yeni kurallar getirmek ve uygulamaya koymak peşinde. Gerekçeleri de Kuveyt, Dubai gibi ülkelerde vatandaşlık verilmiyormuş çalışanlara! Bizim bağımsız ve egemen olarak tanınmadığımız ve hala daha var olmak için mücadele verdiğimizi unutmuşlar, tanınan, bağımsızlıklarını elli sene evvel kazanmış, egemen devletlerle aynı kefede olduğumuz düşünüp, insanlık için yüz karası olacak yasalar yapmaya, kurallar getirmeye çalışıyorlar. İş insan haklarına gelince hiçbir şeye dokundurtmayan, halk dili ile “mangalda kül bırakmayanlar”, konu bizim öz be öz Anadolu insanımızın vatandaşlık haklarına gelince, insan haklarını bir kenara fırlatıp, en azılı ırkçı kesiliyorlar.
Bana gelen, vatandaşlık konusu ile ilgili bazı mesajlar aşağıda. Okuyun kıymetli okuyucularım ve sizler karar verin nasıl yüz karası bir yasa yapıldığına.
Birinci yazıdaki gencimiz KKTC’de doğmuş, büyümüş ve başka hiç bir ülkeye gitmeden 18 yaşına gelmiş. Bırakın kendisini vatandaş yapmayı, açıkçası “defol git” diyoruz yüzüne. Her ay yurt dışına çıkmaya ve tekrar geri dönmeye mecbur etmişiz kendisini. Evladımızı buna zorlayan hastalıklı beyinlerin gerekçesi de, “ikameti devamlı olmasın ve vatandaşlık hakkı kazanmasın!” Gerekçeye bakın siz. Bu ülkede doğacak, büyüyecek, 18 yılını geçirecek ve biz hala Avrupa’da mevcut ve uygulamada olan insan haklarına tümden aykırı olarak kendisini vatandaş yapmamak için elden gelen her zorluğu çıkaracağız. Allah layık olduklarını versin, böylesine çirkin gerekçe üretenlerin ve de uygulamaya koydurtanların…
Ülkemde doğan ve 18 yıl yaşayan bir evladımıza vatandaşlık verilmeyecek de kime verilecek çok merak ediyorum gerçekten. Keşke Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurabilecek hakları ve konumları olsaydı. Ki, kendi adıma söyleyeyim; Bu çirkin, insanlık dışı kararları üretenleri dava ederek haklarını aramalarına yardımcı olmak için bir an olsun tereddüt etmezdim.
Muhaceret Polislerimizin bazıları da bir başka alem. Burada doğup büyüyen gençlerimizi hem yurt dışına çıkmaya mecbur ediyorlar, hem de girişlerinde, ailesinin, evinin, barkının, okulunun KKTC’de olduğunu, yurt dışında kalabileceği hiç bir yeri olmadığını bildikleri halde, sadece 30 günlük ziyaretçi izni veriyorlar gençlerimize, bu talihsiz, vatandaş olmalarına kasten izin vermediğimiz doğal vatandaşlarımıza…
Elimde, bana gönderilmiş çok sayıda iç burkan, insanı isyan ettiren mesajlar var. Dünyada okuma düzeyi en yüksek olan ülkeyiz diye övünüyoruz ama ülkemizde doğan büyüyen, emekli olup buraya yaşamlarının son baharını huzur içinde geçirmek için gelip yerleşmek isteyenlere de şeytanın bile aklına gelmeyecek zorluklar çıkartacak kadar kötü kalpli olduğumuzu da hiç söylemiyoruz. Herhalde dilimiz varmıyor, veya da işimize gelmiyor bu konuya girmek… (devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
22 Haziran 2015
Allah Rahmet eylesin, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel benim hayatımın ergin döneminin değişmez politikacısıydı.
1964 yılında Ragıp Gümüşpala’nın vefatı ile Adalet Partisi’nin başına geçtiğinde ben daha 16 yaşındaydım, Süleyman bey de 40. Ertesi sene hükümeti oluşturmayı başarmış ve 41 yaşında Türkiye’nin en genç Başbakanı olmuştu.
15 Kasım 1967 tarihinde Kıbrıs’taki Rum Milli Muhafız Ordusunun Genel Komutanı olan Georgios (Yorgos) Grivas, Yunanistan’dan Kıbrıs’a gizlice gönderilmiş 20 bin kişilik Tümenin ve Komando birliğinin içinden seçtiği tepeden tırnağa silahlı 2 bin kişilik bir askeri güç ile Lefkoşa-Limasol-Larnaka kavşağını elinde tutan Geçitkale ve Boğaziçi kantonuna saldırıp, katliam yapınca, siyaseten Türkiye’nin ve Başbakan Demirel’in nasıl bir tavır aldığını pek anlamamıştım. Üniversitede derslerim ile boğuştuğumdan neler olup bittiğinin farkında bile değildim işin doğrusu.
Gerçeği, 20 Temmuz 1974 günü TSK’nın gerçekleştirdiği Mutlu Barış Harekatı sonrasında öğrenmiştim. Dönemin Başbakanı Ecevit 17 Temmuz Çarşamba günü İngiltere Başbakanı Harold Wilson ile görüşmek üzere Londra’ya gitmeden önce yaptığı “Konuyu 20 Temmuz Cumartesi günü TBMM’de görüşeceğiz gerekirse Yurt dışına asker gönderme kararı alacağız” açıklamasına rağmen, kendi kendime sorduğum “nasıl olur da TSK, TBMM kararı olmadan 20 Temmuz Cumartesi günü sabahı yurt dışına harekat yapabilir” sorusunun yanıtını bulmuştum.
Yurt dışına asker gönderme kararını 18 Kasım 1967 günü, Başbakan Süleyman Demirel almıştı ve hala daha geçerliydi. Rahmetli Necmettin Erbakan da, Başbakan Bülent Ecevit’in yurt dışına gitmesini fırsat bilmiş ve Başbakan yardımcısı olarak, bu kararı öne sürerek, Ecevit’in uçağının Esenboğa havaalanından kalkışına müteakip dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’a gerekli talimatı vermişti.
Bu konuyu rahmetlik Süleyman Demirel ile 1978 yılında, Kıbrıs Türk Federe Devleti Milletvekili olarak (kendi masraflarımı kendim karşılayarak) TBMM’nin açılışına katılmak için gittiğim Ankara’da görüşmüştüm.
TBMM’nin açılış töreninden sonra nasıl olmuşsa Ankara’ya geldiğimi, nerede kaldığımı öğrenmiş ve o dönemde Ankara Hacettepe üniversitesinde Pataloji kürsüsü başkanı olan babam Prof. Dr. Hakkı Atun’un evine beni alması için bir araç göndermişti. Önünde ve arkasında eskortlar olan siyah bir Mersedes ile Çankaya’daki Başbakanlık köşküne gitmiştim. Az daha heyecandan bayılacağımı saklamamam gerekir bu yolculuk ve karşılanış esnasında. Yanında Dışişleri Bakanı rahmetli Sabri Çağlayangil ile beni karşılamıştı. Kollarını belime dolamış- 83 kilo olamam rağmen- ayaklarımı yerden kesecek şekilde beni havaya kaldırmıştı. Yaklaşık 1 saat süren bu görüşmemizin içinde 1967 yılında TBMM’den çıkarttırdığı “yurt dışına asker gönderme kararı”nı nasıl ve niye aldığını dolambaçlı yoldan, ince bir manevra ile sormuştum.
Gerçekte adada gerçekte nelerin yaşanabileceğini o günlerde görmüş ve TSK’yı hazırlık içine sokmuştu.
Canımı ve Kıbrıslı Türklerin canlarını, siyaseten önce Süleyman Demirel’e sonra da Erbakan ile Ecevit’e, silahlı kuvvetler olarak da TSK’ya ve Mücahitlerimize borçlu olduğumu ve olduğumuzu çok iyi biliyorum.
Arkasında parlak bir siyaset hayatı, o günün koşullarına göre başarılı bir devlet yönetimi bırakmış olan Süleyman Demirel’i, politik tarihe geçmiş “Dün dündür. Bugün bugündür”, “Yollar yürümekle aşınmaz”, “Binaenaleyh” gibi benzeri ünlü sözleri ile hatırlayacağız.
Nurlar içinde yatsın, mekanı Cennet olsun, Allah’ın rahmeti üzerinden eksik olmasın…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
19 Haziran 2015
“On Bir Ayın Sultanı” Rahmet ayı Ramazan’ın ilk günü de yarın. Oruç tutabilenlerin orucunu Allah kabul etsin. Bugün Yatsı namazından sonra mübarek Ramazan ayının ilk teravih namazı kılınacak. İlk sahuru ise bugünü yarına bağlayan gece yapacağız. Atalarımızın tabiri ile sahur vaktinin bittiği an, beyaz ipliğin siyah iplikten ayırt edilebildiği andır. Diğer bir tanımlama ile de sahur, sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca genişleyerek yayılan dağınık ve enlemesine bir aydınlığın gözle görülebildiği an olan İmsak vaktinde bitiyor.
Tarih kitaplarımı karıştırarak eski ramazan adetlerini derlemeye çalıştım. Atalarımızın nasıl rafine birer insan olduklarını, dinlerine bağlı, mükemmel gelenek ve görenekleri olduğunu görüyoruz biraz araştırınca…
Güzel bir Ramazan adeti olarak “az yiyen melek olur, çok yiyen helak olur”, “az yiyen her gün yer, çok yiyen bir gün yer” gibi vurgulu sözler, hat sanatçılarına yazdırılıp yemek odalarına asılırdı. İftar sofralarında bunu görenler yemede ölçüyü kaçırmaz, doymadan sofradan kalkmayı bilir ve Peygamber Efendimizin (sav) sünnetini de yerine getirmiş olurdu.
Osmanlının en güzel âdetlerinden biri de Akşam Ezanı okununca adı “iftariye” olan hurma ve zemzem’e ilaveten çörek, hoşaf, komposto ve reçel gibi hafif yiyeceklerle orucun açılmasıydı. Oruç iftariye ile açıldıktan sonra akşam namazı kılınır daha sonra da asıl yemek faslı başlardı. Böylece akşama kadar boş duran mide birden tıka basa doldurulmamış olurdu.
Osmanlı’da fakirlerin gözdesi, zengin konakları idi. İsteyen istediği vakit hiç bir davet beklemeden, beğendiği bir konağın kapısını çalıp, “İftara Allah misafiri!” diyebilirdi ve bu asla o dönemde yadırganmazdı. Çünkü bu tür davetsiz misafirler için de ayrı ayrı sofralar hazırlanırdı. Evlerde iftar için 3 ayrı sofra kurulurdu. Birincisi evin beyi ve misafirleri, ikincisi evin hanımı ve misafirleri, üçüncüsü ise evin uşakları, misafirleri ve davetsiz misafirler içindi. Lakin her üç sofradaki yemekler de aynı olurdu. Orta halli ailelerde de yedi akşam komşulara iftar verilirdi.
Ramazanda evsizler, kimsesizler ve yoksullar unutulmaz, onların da iftar ve sahur yemekleri davulcular ve bekçiler eliyle zengin konaklardan gönderilirdi. Hatta ramazan başlamadan dileyen zenginlerin konakları numaralanır, sırası gelen iftarını sahurunu hazırlayıp bekçi veya davulcu vasıtasıyla yoksullara gönderirdi. Ramazanın sahavetinden hayvanlar da nasipsiz kalmaz, iftar ve sahur artıklarından başka, özel olarak kendileri için hazırlanan yiyeceklerden nasiplenirlerdi.
Ramazan’da halk, eşine-dostuna iftar vermeyi büyük bir ibadet kabul eder, misafir ağırlamak için çırpınılırdı. Ramazan boyunca iftar vakitlerinde kapılar açık tutulurdu. Böylece yolda kalan ve ihtiyacı olan herkes istediği eve girer iftar sofrasına dahil olurdu. Bunun için tanıdık olmaya gerek yoktu ve iftar için gelenin kim olduğu da asla sorulmazdı.
Osmanlıdan gelen hoş bir âdet de Zimem defteridir. Bakkal, manav, kasap gibi esnafların tuttuğu borç defteri. Ramazanda zengin biri bakkala gelir ve zenginliği ölçüsünde “İlk 20 kişinin borcunu hesapla” der ve bu şahısların borcunu öderdi. Bazen de tek bir şahıs tarafından bu borç defteri kapatılırdı. Böylece fakirler borçlarından kurtarılırdı. Burada bir başka letâfet daha vardı ki, o da ne borçlu borcunu kimin ödediğini bilir, ne de ödeyen kimin borcunu ödediğini bilirdi. Böylece ne zenginde gurur, ne fakirde minnet olurdu. Büyük bir incelik gerçekten….
Osmanlı’da Ramazan-ı şerifin yaklaşmasından dolayı gerek ekmek, gerekse eşya fiyatlarının inip çıkmaması konusunda devlet tarafından sabit fiyatlar belirleniyor ve belgelerde kayda geçiyordu. Bu çıkan fiyat belgelerine narh defteri deniliyordu. Bu fiyat belgelerini mahalle imamlarının bakkallara iletmeleri emrediliyordu. Bu şekilde Ramazan ayından özellikle gıda maddelerinin fiyatları düşük tutulması ve fakir ailelerin de Ramazanda rahat alış veriş yapması sağlanırdı…
Teknolojik gelişmeler ve sosyolojik değişim bu güzel adetlerin birçoğunu unutturmuş, bir kısmını da -toplum olarak yozlaştığımızdan- biz unutmayı tercih etmişiz maalesef…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
17 Haziran 2015