Evvelki gün tanınmış bir gazeteci-köşe yazarı arkadaşımın Lapta Huzur Evi ile ilgili yazısını okudum. Okudukça gözlerim yaşardı, kalbim burkuldu ve büyük bir düş kırıklığına uğradım. Kıbrıs Türk toplumu veya da halkı olarak, zaman içinde nasıl yozlaşmış (dejenere) olduğumuzu, geleneklerimizi, göreneklerimizi, hassalarımızı ve en önemlisi de inançlarımızı nasıl yitirmiş olduğumuzu gördüm maalesef bu yazıda.
Yazıyı okumayanlar için konuyu özetleyeyim; Lefkoşa’nın çok ünlü ve servet sahibi olan bir ailesinin en büyüğü olan anneyi yaşlandığı için Lapta Huzur evine koyarlar. Bu yaşlı anne uzunca bir müddet Lapta Huzur Evi’nde yaşar ve kaderinin son noktası geldiği vakit de vefat eder. Yıllardır üzerinde titrediği, soykırıma uğradığımız yıllarda kendi yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği çocukları ve torunları ise tatildedir o gün. Lapta Huzur Evi’nin vefakâr ve fedakâr yöneticileri yurt dışında tatil yapmakta olan aileyi telefonla arayıp durumu bildirirler. Aldıkları yanıt ise inanılmazdır. “Ben şu anda tatildeyim, lütfen siz gömüverin…”
Tam da zurnanın “zırt” dediği andır bu…
Gerçekten de koşullar ne olursa olsun, Kıbrıs Türk toplumu içinde böylesi bir yanıtı verilebilecek bir ailenin olabileceğini hiç düşünmemiştim.
Bu kısa, fakat büyük ve düşündürücü mesajlar veren bu olay beni derinden etkiledi.
Arkadaşımın bu yazısına göre aile ünlü, varlıklı ve servet sahibi olmasına rağmen, büyük bir olasılıkla bütün servetini daha hayattayken kendilerine bıraktığı annelerine kendi evlerine bir oda verip bakımı üstlenmedikleri gibi sevgilerini de esirgemişler.
Dikkate alınacak bir servetleri olmasına rağmen, para tatlı gelmiş ve yanı başlarında bir ev kiralayıp, bir bakıcı tutup bakımını da üstlenmemişler maalesef. Atmışlar başlarından ve Lapta Huzur Evine yerleştirmişler. Kendileri sadece parasını ödemeyi tercih etmişler Huzurevi’nin. Ve anladığım kadarı ile de yılda birkaç kez lütfen ziyaret etmişler, içinde sevginin yer almadığı yapay duygularla.
Tatilde eğlenmeyi ve günlerini gün etmeyi, annelerine layık olduğu şekilde bir cenaze töreni yapmaya ve yasını tutmaya tercih etmişler.
Belli ki; Geleneklerimizi, göreneklerimizi, Türklere özgü aile yapısını ve yaşlılarımıza saygıyı kaybetmişiz. Tarihimiz, akıllı ve adil sultanların, kağanların, padişahların, beylerin ve diğer isimleri tarihe geçmiş yöneticilerin yanlarında hep bir akil adamlardan veya da ak sakallılardan oluşan heyetlerin olduğunu ve onlara danışmadan karar almadıklarını yazar. Zaten ünleri de, adil olmaları da, tarihe geçmeleri de hep bu yüzdendir. Yaşlılara hürmeti ve onların deneyimlerinden faydalanmayı hiç elden bırakmamışlar.
Yılların biriktirdiği, geçmişten gelen ve ırkımızın geleneklerinden kaynaklanmış soylu aile bağlarını fena halde kaybettiğimiz de apaçık ortada. Paranın, sorumsuzluğun ve nemelazımcılığın da esiri olmuşuz. Halbuki bu soylu aile bağları ve yaşlılara saygı, soykırıma uğradığımız o kötü yıllarda bizi bir arada tutan ve direnişimizin yıkılmamasına neden olan etkenlerden bir tanesiydi.
En önemlisi de, Kıbrıs Türk halkı olarak dini inançlarımızın çok zayıflamış veya da zaman içinde bilinçli olarak zayıflatılmış olması. Gerçekte İslamiyet, kuşaktan kuşağa hepimize aktarılmış kişisel ve toplumsal hayatımızı kuşatan inanç ve yaşam kurallarıyla bizlere, ruhî hayatımızı tatmin, maddî hayatımızı düzenleyecek mükemmel bir yaşam sunmasına rağmen, toplum olarak bilinçsiz bir şekilde bizler veya da bilinçli olarak başkaları tarafından İslamiyet’ten uzaklaştırılmışız. Ki, sonucunu hep birlikte görüyoruz.
Mutlu olmayan, elindeki ile yetinmeyen, maddiyatın esiri olmuş, çalışmayan, üretmeyen, kendimizden başka hep başkalarını suçlamaya alışmış ve en önemlisi de aile bağları zayıflamış, insanoğlunu ait olduğu topluma ve insanlığa yararlı bir insan yapmayı içinde barındıran dinimizden uzaklaşmış bir hale düşmüşüz. Belki de bizleri zayıflatmak, parçalamak ve ulusal bütünlüğümüzü yıkmak için bilinçli bir şekilde bu hale düşürülmüşüz…
Kıbrıs Türk Toplumu olarak yıkılışın ayak seslerini duyuyorum adeta…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
15 Haziran 2015
Avrupa Birliği’nin ne kadar tarafsız olduğunu veya da bir başka tanımlamayla tarafsız olabilmeye ne kadar yaklaşabildiğini son yayınlanan Avrupa Parlamentosu (AP) Türkiye raporunda açık ve net olarak görmek mümkün.
Avrupa Birliği nerede tarafsızmış, nasıl tarafsızmış, kim demiş, neden söylemiş pek de anlamış da değilim, nerede yazdığını da hiç bulamadım. Zaten Avrupa Birliği’ne inanmamak için onlarca, yüzlerce neden var ortada. Yakın tarihte kim ve hangi tıynette olduklarının tümünü bulmak mümkün.
Avrupa Birliği’nin Kıbrıs konusuna bakışı at gözlüğü ile. Gözleri sadece Rumların istediklerini görüyor ve kulakları da sadece Rumların söylediklerini duyuyor.
Türkiye’den Kıbrıs’tan askerini çekmeye başlamasını ve kapalı bölge Maraş’ı da BM’ye iade etmesi isteniyor Avrupa Parlamentosu’nun bu yüzkarası raporunda. 1974’den öncesinde aklı neredeydi, gözleri neredeydi Avrupa Birliği’nin bizler soykırıma uğrarken. O dönemde ağzını açıp tek kelime söylemeyen AB, şimdi olaylar tersine dönünce Rumları desteklemeye, her ortamda da konuşmaya başladı.
Eğer Avrupa Birliği Kıbrıs konusunda adilane bir çözüm istiyor idiyse, bu raporda Rumlara masaya oturması ve Türkleri ”eşit ortak” olarak kabul ederek müzakerelere başlaması çağrısı yapardı, Maraş’ın iadesini isteyeceğine.
A l tarafsızlık iddialarını çal başına demek gerekiyor aslında Avrupa Birliği’ne. Yüzyıllardır Türklerin, Avrupa Birliğinden yemediği kazık kalmadı. Biz garantörüz diye diye Girit hem elimizden uçtu gitti, hem de Girit’te yaşayan Türk kalmadı. Canlarını kurtarmak için bütün varlıklarını arkalarında bırakarak, halk tabiri ile cascavlak kaçtılar, kaçamayanlar ise katledildiler. Osmanlı devleti Avrupalılara güvenmenin bedelini, Girit adasını kaybetmekle ödedi. Öldürülen kardeşlerimiz, topraklarını ve varlıklarını bırakıp kaçan yurttaşlarımız da hediyesi oldu bu güvenin.
Avrupa Parlamentosu bu son kararı ile Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Müzakerelerinde açık ve net olarak Kıbrıs Rum tarafını desteklediğini ortaya koydu. Tarafsız olmadıkları nedeni ile de müzakerelerde yer almamaları, rol almamaları ve arabuluculuk yapmamaları gerekmektedir eğer kendilerini adil insanlar olarak görüyorlarsa.
Rumların yatıp kalkıp dua ettikleri gibi de Avrupa Birliği’nin, kurulması bazılarının rüyalarını süslediği “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti”nin garantörü olması ve Türkiye’nin garantörlüğünün de kaldırılması söz konusu bile değildir.
Başkaları unutmuş olabilir ama Avrupalıların gözlerini kırpmadan gerçekleştirdikleri katliamları ben unutmadım. Fransa’nın II. Dünya savaşını kazanmak için Cezayir halkına bağımsızlık vaat ederek yanlarında savaşmalarını sağladıktan sonra savaş bitince verdikleri sözü tutmalarını isteyen on binlerce Cezayirliyi gözlerini kırpmadan öldürmelerini unutmuş değilim. Belçika’nın, Kongo’da yaptığı katliamı ve Patrice Lumumba’yı ormanda kalleşçe öldürmelerini de unutmadım. Aynılarının gelecekte bizim de başımıza gelmeyeceğini hiç kimse garanti edemez.
Avrupa Birliği’ne ve Avrupalılara güvenmek için Kıbrıs Türkçesi ile “Softoroz” (herşeye inanan aptal) olmak gerekiyor.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
12 Haziran 2015
Meclise sunulan Yurttaşlık Yasa Tasarısı ve Daimi İkamet Yasa Tasarısı bence tekrar gözden geçirilmeli, insan haklarına uygun ve çağdaş bir şekilde, bizi gelecekte Rumların nüfusu ile kıyaslandığı vakit azınlık sınıfına sokmayacak yeni bir düzenleme yapılmalıdır.
Kıbrıs’ta 6 yıl çalışana daimi ikamet izni verilmesi adeta bir lütuf gibi halka ve çalışanlara sunuluyor. Oysa tam bir yüz karası, insanlık dışı bir uygulama. Avrupa Birliği’nde 6 yıl aralıksız çalışana vatandaşlık veriliyor ama biz AB’den çok daha üstün bir ülke olduğumuzdan, 15 yıl çalışmasını, yani ortalama iş hayatının üçte birini burada, ikinci vatanı addettiği ülkemizde geçirmesini ve sonra da vatandaşlık için başvuru yaparsa lütfen değerlendirebileceğimizi söylüyoruz, KKTC’yi seven ve kendine ikinci vatan edinmek isteyen kişilere. Çocukları burada doğmuş ve büyümüş bu insanlara biz “hadi güle güle” diyoruz zamanı geldiğinde, çocuklarının gözünün yaşına bakmadan, geleceklerine nasıl bir zarar vereceğimizi hiç düşünmeden.
Hastalıklı bir beyin zamanında burada doğan çocuklar için çıkardığı bir kuraldan ötürü, doğum belgesine “vatandaş değildir” diye insanlık dışı bir damga vuruluyor, daha çocuk doğar doğmaz. Tam insanlık dışı bir uygulama. Biz ona “burada doğdun ama burası senin vatanın değil, defol git” diyoruz bir anlamda.
Ülkemize çalışmak için gelenlerin niye vatandaş olamayacaklarını da hiç anlamış değilim gerçekten. Bu düşüncede olanlardan bir tanesi bana, Dubai’yi ve Kuveyt’i örnek göstermek istedi kendisine konuyu açtığım ve neden diye sorduğum vakit. Oralarda çalışmak için gelen kişiler kesinlikle vatandaş olamazmış bu siyasimize göre… Bu devletlerin çoktan, daha kendisi bile doğmadan evvel bağımsız ve tanınmış bir ülke haline geldiklerini, bizim ise bağımsız ve tanınmış bir devlet olmak yolunda hala daha mücadele verdiğimizi unutmuş anlaşılan bana bu örnekleri verirken.
Sürmekte olan müzakereler sonucunda Rumların, nüfusumuzun az olduğu gerekçesi ile bizi azınlık sınıfına sokmak isteyeceklerini ve bu yönde çalışmalar sürdürdüklerini ya bilmiyor, ya da bilmez havalarına yatıyor, KKTC’nin varlığına son vermek, şanlı mücadelemizi tarihten silmek ve bizleri Rum’a yamalamak için. Rumların niye nüfusumuzun artmasını istemediklerini bir türlü kavrayamıyor bazı siyasilerimiz maalesef. Bütün hedefleri KKTC’yi batırmak veya da politik sıkıntıya sokmak pahasına seçmenlerine şirin görünmek. Hepsi o kadar. Onlar için en değerli konu popülizm ve seçmenlere şirin görünmek, gerisi çok da önemli değil.
Ekonomimizin kalkınması, çalışan sayısının, üretim yapan sanayicilerin ve yatırımcıların sayısının artması ve ülkemiz sınırları içinde daha fazla nakit paranın dolaşması için fazla nüfusa gereksinimimiz olduğunu hangi ekonomiste sorsa kendisine tavsiyede bulunacak ama bunlar marazlı kafalar maalesef. Bir “ari ırk” ütopyasına katılmışlar, sanki de bizlerin ataları Anadolu yerine Ay’dan gelmiş gibi, aynı ırktan olan, dili dilimize, tarihi tarihimize, dini dinimize uygun aynı eğitim içeriğini okullarda okuyan kardeşlerimizin ülkemize gelip yerleşmelerine mani olmak için her tür engeli çıkarıyorlar.
Çalışma ve ikamet izni kolayca alınmasın diye, başvuru yapan kişilere -maksatlı olarak- yapay zorluk çıkarıldığı ve bu nedenle de e-devlet uygulamasının başlatılmadığı inancındayım. Bu işlemlerle ilgili bölümlerde çalışan memurlarımız, gerek ikamet için, gerekse de çalışma izni için başvuru yapan kişilerle aşağılayıcı bir şekilde konuşmakta ve davranmaktalar. Bunu yapmaya ve bu şekilde davranmaya hiçbir hakları ve yetkileri yok ancak böyle davranmayı misyon edinmişler. Gerçekte bu tür kendini bilmez memurlarımız için soruşturma açılıp, disiplin cezası gerekmektedir. Bu işlemleri yapmak için maaş alıyorlar ve en iyi şekilde de görevlerini güler yüzle yapmak zorundalar. Bu dairelerde çalışan personelin nasıl davranacaklarına ve işlemleri en kısa zamanda nasıl bitireceklerine dair “Hizmet içi” eğitim açılması ve bu çalışanların da bu eğitime tabi tutulmaları gerektiği konusunda ısrarcıyım, bu tür olumsuz, itici ve aşağılayıcı davranışların dairelerimizde tekrarlanmaması ve alışkanlık haline gelmemesi için…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
10 Haziran 2015
Makarios ve Rum siyasilerin neredeyse tümü, suyun Kıbrıs’a Türkiye’den gelmesini hiçbir zaman istememiş, hep karşı çıkmışlardı, bunu Kıbrıs adasının Anadolu’ya bağlanması olarak gördükleri için.
Dünya Bankası 60’lı ve 70’li yıllarda Kıbrıs’ta yaşanan kuraklıktan dolayı Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetine, kuraklığı önlemek amacı ile Türkiye’den su getirilmesi koşulu ile bir kısmı hibe ve bu hibeye ilaveten geri kalanını da uzun vadeli ve çok düşük faizle kredi vermeyi teklif ettiğinde, Makarios ve dönemin Bakanlar Kurulu karşı çıkmıştı. Makarios 14 Mart 1971 günü Yeni Erenköy’de (Yalusa) halka yaptığı konuşmada “Borularla Anadolu’dan su getirmenin Kıbrıs adasını Anadolu’ya bağlamak olduğunu, bunu asla kabul etmeyeceklerini, susuz kalıp ölmek pahasına asla Anadolu’dan su getirmeyeceklerini, gerekirse Yunanistan’a borularla bağlanarak suyu getireceklerini” hararetli bir şekilde söylemiş, üstüne de bol bol alkış almıştı. Hayal gücü çok zengindi Makarios’un. Türkiye’yi yok sayıp Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlayarak, Helen tarihine bir kahraman olarak geçtiğinin rüyalarını görüyordu her gece. Türkiye’yi yok saymanın hatasını, adanın üçte birini ebediyen kaybetmekle ve Türk askerini Kıbrıs’ta görmekle ödedi ve kahrından öldü.
Türkiye hükümeti, her tür doğa koşullarını yenerek ve binbir zorlukla, dünyadaki ilk uygulama olarak kayda geçen bir yöntemle Anadolu’nun pırıl pırıl suyunu deniz içine borular döşeyerek Kuzey Kıbrıs’a ulaştırmayı başardı.
En zor kısmı olan birinci aşama önümüzdeki aylarda bitecek ve halen su tutma aşamasında olan Alaköprü barajında biriktirilen su, KKTC’deki Geçitköy barajına akmaya başlayacak.
Projenin ikinci aşaması ise Anadolu’dan gelecek olan suyun KKTC’de dağıtılması.
Ağzı sulanarak bu günü bekleyen pek çok siyasi ve yarı siyasiler var. Akıllarındaki proje, suyun dağıtımını üstlenecek bir kamu kuruluşu oluşturmak, içini yakın akrabalarla doldurmak ve hepsine de, işe gelene de gelmeyene de halkın sırtından, 3 kuruşluk suyu 130 kuruşa satıp, ballı maaşlar ödetmek.
Zaten başımızda KIB-TEK gibi bir bela var ve maliyeti 24 kuruşa olan elektriği 49 kuruşa üretmek ve dağıtmak gibi beceriye haiz. Çalışanlar yılda 13 maaş ve 26 tanede avanta yan gelir ile toplamda 39 maaş almaktalar. Yönetim Kurulu elektriğin maliyetini düşürmek için, fazla personeli çıkarıp maaşları 13’e indireceğine, elektriğin kilovat saatini pahalıya ürettiği ve daha düşük fiyata sattığı şikayeti ile elektrik birim fiyatını arttırmak peşinde. Utanmadan bir de “Maktu ücret” adı altında, bu kalemle ilgili hiç bir hizmet vermeden her ay açıktan 2 milyon TL’yi de vatandaşın sırtına yüklemiş ve avantadan topladığı bu parayı 39 maaşın bir parçası olarak çalışanına ödemekte, sonra da şikayet etmekte.
Bunları niye mi yazdım.
Eğer Anadolu’dan gelen suyu devlet dağıtacaksa veya da batakta olan Belediyelerimiz dağıtacaksa, aynısı başımıza gelecek de ondan.
Belediyelerin birlik olup suyu dağıtmak istemelerinin nedeni, bütün açıklarını, suyun maliyeti üzerine koyacakları ve vatandaşın sırtına aynen KIB-TEK’de olduğu gibi hizmet vermeden yükleyecekleri fahiş ücretlerle ve “Maktu Ücret” gibi veya da benzeri adlar altında ödetecekleri hayali masraf kalemleri ile kapatmak ve işi bilen kişileri istihdam edecekleri yerde, bol bol yakınlarını veya da partililerini istihdam ederek çalışanlarına hak etmedikleri ballı maaşları ödemek. Keramet burada.
Ben devletin veya Belediyelerin suyu dağıtmasına karşıyım. İşin sonunda 10 kuruşa mal olacak suyu 150 kuruşa vatandaşa satacakları kesin, ballı maaşlarla bol bol istihdam yapabilmek ve Belediyelerin açıklarını kapatmak için.
Bunun doğrusu, hisseleri halka satılacak, devletin ve politikacıların üzerinde hiçbir yetkisi olamayacağı bir “Anonim Şirket”in kurulması ve suyun bu şirket tarafından, profesyonelce, profesyoneller tarafından halkımıza dağıtılması olacaktır, aynen Telsim, Türkcell, İş bankası, Garanti Bankası, Ziraat bankası ve benzeri gibi halka açık, her tür mali denetime tabi Anonim Şirketler gibi…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
8 Haziran 2015
Rahmetlik Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu benim için çok kıymetli insanlar. Her ikisine de Allah Rahmet eylesin.
Kitaplarımız hep Kıbrıs adasına Cumhuriyetin verilmesinin, 1959 yılının Şubat ayında önce Zürih’de sonra da Londra’da yapılan konferanslarla gerçekleştiği yazar. Bu bilgi doğrudur ama eksiktir.
Kıbrıs adasına Cumhuriyet verilmesi konusu ilk kez 29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında Türkiye ve Yunanistan arasında Londra’da yapılan ve adı da “I. Londra Konferansı” olan toplantıda ele alındı. Bu toplantı anlaşmazlıkla sonuçlandı. Yunanistan adanın tümünün Yunanistan’a verilmesinde ısrar etmekteydi. Türkiye bunu doğal olarak reddetti, hatta konuşturmadı bile. Fatin Rüştü Zorlu’nun aklındaki çözüm çok farklıydı. Girit konusunu derinlemesine etüt etmiş ve öyle gitmişti Londra’ya.
İkinci Kıbrıs Konferansı, 1958 yılının Aralık ayında Paris’te yapılan NATO Bakanlar Konseyi toplantısı vesilesiyle Türkiye, İngiltere ve Yunanistan Dışişleri Bakanları arasında yapıldı. Çok ilginçtir, İngilizlerin adada ısrarla asker bulundurmak isteğine Fatin Rüştü Zorlu’nun zekice manevrası sonrasında çözüm bulunmuş, İngilizlerin “Egemen Üs” kurması talebine karşılık, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın 650 ve 950’er kişilik birer Alay bulundurmasını önermiş, adanın tümünün enosis yolu ile Yunanistan’a bağlanmasını veya da taksim edilerek ikiye bölünmesini önleyici maddelerin anayasaya konmasını kabul ettirmiş ve en önemlisi de, Avrupalıların Girit’te oynadıklarını oyunun Kıbrıs’ta bir kez daha gerçekleşmemesi için “Garantiler” ve “Garantörlük” kavramını şart koşmuştu İngiliz ve Yunanlılara.
Bunların hepsi, 1958 yılında Paris toplantısında, Anayasa’dan önce taraflarca kabul edildi. Bir buçuk ay sonra Zürih’te yapılan toplantıda da, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası taslağı içinde yer alarak, toplantı öncesi taraflara sunuldu ve taraflarca da imzalandı.
***
Dün Uluslararası İlişkiler bilim dalında Master eğitimimin son aşaması olan Master Tezimi savundum ve eğitimimi tamamladım. Artık, İnşaat Mühendisliği bilim dalında Profesör olmama ilaveten Uluslararası İlişkiler konusunda da Master derecem var. Kısmet Doktora’ya.
Master Tezimin konusu “Iphestos Planı” idi. 200 sayfalık devasa bir çalışma oldu tezim. 1974 Mutlu Barış Harekatında sonra girdiğim Rum Milli Muhafız Ordusu kamplarından aldığım 47 adet Rumca, üzeri “Çok Gizli mühürlü” Resmi belgelerin fotokopisini de ekine koydum tezimin. İngilizce dilinde yazdığım için de ciddi ciddi kitaplaştırmayı da düşünüyorum ileride.
Gelelim“Iphestos Planı’na. Kıbrıs’ta Makarios hükümetinin, Yunanistan’da da Generaller Juntası’nın onayı ile 1972 yılında, Kıbrıs’ta Türkleri sistematik bir şekilde yok etmeye yönelik Yunan Silahlı Kuvvetlerinin en seçkin subayları tarafından çalışması başlatılmış olan bu plan içeriğince her iki ülkede hazırlıklar planlı ve programlı bir şekilde yapılmış, Rum Milli Muhafız Ordusu’nda görevli Kıbrıslı Rum subaylar ve astsubaylar 3 ay süreli bir program dahilinde 10 Eylül 1973 tarihinde Yunanistan’da Halkidos Piyade okulunda eğitilmiş, Kıbrıslı Türkleri yok etmeye yönelik her tür araç, gereç ve silah da temin edilerek ilgili birliklere dağıtılmış.
İşin en ilginç tarafı, her bölgedeki Rum Milli Muhafız Ordusuna ait birlik tarafından o bölgede yaşayan Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıs Cumhuriyeti Polis kuvvetleri mensuplarının, 28 Mart 1974 tarihinde başlamak üzere psikolojik eğitime tabi tutulmuş olmaları. “Biz katliam yapacağız, sizler de bize yardımcı olacaksınız. Sonunda “Büyük Ülkü”müzü gerçekleştireceğiz ve ada Yunanistan’a bağlanacak” diyerek, açıkçası “Toplu beyin yıkama” işlemi yapmışlar.
Tezimi bitirdikten sonra anlıyorum ki, katliamdan Türkiye’nin garantörlüğü ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin olağanüstü başarısı sayesinde kurtulmuşuz. Açıkçası, halk dili ile “direkten dönmüşüz”. Türkiye “Garantör” olmasaydı, Anayasa da “Garanti ve İttifak Anlaşmaları” bulunmasaydı, bugün Rumlar, içinde Türklerin artık yaşamadığı Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhakının, yani “enosis”in 41.ci yılında coşkuyla kutluyor olacaklardı…..
Niye Rumların ağız birliği etmişçesine, “Garantiler ve Garantörlük kalksın” demelerini şimdi çok daha iyi anlıyorum…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
5 Haziran 2015