14 Ağustos 1996 günü Derinya Kapısında, Solomos Solomu adlı bir Rum, içinde uyuşturucu olan sigarasını içip kafayı bulduktan sonra tüm ihtarlara rağmen sınırı izinsiz olarak geçmiş ve sınırda direk üzerinde asılı duran Türk bayrağını indirmeye çalışmıştı. Mevcut statüye ve yasalara aykırı olarak sınırı delmenin bedelini hayatı ile ödeyen Solomu’nun konusunu Kıbrıs Rum Yönetimi bilinçli olarak, içinde Rum ve Yunanlı hakimlerin de yer aldığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürmüş ve Türkiye’yi yaklaşık 370 bin Avro ödemeye mahkum ettirmişlerdi, hem suçlu hem de güçlü oldukları halde…
Maksat o gün sınırı delmek ve karşı tedbir almaya zorlamak ve tedbirin sonucunu hemen AİHM’ye aktarmaktı. Nitekim başarılı oldular da.
Konumuza dönersek; Derinya Kapısı’nın açılması bana mantıksız geliyor. Rumların, 1974’de savaşarak aldığımız toprakları korumak için çizdiğimiz sınırları delmek amacı ile yaptıkları bir girişim olarak görüyorum bu kapı açmak işini. Egemenliklerini adanın tümüne yaymak için sinsi bir girişim içindeler, insani düşünceler yerine.
Madem bu denli insandılar, ne diye bizleri senelerce UTANÇ BARİKATLARI’nda, küfrederek, aşağılayarak, dipçikleyerek tek sıraya dizip saatlerce güneş altında, yüzlerinde nefret dolu bakışlarla üstümüzü başımızı iç çamaşırlarımıza kadar didikleyerek ve bindiğimiz otobüsü aramak bahanesiyle saatlerce eziyet ederek bekletiyorlardı? O günlerde, güç ellerinde olduğu için kendilerini adanın tek hakimi sayan şeytanlar şimdi melek olup insan haklarının peşine düşmüşler. Madem bu kadar insancıldılar niye bize insan muamelesi yapmadılar o yıllarda? Doğrusu bana hiç inandırıcı gelmiyor bu sahte tavırları. Zaten adada Türk Silahlı Kuvvetleri olmasa, bu sahte melekler çoktan şeytana dönüşmüştü ve canımıza okumuşlardı.
Gerçekte Derinya’da iki tane kapı var. Sivil olarak bizlerin aracımızla veya da yayan olarak önüne kadar gidebildiğimiz ve sınır kapısı sandığımız geçiş yeri ile Mücahitlerimizin gerçek sınırda beklediği, Rum Milli Muhafız Ordusu ile iki yakasını paylaştığı ve gerçek sınırı oluşturan ara bölgeye geçiş kapısı arasında tamı tamına 800 metrelik bir askeri bölge var.
Rumların maksadı, askeri bölgeden geçiş yaparak bölgeyi delmek ve askeri bölge kavramını ortadan kaldırmak. Zaten Derinya kapısından Rumlar geçse ne olur, geçmese ne olur diyeceğim zira mevcut 7 sınır kapısından bir haftada 60 bin kişi geçiyor ve bunların sadece 11 bini Rum. Ellerinde su şişeleri ve sandviçleri ile KKTC’ye geçen kapı komşularımız, bir tek kuruş harcamadan, beraberlerinde getirdiklerini yiyip içip, çöpünü bize bırakıyorlar, sonra da ellerini kollarını sallayıp geri dönüyorlar, hayrımıza hiçbir iş yapmadan.
Sınır kapılarından bir haftada 30 bin Kıbrıslı Türk geçiyor…
Kıbrıslı Türkler harcama konusunda çok cömert! KKTC’de kazandıkları parayı gidip Rum tarafında harcıyorlar ve Rumların batmış ekonomilerine can suyu katıp geliyorlar. Harcadıkları paralar ile hem bataktaki Kıbrıs Rum yönetimine KDV ödüyorlar, hem de Lefkoşa’daki askeri kamplarının dış duvarında “Sınırlarımız Girne’de biter” diye yazan Rum Milli Muhafız Ordusunun silah alımına yüzde 4.5 oranında katkı da bulunuyorlar.
Geri kalanlar ise günü birlik turistler. Ya yayan geçiyorlar sınırı, 3-5 tur attıktan sonra geri dönüyorlar, ya da Rum plakalı otobüslerle Rum rehber eşliğinde sınırı geçip, ülkemizi dolaştıktan sonra on para harcamadan geri dönüyorlar. Bize faydaları hemen hemen hiç yok. Zannedersek ki, Derinya kapısı açılınca ziyaretçi sayısı artacak, çok yanılırız.
Özetle; AyNapa, Derinya, Paralimni ve diğer yerleşim yerlerinden kuzeye geçmek isteyen Rumlar veya da turistler için Akyar kapısından geçmek ile Derinya Kapısından geçmek arasında çok bir mesafe ve zaman farkı da yok. Sadece sınır güvenliğimizden ödün vermiş oluruz, hepsi o kadar. Zaten Rumların da istediği bu. Sınırları olduğunca delmek…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
3 Haziran 2015
Derinya Mağusa’nın eski sınırları içinde kalmış olan bir Rum köyü. Hemen yakınında da Paralimni adlı bir başka Rum köyü var.
Bir dönem Paralimni köyünün geçmişini çok iyi araştırmıştım zira köyde yaşayan Rumların soyadları dikkatimi çok çekmişti. Kimininki Karaosman, kimininki Davulcuoğlu, kimininki Karamustafa, Zilingir (Çilingir) ve benzeri Türkçe isimlerdi. Bulgularım ilginçti. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerine adaya Yunanistan’dan gelen misyoner papazların çalışmaları, bitmeyen savaşlar, Balkan harpleri ve Türklerin vergi vermek yerine askere alınmasından kurtulmak için bu köyün sakinleri topluca din değiştirmişler ve askere gitmek yerine vergi vermeyi tercih etmişler. O dönemlerde askere giden erkekler ya hiç geri gelmiyorlarmış, ya da 8-10 sene sonra köyün yolunu hatırlarlarsa ve hayatta kalabilmişlerse geri dönebiliyorlarmış. (Referansım, 1973 yılında Paralimni’de yaşayan yaşlı köylülerle yaptığım konuşmalar)
Derinya ise içimi sızlatan bir Rum köyü. Anılarımda güzel bir yeri yok.
1974, Mutlu Barış Harekatı’nın son günlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri Mekanize Birliği Mağusa’ya ulaştıktan sonraki gün, rehber ve çevirmen olarak üzerine çıktığım tanklardan bir tanesi Mağusa-Derinya yolunda Derinya istikametinde ilerlerken, Maraş’tan kaçan ve önümüzde giden onlarca Rum otomobilini ve arkamızda sıra sıra dizilmiş elliden fazla Rum aracını uzun uzun seyretmiştim. Yüzlerinde panik ve korku vardı. Bizi geçemedikleri gibi ne yapacaklarını da bilmiyorlardı ama arkamızdan geliyorlardı. Tank komutanına rica etmiştim, “bu gidenler sivil halktır sakın ateş etmeyelim” diye. O da beni dinlemiş, belli bir yere kadar geldikten sonra tankın namlusunu havaya kaldırmış ve tankı sağa çekerek durdurmuştu. Tankın namlusu havaya kaldırılınca, “Ben savaşa hazırım. Ateş ederseniz ben de ateş eder, ilerlerim” demekmiş, bu olaydan sonra öğrendim. Panik halde hepsi geçip gittiler, bizim tarafa hiç bakmadan… Ne var ki, aradan birkaç gün geçtikten sonra kendiliğinden oluşmuş sınırın öte tarafındaki Rum Milli Muhafız Ordusunda görev yapan askerler, bisikleti ile bize doğru gelmekte olan bir mücahidimizi roketatar ile vurarak şehit etmişlerdi. Hiç anlayamamıştım bir bisikletliye niye roketatarla saldırdıklarını. Hala daha da anlamış değilim.
Derinya kapısı bana aynı zamanda “1963-1967 yılları arasında Kıbrıslı Türklere uygulanan UTANÇ BARİKATLARI’nı da hatırlatır hep. Güneşin altında bizi saatlerce bekletirler, iç çamaşırımıza kadar aşağılayıcı bir şekilde üstümüzü arardı Rumlar, küfrederek, aşağılayarak ve de söverek…
Derinya ile ilgili hatırımdaki bir başka olay da, seneler evvel sınırlarımızı delmek için bir gösteri ve girişim yapılmasıydı Derinya sınır kapısının Rum tarafında kalan kısmında.
Bu olay 14 Ağustos 1996 günü yaşanmıştı. Rumlar kendi taraflarında Mağusa’nın Türk Silahlı Kuvvetler tarafından kurtarılmasının 22. yılında protesto amaçlı bir eylem yapmışlardı ve eylemin son saatlerinde ağzında sigara olan, ki daha sonra sigara izmaritinde yapılan analizde içinde uyuşturucu olduğu saptanmıştır, Solomos Solomu adlı bir Rum, sınırı izinsiz olarak geçmiş ve sınırda direk üzerinde asılı duran bayrağı indirmeye çalışmıştı. Sınırda nöbetçi Türk askerinin “Dur” ihtarını dikkate almadan ilerlemiş, nöbetçinin ihtar olarak havaya ateş etmesine aldırmamış ve direkte asılı duran Türk Bayrağını indirmek için direğe tırmanmaya başladığında da boynundan vurularak ölmüştü.
Bu haksız girişiminin ve yasalara aykırı olarak sınırı delmenin bedelini hayatı ile ödeyen Solomu’nun konusunu Kıbrıs Rum Yönetimi bilinçli olarak, içinde Rum ve Yunanlı hakimlerin de yer aldığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine götürmüş ve Türkiye’yi yaklaşık 370 bin Avro ödemeye mahkum ettirmişlerdi, hem suçlu hem de güçlü oldukları halde….. (Devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
1 Haziran 2015
Geçmişte, Annan Planı’nın tartışıldığı döneminde yaşamıştık bu günlerde yaşadıklarımızı. İktidarda, gene sol eğilimli bir partinin çoğunluğunu oluşturduğu bir koalisyon hükümeti vardı.
Kendilerine “Barış İsteyenler” adını takmış bir takım geçmişi unutmuş vatandaşlarımız, aynen yağmur yağınca ortaya çıkan garavolliler (sümüklü böcek) gibi yıllarca gizlendikleri yerden ortaya çıkmışlar “Barış Engellenemez” diye bağırmaya, gösteriler yapmaya başlamışlardı.
Sanki onlardan başkaları “Barış” istemiyorlarmış, barışı isteyen sadece kendileriymiş gibi… Kendi akıllarındaki, Rum’un boyunduruğu altına girmek ve Rum çoğunluğun içinde Türk azınlık olmak “Barış”tı, özgür, kendi kurduğumuz devletin içinde, Türkiye’mizin garantisi altında yaşamak da “Barış” değildi.
Özgürce, kendi kendimizi, kendi kurduğumuz devletimizin yönetimi altında, kendi topraklarımız içinde yönetmek için verilen çabalar ve uğraş onlar için “Barış” olmadığı için, illaki Rumların idaresi altında yaşamayı “Barış” olarak lanse etmeye çalışıyorlardı o dönemde, bin bir türlü gösteri ve şaklabanlıkla.
ABD, 30 milyon Dolar, Avrupa Birliği de 30 milyon Avro dökmüştü bizim tarafa, Kıbrıslı Türklerin aklını çelebilmek ve Annan Planına “evet” dedirtmek için.
Karen Fogg’un “Hassanları” çıkmıştı ortaya, sahte dernekler, yapay siyasi partiler kaplamıştı ortalığı. Parayla satın alınmış medya kuruluşları ve bazı medya mensupları Annan Planı’nın içeriğine bakıp, neleri getirip neleri götüreceğini incelemeden “Evet” yönünde propagandaya başlamışlardı. ABD ve İngiltere Büyükelçileri, “Evet” yönündeki her mitinge katılıp, diplomatik katkı koyuyorlardı meydanda birikmiş topluluğa.
Parayı kapan, yıllarca sürmüş olan soykırımın pahasına ayakta durmayı başarmış “Kıbrıs Türk Halkını” Rumların boyunduruğu altına sokmak için uğraş vermeye başlamıştı. Ne Mercedesler, evler alınmıştı o paralarla.
Hele bir de, komedi gibi ama gerçekte, hastalıklı beyinlerin içinde nelerin yattığını açığa vuran bir olay yaşanmıştı, gizliden gizliye, öyle çok fazla da basına yansımadan.
O dönemde bir Eğitim şurası yapılmış ve komisyonlardan birinde, oradan buradan çağrılan 30 kişiyle yapay bir çoğunluk sağlanmış, KKTC sınırları içinde Rumca eski yer isimlerinin kullanılması kararı alınmıştı. Sanki de KKTC’nin Cumhuriyet Meclisi’ydi mübarek, alınan karar da “Yasa Gücünde”ydi. Kıbrıs Türküne rağmen ve halkın büyük çoğunluğunun kabul etmediği bu kararı alanlardan bir tanesi, kendine güvenerek, büyük bir iş yapmışçasına gitmiş ertesi gün Karpaz bölgesinde yer alan Sazlıköy’ün meydanına “St. Nicolas Meydanı” tabelasını elleri ile çakmıştı.
“Halka rağmen” kelimesini boşuna yazmadım. Anında tabelayı söktü attı köy halkı ve söz konusu kişiyi de uzun müddet köye sokmadı. Asla kabul etmedi Sazlıköylü’ler, satın alınmış beyinlerin kendi kendilerine gelin güvey olup aldıkları bu kararı.
Önemli olan zirziro (Ağustos böceği) gibi çığırtkanlık yapan azınlığın çıkardığı sesleri değil, sessiz çoğunluğun ne istediğini bilmek.
Bu günleri gördükçe dejavu yaşadığımı sanıyorum, 12 yıl evvelki anılarım canlanıyor birer birer… Belli ki hala da akıllanmamış, geçmişten ders almamış, uğradığımız soykırımı unutmuş, anavatan Türkiye’nin değerini anlayamamış ve Türkiye’nin garantörlüğünün ne demek olduğunu kavrayamamış insanlarımız var ülkemizde, politikacısından sıradan vatandaşına kadar…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
29 Mayıs 2015
CTP-DP koalisyon hükümeti içinde yer alan İçişleri Bakanlığının hazırladığı “Yurttaşlıkla ilgili yasal düzenlemelere getirilmek istenen yeni kriterler” veya diğer adı ile “Yurttaşlık Yasa Tasarısı “ gerçekten de basına yansıdığı gibiyse, getirilmek istenen kriterler tam bir yüz karası.
Buna kafatasçılık da diyebilirsiniz, ırkçılık da…
Böylesi zorlaştırılmış vatandaşlık kriterleri Avrupa Birliği’nde bile yok.
Kendi ülkesinde yıllarca çalışıp, emekli olduktan sonra ülkemize gelip yerleşerek hayatlarının sonbaharını huzur içinde yaşamak isteyenlere çıkarmadığımız engel, yaşatmadığımız zorluk kalmamış. Ülkemizde çalışıp para kazanmıyorlar, tam tersine yaşamları için gerekli olan parayı kendi ülkelerinden getirip burada harcıyorlar ve ekonomimize de büyük katkıda bulunuyorlar. Ama biz onlara ne bir vatandaşlık veriyoruz, ne de işlerini kolaylaştıracak bir kimlik. Avrupa Birliği’ne üye ülkeler, başka bir ülkede emekli olup da kendi ülkelerine yerleşmeyi ve hayatlarının sonbaharını geçirmek isteyenlere bütün kapıları sonuna kadar açıyor, ekonomisine katkı koyacağı için. Ama nedense bizim ülkemizin bürokratları ve bazı seçilmiş veya da seçilmemiş siyasiler, bu tür insanları KKTC’ye sokmamak için elden geleni yapıyorlar, sanki de büyük bir marifetmiş gibi.
Bizim ülkemizde ikamet veya çalışma izni almak yerine, deveye hendek atlatmak çok daha kolay, birtakım hastalıklı beyinlerin getirdiği kurallar yüzünden.
Yönetim kadroları içinde yer alan, kendi söylemlerine göre ilerici olan ama gerçekte faşist bir kafa taşıyan bu “hastalıklı beyinler” ikamet izni çıkarılamasın ya da çalışma izni verilmesin diye öylesine kurallar getirmişler ki, gerçekten de inanması çok zor. Nazi Almanya’sının esir kamplarında bile bu denli zor, mantıksız ve eziyet veren işlemlerin yaşanmış olduğunu sanmıyorum.
Daha işin başında, devlet dairelerimizdeki memurlarımız, ikamet veya da çalışma izni için başvuranları hapishane duvarı gibi asık ve meyus bir yüzle karşılıyorlar ve aşağılayarak hitap ediyorlar. Sanki de önemli, çok büyük ve özverili bir iş yapıyorlarmış gibi.
Dünyadaki gelişmiş ülkelerin vatandaşları devletle olan işlerini internet üzerinde, evlerinden veya da iş yerlerinden dışarı çıkmadan, birkaç dakika içinde hallederken, bizde, topraklarımız altın kaplı olduğundan, ikamet veya da çalışma iznini alabilmek veya da yenilemek için en az bir hafta koşmak gerekiyor. Damga pulu, resim, tasdik memuru, fotokopi, pasaport, kira kontratı, kan verme, tahlil yaptırma gibi bir sürü saçma sapan işlemler konuyor ülkemize çalışmak veya da ikamet etmek için gelmiş insanların önüne.
Maliye Bakanlığı işin kolayını bulmuş, her başvurandan bir de kira kontratı istiyor. İşin yoksa Muhaceret dairesinden, hastaneye, oradan laboratuvara, polise, Maliye bakanlığına, fotokopiciye koş, dolap beygiri gibi dön. Açıkçası ülkemizi ikinci vatanları görüp yaşamaya, çalışmaya gelen insanlara eziyet ediyoruz.
Yasalarımız, kurallarımızda bir acayip.
Benim eşime, her KKTC’ye giriş yaptığımızda sadece 90 günlük ikamet izni veriyorlar, pasaportuna da turist vizesi vuruyorlar, evlilik cüzdanını göstermemize rağmen. Nasıl saçma sapan, akıllara ziyan bir yasa yapılmış anlaşılır gibi değil.
Bu nedenle iktidar tarafından Meclise yeni sunulan “Yurttaşlık Yasa Tasarısı” içinde bu saçmalıklar düzeltileceğine, yeni zorlukların şirin bir şekilde eklenmiş maalesef.
Yazıklar olsun böylesine ırkçı, ayırımcı ve kafatasçı düşünceler taşıyan yöneticilere….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
27 Mayıs 2015