Müzakereler Cuma günü başlıyor.
Tarafların, ABD’nin ve BM’nin beklentileri yüksek.
BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Temsilcisi Eide de, eşsiz bir fırsatın yakalandığından bahsediyor.
Her yerde memnuniyet var ve her iki lider de öncellerinin bugüne kadar başaramadıklarını başaracaklarını umut ediyorlar.
Umut etmesine umut ediyorlar da, Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı Kasulidis ile Rum lider Anastasiadis’in görüşmecisi Mavroyannis’in açıklamalarını okuduğumda ben bir umut görmüyorum.
Anastasiadis, 1976 yılında Rum halkından dışlanmış EOKA-B’cileri kucaklayarak, partisinin içinde, tabanda ve üst düzeyde yer veren Glafkos Kleridis tarafından kurulmuş DISY’nin başkanı. Kendisi şimdilik pek konuşmuyor ama Kasulidis’i, Mavroyannis’i ve hükümet sözcüsünü konuşturuyor, kafasındakileri de onlar kanalı ile halka ve Kıbrıs Türk tarafına aktarıyor.
Kıbrıslı Rum müzakereci Andreas Mavroyannis, Kıbrıslı Türklerle yapacakları anlaşmanın daimi derogasyon olmayacağını ve dışta bırakılmasını istediklerini açıkladı evvelki gün.
Halkın anladığı dilden konuşan Mavroyannis, “Anlaşma yaparsak, bu anlaşma Avrupa Birliğinin Birincil Hukuku dışında kalacak, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti varlığını sürdürecek ama bizim insafımız oranında birazcık kabuk değiştirecek ve Kıbrıslı Türkler bunun içine alınacak. Toprak, mülkiyet ve diğer konularda dava açmak hakkımız baki kalacak” demek istiyor.
Mavroyannis’in sözleri açık ve net.
Mavroyannis’e veya Anastasiadis’e göre, “AB üyesi olarak Kıbrıs’ın tüm vatandaşlarının AB’nin öngördüğü haklara sahip olacak, özgürlüklerin tümü uygulanacak ve daimi derogasyonlar da dışta bırakılacak.”
Hedefleri bu.
Adada hemen ve derhal dolaşım, yerleşim ve mülkiyet haklarına sahip olmak serbest olacak, 1974 yılında güneye göç etmiş tüm Rumlar ve onların varisleri kısıtlamasız olarak geri dönecekler ve mülklerini geri alacaklar. KKTC’de veya da Kıbrıs Türk Devletinde veya da adı her ne olacaksa orada iş kuracaklar, politikaya karışacaklar, çoğunluk oylarını alırlarsa kuzeydeki devletin Meclisine seçilip hükümet kurabilecekler, kuzeydeki devleti üzerinde de hak sahibi olacaklar.
Mavroyannis devamla, “Kurulacak yeni devlet, federal bir çözüm yoluyla, özerk, gücünü kendinden alan işlevsel bir ülke olacak ve aynı zamanda karar alma yöntemlerinin dış faktörlerden etkilenmeyecek” diyor.
Bu cümle kısa ve öz olarak, “Türkiye’nin garantörlüğü olmayacak” manasında. Esasen başta Anastasiadis olmak üzere tüm Rum siyasilerin bunun hayalini kurduğu biliniyor.
Kasulidis ise Ercan Havaalanı’nın uluslararası uçuşlara açılabileceğinden bahsediyor, “uluslararası kurallara uygun olmak koşulu ile” ekinini de sonuna ilave ediyor.
Bunun da halkın anlayacağı dildeki çevirisi, “Ercan havaalanı Rum Yönetimi kontrolüne girecek. Sivil havacılık, Gümrük, Yer hizmetleri ve Trafik Kontrolörleri Rum yönetimi idaresi altında olacak, o zaman Ercan havaalanı uluslararası uçuşlara açılır!”
Yeni seçilen Cumhurbaşkanımız Mustafa Akıncı, umarım bu ve benzeri Kıbrıslı Türkler üzerinde egemenlik hedefi taşıyan isteklerin üstesinden gelebilir. Rumların tüm isteklerine evet demediği takdirde, geçmiş yıllarda olduğu gibi müzakereler gene aksamaya, Türk tarafı suçlanmaya başlanacak ve Cumhurbaşkanı Akıncı da uzlaşma istemeyen Türk lider olarak lanse edilmeye çalışılacak Rumlar tarafından…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
13 Mayıs 2015
Komşu çocuklar da, gittiklerinden beri hiç rahat durmuyorlardı bir türlü. İllaki şu veya bu nedenle, bir şekilde bahçelerine girmek istiyorlardı. Allah’tan anasının gönderdiği güçlü kuvvetli bekçiler vardı da bahçede, bir türlü cesaret edemiyordu komşu çocukları çitlerin üzerinden atlayıp bahçeye girmeye.
41 yaşındaki yavru, gerçekte hiç bunları aklından geçirmemişti… Anasının bugüne değin yaptıkları o kadar çoktu ki, sıradan gelmişti onun için.
41 yaşındaki yavrunun aklına aniden, bu güçlü bekçilerin ne yiyip içtikleri geldi. Kendisinin kaldığı evdeki masada hiç görmemişti onları yemek yerken. Demek ki başka bir yerde yemek yiyip, yatıp kalkıyorlar diye geçirdi içinden. “Acaba kim ödüyor onların yeme içme masraflarını” sorusu takıldı aklına…
“Anam gönderdiğine göre demek ki giderlerini de kendi karşılıyor” diye düşündü… Üstelik anası karşı yakadaki evinden gönderdiği bu bekçilerin tüm yiyecek içecek parasını kendi ödüyor, sebze meyvesini bahçesinden sunuyordu. Bu nedenle de ev gül gibi geçinip gidiyordu.
Yani anası evin tüm masraflarını ödediği gibi, evdekilerin cebine bir de harçlık koyuyordu.
“Bu bekçilerin ellerindeki sopaların, ceplerindeki çakıların ve bahçeyi dolaşmak için kullandıkları aracın benzinini kim ödüyor acaba” diye geçirdi içinden çocuk. Kendisi vermediğine göre birileri veriyordu herhalde. Bu anası olmalıydı mutlaka. Başka kim olabilirdi ki diye geçti kafasının içinden. Zaten etraftakilerin birçoğu hem annesinin çalışkanlığını kıskanıyor hem de kuyusunu kazmak için elden geleni yapıyorlardı. Niye ödesinlerdi, durup dururken bir de bu bekçilerin maaşlarını ve giderlerini. Bayram, seyran değildi zaten.
“Vay be!” dedi kendi kendine.
“Benim haberim yokmuş ama anam neler yapmış benim için yıllar içinde…” Etrafına bakındı gene. Bu sefer alıcı gözlerle, yapılanları görmek için baktı. Baktıkça da şaşkınlığı arttı.
Kendisi içerde yan gelip yatarken, evini sil baştan yenilemişti anası, diğer çocuklarının boğazından keserek… Evine elektrik getirmiş, suyunu getirmiş, yollarını yapmış, telefonunu yenileyip bağlamış, yollar, okullar, binalar yapmış. Neredeyse 52 yıldır da cebine hiç aksatmadan harçlığını koymuştu, hem kendisinin, hem de vefat eden abisinin.
Zaman zaman kendisini uyardığı için kızıyordu annesine ama “acaba haksızlık mı ediyorum bu fedakar ve vefakar anneme” diye de geçirdi içinden…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@gmail.com veya ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
http://www.twitter.com/ataatun
11 Mayıs 2015
Aksaçlı adam, yanındaki, 41 yıldır büyümeyen ve yan gelip yatmaktan başka hiçbir şey yapmamış olan yavru ile dolaşmaya devam ederlerken, kocaman bir trafik çemberinin yer aldığı bir kavşak noktasına gelmişler, yollar hakkında konuşuyorlardı. Daha doğrusu Aksaçlı adam konuşuyor, büyümeye hevesli yavru da dinliyordu.
Aksaçlı adam konuşup anlattıkça, doğduğundan beri içinde yaşadığı eve, evin bahçesine hiç bakmadığını, son 41 yılda hiçbir şey yapmadığını anlamaya ve fark etmeye başlamıştı yavru.
Aksaçlı adam, daha kendisi doğmadan çok seneler evvelden başlayarak anasının binbir fedakarlıkla bugüne değin kendisi için yaptıklarını anlattıkça, etrafına daha iyi bakar olmuştu. Zaten aklına geldikçe de hafiften yüzü de kızarıyordu “acaba anama çatmakla haksızlık mı ediyorum” diye.
Aksaçlı adam, büyümek isteyen yavruya, önce doğu tarafına giden, sonra da batı tarafında giden her ikisi de çift şeritli olan yolları göstererek anlatmaya başladı.
“Bölgenin en büyük limanı olan Mağusa’ya, Lefkoşa’dan giden yol tek şeritti” dedi.
“Komşu çocukları buralardan kaçtıktan sonra Güzelyurt’un bütün narenciyesi bu yoldan Mağusa limanına taşınırken, limana gelen mallar da bu yoldan Lefkoşa’ya, Girne’ye ve Güzelyurt’a taşınırdı. Aklına ne gelirse, canlı hayvandan tut, her tür inşaat malzemesi, demir, çimento, tuğla, hayvan yemi, arpa, buğday, küspe ve benzeri tüm mallar hep bu yoldan taşınırdı kamyon veya tırlarla. Yol, tek şerit olduğu için çoğu zaman kamyonlar arka arkaya dizilir, karşıdan gelen olduğu için de hızlanıp kamyonları geçemezdik. Hep birlikte yavaş yavaş Lefkoşa’ya kadar giderdik arkalı önlü…”
Durdu biraz ve aklından ne geçtiyse, “gene de şanslıydık” diye devam etti. “Allah’a şükretmek gerekir, komşu çocuklar gitmeden evvel bu yolu 4 -5 saatte ancak giderdik. Akıllarına estiği her yerde Türk otobüslerini durdurur, saatlerce güneş altında hepimizi asfalt yolun üzerine diker, kıpırdamadan durmamızı emrederlerdi. Kıpırdayanı veya da sıcaktan bunalanı ya dipçikle döverler, ya da alıp götürürlerdi. Götürdüklerini de bir daha görmezdik oğlum” diyerek daldı gitti Aksaçlı. Kimbilir, böylesi yolculukların bir tanesinde, Rumların önce dipçikle canı çıkana kadar dövdükleri, sonra da alıp götürdükleri ve bir daha da göremediği hangi arkadaşı aklına gelmişti ki, gözleri nemlendi…
“Önce anamız, Lefkoşa’dan Ercan havaalanına giden yolu sonra da Mağusa’ya giden yolu yaptıydı” dedi. “Üstelik Ercan kavşağına bir de yonca yaptı, daha o günlerden bu günleri görerek. Çift şerit gidiş geliş yapılan yol yayla gibi oldu. Eskiden, hiç durmadan ancak bir saatte gidebildiğimiz yol şimdi otuzbeş dakikaya düştü…”
Derin bir iç çekti ve “Anamız sağolsun, Ercan kavşağındaki yoncadan çıkan bir başka yolu da, Yeni İskele üzerinden Karpaz’a kadar yaparak, bahçemizin en doğu noktası ile en batı ucunu bir birine çift şeritli kaymak gibi yollarla bağladı” dedi.
“Anamız hiç durmadı ve aynı şekilde batıya doğru da, Lefkoşa ile Güzelyurt’u birbirine bağlayan çift şeritli yol yaptı. Karpaz burnundan, Güzelyurt’a gitmek hem zevkli oldu, hem de güvenli bir sürüş haline geldi” diyerek sözlerini tamamladı.
41 yaşındaki yavru, gerçekte hiç bunları aklından geçirmemişti… Anasının bugüne değin yaptıkları o kadar çok tu ki, sıradan gelmişti onun için.
Komşu çocuklar da, gittiklerinden beri hiç rahat durmuyorlardı bir türlü. İllaki şu veya bu nedenle, bir şekilde bahçelerine girmek istiyorlardı. Allah’tan anasının gönderdiği güçlü kuvvetli bekçiler vardı da bahçede, bir türlü cesaret edemiyordu komşu çocukları çitlerin üzerinden atlayıp bahçeye girmeye.
Aniden aklına, bu güçlü bekçilerin ne yiyip içtikleri geldi. Kendisinin aldığı evdeki masada hiç görmemişti onları yemek yerken. Demek ki başka bir yerde yemek yiyip, yatıp kalkıyorlar diye geçirdi içinden. “Acaba kim ödüyor onların yeme içme masraflarını” sorusu takıldı aklına…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@gmail.com veya ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
8 Mayıs 2015
Aksaçlı adamla, yanındaki, 41 yıldır büyümeyen ve yan gelip yatmaktan başka hiçbir şey yapmamış olan yavru dolaşmaya devam ederlerken, kocaman bir trafik çemberinin yer aldığı bir kavşak noktasına geldiler.
Kuzeye giden çift şerit yol Lefkoşa’dan Girne’ye uzanıyordu.
Batı tarafa doğru giden çift şerit yol, Lefkoşa’yı Güzelyurt’a, doğu tarafa gideni de Lefkoşa’yı Mağusa’ya bağlıyordu. Mağusa’ya giden yol Ercan kavşağından sonra çatallanıp Karpaz’a kadar devam ediyordu.
Girne’den Karpaz’a kadar uzanan bir başka çift şeritli yol daha yapılmıştı bunlara ilaveten…
“Bu üzerinde aracımızı sürdüğümüz yolları kim yaptı biliyor musun” diye sordu Aksaçlı adam.
“Peki, komşu çocukların anaları ile birlikte senin abinden ve annenden bir temiz dayak yiyip buradan ayrılmalarından evvel, bu yolların ne halde olduklarını hiç hatırlıyor musun?” Cevabı beklemeden sözlerine devam etti.
“Lefkoşa’yı Girne’ye bağlayan yol, neredeyse yarım şeritlik bir yoldu ve İngilizler yapmıştı zamanında… Yolda giden bir araba, karşıdan gelen bir arabayla karşılaştığında illaki her ikisi de yolun kenarındaki bankete çıkmak zorunda kalırdı yol çok dar olduğu için. Hele bir de bu yolun Sentilaryon’a (Saint Hilarion) çıkan ve sonra da döne döne aşağıya inen bir bölümü vardı ki, ne sen sor ne ben sorayım…”
Biraz soluklandıktan sonra gözlerini kapadı, “Çok canlar aldı orası” dedi… Belli ki, oradaki trafik kazalarında kaybettiği arkadaşlarını, yeğenlerini ve dostlarını hatırladı. Yaşadığı tüm üzüntüler bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti o an.
“Boğaz’dan Gönyeli’ye kadar uzanan kısmı da zaten dardı, bir de İngilizler zamanında yolun iki kenarına, neredeyse yolla bitişik şekilde efkalipto ile akasya ağaçları ekmişler, gelen giden en küçük bir dikkatsizlikte onlara vururdu. Ya yaralanır, ya da ölürdü… Aha bu gördüğün çift şerit yolu, bundan yaklaşık 40 sene evvel Suudi Arabistan yaptırdıydı” dedi. “Parasını bize hibe ettilerdi. Çok da iyi olduydu, o daracık tehlikeli yoldan kurtulduyduk o zaman. Aradan geçen yıllardan ve otomobil sayısının da artmasından sonra da yol yetersiz kalınca, o bizden hiçbir şeyini esirgemeyen anamız bu gördüğün havaalanı pistine benzer yolu yaptı biz rahat edelim, kolayca güvenilir bir şekilde Lefkoşa’dan Girne’ye gidip gelebilelim diye…”
Etrafına bakındı uzun uzun. Çevreyi gözden geçirdi. Sanki de bir şeyler bulmaya çalışıyordu. Uzakta hayal meyal görülebilen toprak, incecik bir yolu işaret ederek, “Komşu çocuklar hiçbir Türk köyünün yolunu asfalt yapmadılardı” diye başladı anlatmaya. “Zar zor alabildiğimiz kullanılmış, bilmem kaçıncı el arabalarımız bu toprak köy yollarında gidip gelmekten iyice eskiyip sık sık bozulurlardı. En çok da dümen sistemi bozulurdu ve başlardı direksiyon titremeye 30 mil hızdan sonra…”
“Komşu çocukları buralardan anamızın sayesinde kaçtıktan sonra, kaç tane köyümüz varsa, ayırım yapmadan hepsinin yolunu asfaltladı anamız, hiçbir şeyi de esirgemeden. İyi ki de böylesi bir anamız var” dedi Aksaçlı adam. “Böylesi özverili ve bizi düşünen bir Anamız olmasaydı, hala daha toprak yollarda sürecektik arabalarımızı. Yollara asfalt dökecek para ne gezerdi bizde” diyerek gözlerini Güzelyurt’a doğru giden yola dikti…
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@gmail.com veya ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
6 Mayıs 2015
41 yıldır büyümeyen ve yan gelip yatmaktan başka hiçbir şey yapmamış olan yavru, içinden “acaba anamın boğazından kesip benim için yaptığı daha başka yerler de var mı” diye geçirmiş ve Aksaçlı adamı da yanına alarak başlamış dolaşmaya.
Üzerinde “Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi” diye yazan bir binanın önünden geçerlerken, anlatmaya başlamış Aksaçlı adam; “Lefkoşa’da hastaneyle ilk tanıştığımda, hastane Rum tarafındaydı. 1963 yılının Aralık ayının soğuk bir gecesinde Rumların saldırıları ile başlayan çatışmalar sonrasında sayıları önce onları, sonra da yüzleri bulan Kıbrıslı Türk hastalar ve şehitler Lefkoşa’ya gönderilmeye başlayınca, Lefkoşa’da Suriçinde iki katlı bir binayı hastane yapmak zorunda kalmıştı, adı –Genel Komite- olan dönemin idaresi. Elde ne ilaç vardı, ne gerekli ameliyat aletleri, ne yatak, ne çarşaf, ne de yorgan.
Paramız, pulumuz, yiyeceğimiz, içeceğimiz de yoktu oğlum. Rumların saldırısına uğrayan köylerde kalan Kıbrıslı Türklerden canını kurtarmayı başarabilenlerin çoğu Lefkoşa’ya kadar canlı olarak gelebilme şansına eriştiler. Aralarında Lefkoşa’da akrabaları olanlar onların evlerindeki bir odaya yerleşirken, büyük çoğunluğu kalacakları yerleri olmadığı için sinema, fabrika, ambar gibi yerlere topluca yerleştirildiler. Ne içecek suları vardı, ne tuvaletleri, ne banyoları, ne de yemeklerini pişirecek mutfakları… İlk günlerde, göçmenlerin yemekleri Mücahitlerin yemeklerinin pişirildiği yerden geliyordu. Elde bir şey yoktu ki… Rumlarla savaşan mücahitlerin boğazından kesip, göçmenlere de vermeye çalışıyordu yöneticiler.
Allah’tan şu karşı kıyıda oturan anamız, diğer çocuklarının boğazından kestikleri ile bize çadır, battaniye, her tür yiyecek, giyecek ve para gönderdi de açlıktan, soğuktan, dahası ölmekten kurtulduk. Zaten anamız bizi bağrına basmayıp kaderimize terk etseydi, Rum’un kurşunundan ziyade, soğuktan ve açlıktan ölecekti birçoğumuz. Hiçbir Türk de kalamayacaktı bu adada. Ya göç edecekti hemen öldürülmemek için, ya da Rum’un kurşununa hedef olacaktı. İkisinden başka bir seçenek de olamazdı zaten o günlerde. Anamız yanımızda olmasaydı ada boşalacaktı oğlum…”
Ak saçlı adam bir kez daha baktı Doktor Burhan Nalbantoğlu Hastanesine ve aklına o sıkıntılı günlerin acı hatıraları geldi, başladı mırıldanmaya, “Lefkoşa’daki tüm doktorlar ve sağlık personeli bu iki katlı binada toplanmıştı ama elde ilaç, alet-edevat olmadığı için pek de verimli olamıyorlardı.
Adada barışı sağlamak için yetkilendirilen İngiliz Alayından yardım istediler önce, biraz olsun ilaç ve ameliyat yapabilecekleri alet edevat sağlamaları veya da verebilmeleri için. Zaten sayıları bir elin parmağını geçmeyen Türk doktorların küçük klinik veya muayenehanelerinde olan ilaçlar daha ilk günden bitmiş, aletler de hastaneye taşınmıştı.
Neyse ki karşı kıyıdaki anamız, ne gerekli ise hemen kendi çocuklarından toparlamış ve bir şekilde hastanemize yetiştirmeyi başarmıştı. Zaten onun gönderdiği ilaçlar ve bir yaralıyı hayata döndürmek için gerekli olan her tür tıbbi alet ve makineler olmasaydı, hastanemizdeki kayıplar çok büyük boyutlarda olacaktı. Yavaş yavaş yoluna girdi hastane anamızın desteği ile.
20 Temmuz 1974 günü analı oğullu omuz omuza verip, komşu çocuklarını anaları ile birlikte buralardan attıktan birkaç yıl sonra anamızın kaldığı evin reisi, Allah’tan dönemin en gözde hastanelerinden birisi olan Hacettepe üniversitesinin ve hastanesinin, tüm binalarını yapan ve çalışır halde teslim eden Tepe İnşaatı görevlendirdi ve parasını verdi de, onlar da gelip bu yeni hastaneyi yaptılar. Tepe inşaat gelmeseydi ve iş bize kalsaydı, yıllar geçerdi ama biz de hala daha Lefkoşa Surlariçindeki hastanede şifa arıyor olurduk oğlum…”
Soluklandı ve konuşmasına ara verdi… (Devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@gmail.com veya ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
4 Mayıs 2015