Aslında bugün KKTC’deki memurlarla ilgili yazı serimin üçüncü bölümünü yayınlayacaktım ama CTP Milletvekili Sayın Doğuş Derya’nın ortaya attığı asılsız iddiaya açıklama getirmemim daha doğru olacağını düşünerek yazılarımın sırasını değiştirdim. Yazımın Üçüncü bölümünü pazartesi günü yayınlayacağım.
1974’de Yunanlı Subayların idaresindeki RMMO’nun (Rum Milli Muhafız Ordusu) gerçekleştirdiği darbe ve bundan 5 gün sonra da Türk ordusunun gerçekleştirdiği Mutlu Barış Harekatı döneminde tecavüzlerin yaşandığı ve sonrasında da Rum tarafında ilk kez kürtaja izin verildiği iddiaları doğru ama bunu kimlerin yaptığı iddiası ise çok yanlış.
Sayın Doğuş Derya’dan bu iddiaları duyunca aklıma seneler evvel bir kadın gazetecinin 21 Aralık 1963 saldırılarından 3 gün sonra 24 Aralık gecesi “Kıbrıs ordusunda teğmen olan (Emekli Binbaşı) Savvas Selis ve Thisoas kod adlı EOKA’cının komutasındaki ekibin” Kıbrıs Türk Alayında görevli Tabip Binbaşı Nihat İlhan’ın Lefkoşa’nın Kumsal bölgesinde evine baskın yaptıkları ve eşi Mürüvvet hanım ile oğulları Hakan, Murat ve Kutsi’yi banyo içinde, Feride nineyi de yandaki tuvalette şehit etmeleri, aynı mekanda o gece bulunan Hasan Yusuf Gudum ile birlikte Ayşe hanım, kucağındaki kızı Işıl ve Növber hanımı da ağır yaralamaları hem Tük, hem de İngiliz kayıtlarında yer almışken bunu Türkler yaptı diye “duyuma dayalı” uydurmaca bir yazı yazması geldi.
Kendini “Bilge kişi sansınlar” diye hayali hikayeleri gerçekmiş gibi anlatan/uyduran birinin oyununa geldiği kesindi bu kadın gazetecimizin. Neyse ki, kayıtlar ve arşivler var bu tür asılsız iddiaların karşısında.
1974 yılında yaşanan Rum kadınları ile ilgili tecavüz olaylarını dile getirmek veya sağlıklı bir şekilde tartışmak veya da analiz edebilmek için öncelikle 1974 yılının Ocak-Temmuz ayları arasında Rumlar arasında varolan ve yaşanmış politik kökenli ve birbirinden nefret etmeye kadar varmış olan kamplaşmayı çok iyi bilmek ve değerlendirmek gerekli.
1974 yılına girildiği vakit Kıbrıs Rum tarafında birbirine diş bileyen Yunan Cuntası’na bağlı subayların başını çektiği EOKA B’ciler ve nefret ettikleri hasımları Makarioscular sağda yer alırken, bu her iki grubun ortaklaşa nefret ettiği AKEL’ciler de solda yer almaktaydı. O günleri yaşayanların da teyit edebileceği gibi o yıl ilkbahara girildiğinde Makarioscular ile Cuntacılar arasındaki çekişme artık patlamak için bir kıvılcım çıkmasını bekler durumuna gelmişti.
15 Temmuz günü Yunan Cuntası’na bağlı subayların başını çektiği RMMO’nun bazı birlikleri ile EOKA B’ciler tarafından gerçekleştirilen darbeden sonra ünlü EOKA’cı ve Akritas Planının baş mimarı olan ve o dönemde Makarios’un sağ kolu konumundaki Tassos Papadopulos’un darbeciler tarafından tutuklanarak Mağusa’daki Karakol bölgesinde yer alan RMMO kampında infaz edilmek üzere hücreye konması, bu sağdaki her iki grubun arasındaki nefret düzeyini açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Derya hanımın yanıltıldığı ince nokta burasıdır. Özellikle darbeci grubun Makarioscu ve AKEL’ci taraftarların erkeklerini kamyonlarla evlerinden toplayıp insafsızca öldürürken, kadınlarına da tecavüz ettikleri, tecavüz olaylarının yoğun bir şekilde Baf’ta ve Lefkoşa’da yaşanmış olduğu ise belli ki hiç anlatılmamış Doğuş Hanıma.
Ben Türk askerinin 20 Temmuz Mutlu Barış Harekatı’nda şöyle birkaç günlüğüne Baf’a kadar gittiğini bugüne değin hiç duymadım. Çaktırmadan gittiyse de helal olsun derim.
Türk ordusu ile yan yana savaşmayan Türk ordusundaki savaş disiplinini bilemez. Ancak hayal gücünü kullanarak hikayeler uydurur aynen Doğuş hanımın yanıltıldığı gibi. Savaş düzeninde ve anında hiçbir Türk askeri birliğini terk edemez, yağmacılık yapamaz, cebine ordunun kendisine verdiği malzemeden başka hiçbir şey koyamaz. Hele de bağlı olduğu birliğinden çaktırmadan kaçıp birkaç kilometre uzaktaki bir Rum yerleşim merkezine/köyüne gidip tecavüz girişiminde hiç bulunamaz, bulunmamıştır.
1974 II. Mutlu Barış Harekatı’nın hemen sonrasında bir Türk Birliğine katılıp rehberlik görevi yaptığım için biliyorum. Devamlı olarak alarm durumunda olan birlikler, birliğin konuşlandığı alanda, çok yoğun bir gözetleme ve nöbet sistemi uygulamaktaydılar savaş durumu halen devam ettiği ve ateşkes imzalanmadığı için. Öylesi bir disiplinli koruma ve savunma düzeni içinden nasıl birileri kaçmayı başarır ve tecavüz girişiminde bulunur pek de anlamış değilim, aklıma da pek yatmıyor. Harekat sonrasında ise Türk askeri konuşlandığı bölgelerde hemen kendi disiplinin çok öne çıktığı düzenini kurdu ve izinsiz dışarı çıkmak olanaksız hale geldi..
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
19 Aralık 2014
Vatandaşlık, İkamet ve Çalışma izinleri ile ilgili yasalar ise demokrasi ve insan hakları açısından tam bir yüz karası. Belli ki bu yasalar hastalıklı beyinler tarafından kalpte taşınan bir nefretle hazırlanmış. Bunun başka bir tarifi olamaz.
KKTC’de doğan ve annesi ile babası KKTC vatandaşı olmayan bir bebeğin doğum kağıdına kırmızı mürekkeple “KKTC Vatandaşı Değildir” mührü vurulmakta ve 18 yaşına kadar bu ülkede yaşamasına rağmen de 18 yaşını doldurunca kapı dışarı edilmekte. Hangi vicdana, hangi mantığa sığar bu insanlık dışı uygulama anlamış değilim. Sadece hastalıklı beyinler üretir 21. Yüzyılda böylesi insanlık dışı kararları.
KKTC vatandaşı, daha doğrusu doğma büyüme Kıbrıslı olan Akademisyen bir arkadaşımın eşi yabancı uyruklu ve 12 yıldır adamızda, önce öğrenci olarak, mezuniyet sonrasında da yasal çalışma izni alarak ikamet etmekte. Çalışma iznini Eylül ayında yenilemiş olmasına rağmen evlilikten dolayı “Daimi ikamet” izni için başvurmak istediğinde kendisinden istenen belgeleri görünce aklı başından gitmiş. “Siz nasıl bu ülkede yaşayanlara karşı bu denli saygısız ve yasaları nefret duyguları ile dolu bir ülke kurmuşsunuz” diye bana haklı olarak sitem etti. Ki tüm bu istenen belgeleri bundan birkaç ay önce beyan etmiş çalışma izni almak için…
Görevli memurun arkadaşımın eşinden istediği belgeler akıllara ziyan gerçekte. Meclisten böylesi bir yasa nasıl geçmiş anlamış değilim.
“Eşlerin birlikte yaşadığına dair muhtar tasdikli belge.”
Bu belge neyin nesi işin doğrusu bende anlayamadım. Niye yabancı bir ülkeden alınmış evlilik belgesini/cüzdanını kabul etmiyor devletim benim. Muhtarın işi gücü yok, bu karı kocanın aynı evde yaşadığını mı takip edecek ve bu konuda yazılı belge verecek. Anlaşılan bürokrasi üretmekte bizim üzerimize başka hiçbir devlet yok.
“Kocanın karısını geçindireceğine dair taahhütname!”
Bir başka yüz karası belge de bu.
Arkadaşlarımın her ikisi de doktoralı ve akademik payeli akademisyen. KKTC Vatandaşı olan kadın, vatandaş olmayanı ise erkek. Kim kime niye taahhüt verecek anlaşılır gibi değil. İşin doğrusu ben de anlayamadım. Vatandaş olan kadından niye vatandaş olmayan kocayı geçindireceğine dair bir taahhüt isteniyor?
“Oturdukları ev kendilerine ait ise koçanı (tapusu), değilse vergi dairesinden tasdikli kira kontratı.”
KKTC vatandaşı olan eş niye evinin koçanını/tapusunu sunmak zorunda bırakılıyor? Saygın birer işi olan bu kişiler ağaç altında mı yatıyor da kontrat isteniyor kendilerinden. Niye Maliye Bakanlığının yapması gereken bir iş, vatandaşa yaptırılıyor. Aynı sorunu öğrencilerim de yaşıyor. Üç, dört öğrenci bir evde kalıyorlar ve ikamet izni için her birinden ayrı ayrı vergi dairesi tasdikli kontrat isteniyor. Maliye Bakanlığı personelinin yapması gereken bir iş adamıza okumaya gelmiş öğrencilere zorla yaptırılıyor maalesef. Kendileri de yan gelip, mesai saatinin dolmasını beklediğinden masa başında ahkam kesiyorlar.
“Muhtardan alınmış ikamet belgesi.”
Zaten işin başından ben ikamet belgesine karşıyım. Sanki de ülkemiz Türkiye, Almanya, İngiltere gibi 80-90 milyonluk bir ülke ve kişilerin nerede oturdukları bilinmiyor. Türkiye günümüzde e-devlete geçmiş durumda. 81 milyon kişinin tek tek dosyası bilgisayara işlenmiş. İsteyen devlet dairesi, vatandaşın kimlik numarası ile arşive girip, istediği bilgiyi anında almakta. Kimlik kartı, istediğiniz ilin nüfus dairesinde 2 dakika içinde yeni içeriği ile kaplanmış vaziyette vatandaşa veriliyor, ikamet belgesi istenmeden. Biz hala 100 yıl geriden gidiyoruz.
Geri kalmışlığımız, vatandaşa olan saygısızlığımız, bürokrasinin hantallığı, memurların iş bilmezliği ve verimsizliği artık vatandaşı isyan ettirecek düzeye geldi. Kamu Reformu ile bunların artık değişmesi lazım…. (Devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
17 Aralık 2014
Ben dünya güzeli bu küçücük ülkemizde bürokrasinin bu denli hantal, yasalarında bu kadar vatandaşı köle addeden bir anlayışla hazırlandığını bilmiyordum.
Yasa Tasarılarını hazırlayan bürokratların vatandaşı her işi yapmak zorunda olan köleler olarak addetmesine ve görmesine ivedilikle son verilmesi gerekmektedir. Hükümet vatandaşa hizmet etmek için kurulmuş, memurlar da vatandaşın işini en kısa zamanda onu yormadan yerine getirmek için işe alınmışlardır.
Memurların, özellikle de işe son dört-beş yıl içinde alınmış memurların ivedilikle “Hizmet içi eğitim”den geçirilmeleri gerekmektedir. İşe yeni alınan memurlar ne yapacakları işi derinlemesine biliyorlar, ne de kitap açıp öğrenmek lütfunda bulunuyorlar. Kadrolandıkları anda “İşten atılamayacakları ve ceza almayacakları güvencesi” ile vatandaşa ve görevlerine karşı neme lazım bir tavır içine giriyorlar ve kendileri iş yapıp yorulmasın diye vatandaştan olmadık taleplerde bulunuyorlar.
Bu ülkeye çok acil “Kamu Reformu” gerekmektedir. KKTC halkı bu denli az çalışan, sorumsuz, meraksız ve tembel kamu görevlilerinin maaşını, emeklilik maaşı yatırımını ve emeklilik ikramiyesi primini her ay ödemek zorunda değildir.
İşini yapmayan, bilmeyen, öğrenmek işin gayret sarf etmeyen, vatandaşa gerektiği gibi hizmet vermeyen kamu görevlisinin işine son verilebilecek bir sistemin gelmesi gerekli artık ülkemizde.
Sendikal hakların arkasına saklanıp, yasaların ve tüzüklerin öngördüğü saat kadar haftalık ders vermeyen öğretmenler yüzünden öğretmen açığı yaşanmakta okullarımızda. Haftalık asgari ders saatini doldurmak için 100 metre ötedeki okula gitmeyi reddeden öğretmen, kendi rahatı için diğer okullardaki öğrencilerin eğitimsiz kalmasına neden olmakta, hiç kimse kılını kıpırdatamamakta, söz konusu öğretmene de her hangi bir yaptırım da uygulanamamaktadır. Öğretmenlerin haklarını koruyan yasalar ve tüzükler yapılırken öğrencilerin ve velilerin de hakları olduğunu hiç kimse düşünmek istememiş. Nedense hep çalışanın hakkı gözetilmiş ama kamu görevlisinden hizmet bekleyen vatandaşın da hakları olabileceği kimsenin aklına gelmemiş.
1990 yılında yürürlükteki yasalara göre Mimari ve Mühendislik planları çizilmiş, ilgili belediyeden inşaat izinleri alınmış ve 1992 yılından beridir KKTC Turizmine hizmet vermekte olan bir tatil köyünün işlemleri nasıl olur da 22 senede hala kayıtlara geçmemiş olabilir anlamış değilim. Tamamen ilgili dairelerin tembelliği ve verimsizliği yüzünden yaşanan bu gecikmeden dolayı kapılarını 1992 yılında hizmete açmış bu tatil köyünden 2012’de kabul edilen yasa ile ÇED Raporu istenmesini de anlamam mümkün değil.
Çevre Dairesi personelinin “Hizmet İçi Eğitim”den geçirilmesinde zaten çok geç kalınmış durumda. ÇED Raporlarını inceleyip karar veren komisyonun üyeleri ne yazık ki ellerindeki raporu birkaç gün evvelden okumadan, gerektiği gibi araştırmadan ve etüt etmeden toplantılara girmekteler ve kararın ertelenmesine, bir sonraki bahara kalmasına neden olmaktalar. Kendi tembelliklerinden dolayı yatırımın gecikmesi umurlarında bile olmamakta.
Eski Eserler Dairesi ise bir başka iş üretmeyen, iş yapmayan ve başvuruların gecikmesine, yapılması düşünülen yatırımın yıllarca beklemesine neden olan birim. Eski Eserler Dairesinde görevli kişilerin tembelliği nedeni ile yaşanan gecikmeden dolayı vatandaşın tazminat talep etmek hakkı da maalesef yok. Anıtlar Yüksek Kuruluna giren bir dosya ancak aylar, bazen de yıllar sonra sonuçlanabiliyor maalesef ve yaşanan bu gecikmeden dolayı kurul üyelerinin ceza alması da söz konusu değil. Ne istediklerini yazılı veya çizili verirler, ne de önerilenleri uygun bulurlar. Aylarca, bazen de yıllarca git-gel’den sonra ancak bir sonuca ulaşılabiliyor. Gerçekte bu sonuca bir-iki hafta içinde de ulaşabilmek mümkün ama bu umursamazlık ve saygısızlık maalesef başvurunun aylarca sonra sonuçlanmasına yol açıyor….(Devam edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
15 Aralık 2014
Bütün yokluklara ve imkansızlıklara rağmen yılmadan uğraşan ve Van 100. Yıl Üniversitesini kurmayı başaran babam Prof. Dr. Hakkı Atun’un kıskandığım bir çok meziyetleri arasında Osmanlıca’yı çok iyi okuyup yazabilmesi de vardı. Zaten bu yeteneğinden dolayı, tıp mensubu olmasına rağmen Yakın Doğu Üniversitesi’nde uzun yıllar Osmanlıca dersi de vermişti.
Araştırmacı karakterim özellikle Kıbrıs konusunda beni bulabildiğim her kitabı okumaya yöneltiyor. Özellikle de Claude Deleval Cobham’ın “Excerpta Cypria”sı ile Theophilus A. H. Mogapgap’ın “Further Excerpts on Cyprus” adlı, Hristiyan hacı adaylarının ve gezginlerinin Avrupa’dan Kıbrıs’a giderken gemilerin yiyecek ve içecek gereksinimlerini karşılamak için Kıbrıs’ta duraklamalarını fırsat bilip adayı dolaşarak gördüklerini yazdıkları notlardan oluşan eserlerini daha 10 sene evvel Türkçeye çevirip “Milat Öncesinden Günümüze Kıbrıs tarihi Üzerine Belgeler” adlı 3 ciltlik bir seri halinde yayınlamıştım, meraklısı bu ortaçağ İngilizcesi ile yazılan eserleri okuyabilsin diye. Sonradan bu kitaplarım başkaları tarafından yapılan çevirilerde temel olarak alındı ve birçok paragrafı kelimelerin yeri değiştirilerek kendileri çevirmiş gibi yayınlandı.
Bulabildiğim ve okuyabildiğim bu kitaplar hep Avrupalı gezginlerin veya da yazarların elinden çıkma olduğu için kendi kültürlerini, kafa yapılarını, inançlarını, korkularını, görgülerini ve yargılarını yansıtmaktaydı. Bugüne değin tek taraflı olarak sadece bu bilgileri alabildim ve ister istemez de etkileri altında kaldım.
Kıbrıs konusunda Osmanlı Devleti tarafından düşünülenleri, izlenimleri, kararları, gerekçeleri, emirnameleri, hikayeleri, yaşanılan olaylar ile ilgili anlatımları, değerlendirmeleri ve yargıları okuyabilme fırsatım hiç olmadı. 20. yüzyılının başında Kıbrıs’ta Osmanlıca yayınlanmış gazetelerin içeriklerini kıymetli hocamız Harid Fedai bey tarafından yapılmış günümüz Türkçesi çevirilerinden okuyabilmek şansım oldu sadece.
Osmanlıca okuyup yazmayı bilmediğim için hiç bir zaman Kıbrıs konusunda yirminci yüzyıldan evvel Osmanlı tebaası kişiler ve hükümet görevlileri tarafından Osmanlıca dilinde yazılmış eserleri okuyamadım. Keşke bilebilseydim, keşke eğitimini alabilmiş olsaydım ve okuyabilip yazabilseydim Osmanlıcayı.
Vakıflar İdaremizin arşivinde ve Milli arşivimizde tarih hazinemiz yatıyor. Bu bilgi ve kayıt hazinesi okunmayı ve gün yüzüne çıkarılmayı bekliyor yıllardır, asırlardır.
Niye Osmanlıca derslerinin eğitim sistemimizde yer almasına tepki gösteriliyor ve korkuluyor gerçekten de anlamış değilim. Tarihimizin son 90 senesi hariç tümü Osmanlıca yazılı ve okuyup, anlayanların sayısı da oldukça az. Hep tarihimizi ve geçmişimizi 2. ağızdan duyduğumuz için kulaktan kulağa aktarılırken değişime uğrayıp hurafeleşiyor, şehir efsanesine dönüşüyor veya batılıların yazdıklarına “doğruymuş gibi” inanmak zorunda kalıyoruz.
İngilizceyi çok iyi bilmek ufkumu ikiye katlamıştı. Sokak Rumcam ve sokak Arapçam bile yeni bilgiler edinmeme hep yardımcı oldu. Osmanlıcayı öğrenmenin ise ufkumu üçe, dörde veya beşe katlayacağından hiç şüphem yok.
Geçmişimiz, kayıp olan bilimler, İslam alimlerinin buluşları ve görüşleri, zaman içinde kaybolmuş ve bugün adına “Alternatif tıp” denilen bilgiler ve zengin kültürümüz Osmanlıca evrakların içinde gömülü duruyor ve gün yüzüne çıkmayı bekliyor. Hep birlikte Osmanlıca öğrenimine kafalarımızı, beyinlerimizi ve duygularımızı açmalı, her yönden zengin olan geçmişimize sırt dönmekten vazgeçip, yepyeni bir dünyanın kapılarını aralamalıyız.
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
12 Aralık 2014
Ülkemizde kurulu olan sistem, maalesef geçmişte ve günümüzde milletvekillerinin çoğunluğunun aktif kamu görevinden siyasete geçmiş kişiler olduğundan, çıkarılmış yasaların önce kendi çıkar ve menfaatlerini korumak amaçlı olmasına yol açmış ve sistem de devletin halka hizmet vermesi yerine halkın memurlara çalışması şekline dönüşmüş. Diğer ülkelerde ve özellikle de Türkiye’de devlet ve memurlar halka hizmet ederken, bizim ülkemizde halkımız memurların emrindedir, memurlar için çalışır ve memurun asli görevini yapmasına da yardımcı olur adeta.
Devlet sistemi, vatandaşı yolmaya, ezmeye ve bıktırmaya, memuru da çalışmadan maaş almaya göre düzenlenmiştir. Devlet dairelerinde inisiyatif kullanarak vatandaşın sorununu çözmek için uğraşan memur sayısı neredeyse yok denecek kadar azdır ve bulmak da hemen hemen imkansızdır.
Osmanlı dönemindeki Maarif Nazırı Emrullah Efendi’nin “Şu mektepler olmasa maarifi ne güzel idare ederdim” sözü KKTC’de sadece Eğitim Bakanlığı için değil, tüm Bakanlıklar için geçerlidir. Memurlar iş yapmak için değil, vatandaşı bıktırmak ve işini yapmamak için görev yapmaktadır adeta.
Nüfusumuzun yaklaşık 280 bin olmasına rağmen halen daha e-devlete geçebilmiş değiliz.
Hiç bir devlet dairesi, bir diğerine internet üzerinden bağlı değildir. Zaten olamazda. Her bakanlık ayrı bir krallıktır bizim ülkemizde. Bir bakanlık diğerinden bilgi istemez çünkü bir züldür başka bir krallıktan bilgi istemek. Bunun yerine vatandaşı gönderir ve falan evrağı veya da görüşü al gel diyerek. Zavallı vatandaşımız da işinin olması için gider gelir devlet dairelerine günlerce, bazen de haftalarca.
Türkiye’de kimlik kartınızı, istediğiniz şehir veya kasabanın nüfus dairesine giderek en fazla 2 dakika içinde basılmış, mühürlenmiş ve kaplanmış olarak alırsınız. Bizde ise önce Lefkoşa’ya İçişleri Bakanlığına gitmeniz gerekmektedir. Dosyanızda eksik evrak varsa önce eksikleri tamamlamak lazımdır. Devlet bunu yapmaz, memur hiç yapmaz. Öncelikle sizden hemen ve derhal “Doğum Kağıdı” istenir. Beş kere pasaport, üç kere kimlik yenilemesi dahi yapmış olsanız size söylenen ilk söz, “Dosyanda doğum kağıdın eksiktir, git getir“dir. Yıllar içinde belki de on kere getirip sunduğunun doğum kağıdınız bir türlü dosyanıza konamaz. Ne olduğunu ve doğum kağıdınızın nerelere gittiğini ise kimseler bilmez.
Doğum belgesini veren birim karşı kapıda bile olsa, memur sizin doğum belgenizi karşı kapıdan istemez, devletin kamuya özel internetinden de almaz. Utanmadan sizi gönderir ve al getir der. Müdür içerdeyse evrakınızın imzalanması şansına sahipsiniz. Yok eğer meçhul bir nedenle yerinde yoksa yandınız demektir. Hangi şehirde ikamet ettiğinize bakılmaksızın, “Bu gün git yarın gel” uygulamasının esiri olursunuz. Çoğu zaman Müdürün lütfedip işe geldiği ve imzaladığı evrakınızı ancak 3 gün içinde alabilirsiniz.
Gereğinden dört misli fazla memur istihdam edilmiştir devlete ama nüfus dairemiz hala daha 280 bin kişinin bilgilerini maalesef devletin merkezi bilgisayarına girememiştir. Türkiye, 80 milyon kişilik nüfusunun tamamını e-devlete geçirebilmiştir ama bizim her konuda ahkam kesen memur ve yöneticilerimiz 280 bin kişilik nüfusumuzu bir türlü e-devlete geçirememiştir. Grev yapmakta, çalışmamakta, kaytarmakta, iş üretmemekte, şikayet etmekte ve başkalarını beğenmemekte ne kadar başarılıysak, iş yapmak ve bir şeyler üretmekte de o denli başarısızız. Ahkam kesmekte ise üstümüze yoktur. Kimseleri beğenmeyiz, dünyanın en arı ırkıyız ama hiçbir işe de yarayamayız.
Çevrecilerimiz çok başarılı bir şekilde protesto gösterisi yapar ama protesto sonrası terk ettikleri alan adata bir çöplüğü andırır. Bizim çevre anlayışımız sadece protesto etmek ve şov yapmakla doğru orantılıdır. Arabamızdan dışarıya çöp atmak, elimizi çıkarıp sigaranın külünü sokağa silkelemek ise doğal hak olarak görülür çoğumuz tarafından.
İşte biz böyle, “sistemsizliği ve tembelliği” başarılı bir şekilde sistem haline getirmiş bir ülkeyiz. Buna da şükür etmek gerekir aslında, çalışıp çabalayıp bir şekilde olsun işe yaramasa da bir sistem kurabildiğimiz için….
Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com
http://www.ataatun.org
Facebook: Ata Atun
10 Aralık 2014