Batı dünyası Kıbrıs’ta, gerçekten “Barış”mı istiyor, yoksa barış, demokrasi, insan hakları ve benzeri kulağa hoş gelen sözlerin arkasına saklanıp, adanın tümünü ele geçirip Doğu Akdeniz’e hakim mi olmak istiyor?
Sorunun cevabı belli esasen…
ABD’nin, süslü püslü “Demokrasi getireceğim” sözleri ile saldırdığı Afganistan, Irak ve Suriye’de nelerin yaşandığını ve ne gibi ticari kazanımlar elde edildiğini herkes biliyor.
Örneğin Afganistan dünya üzerinde en fazla lityum madenine sahip ülke, kalitesi de diğer ülkelerdekine kıyasla çok üstün. Çağımızın olmazsa olmaz aygıtları olan mobil cihaz, dizüstü bilgisayar, tablet, telefon, istasyon kurulumu, GPS sistemleri, insansız hava aracı, hassas güdümlü silah, hipersonik silah, uydular hayalet uçak, elektrikli araba bataryası, güneş paneli, rüzgar enerjisi, bilgisayar çipi ve ev aletlerinin neredeyse tümünde kullanılan pillerin yapımı gibi alanlarda lityum kullanıldığı için, çok stratejik bir maden.
Afganistan’da 1978’den bu yana 43 yıldır tarafları değişerek süren ve yaklaşık 2 milyon kişinin ölümüne neden olan savaşın sonunda ABD 2001 yılında Afganistan’a saldırarak sözümona “Demokrasi” getirdi ve güya savaş bitti. Aradan geçen 21 yıldan sonra Taliban Kabil’i ele geçirerek Afganistan’ın yöneticisi oldu. Taliban’ın elinde Lityum madenlerini çıkarak, işleyecek ve pazarlayacak olanaklar ve teknik eleman olmadığından Afganistan’ın Lityum madenlerini ABD çıkarıyor, ham lityumu kullanılabilir hale getiriyor ve dünyaya satıyor. Aynen Suudi Arabistan’ın petrolünü çıkarıp, rafine edip dünyaya pazarlayan ARAMCO, Arap American Company gibi.
Winston Churchill’in 1936 yılında İngiliz Avam Kamarası’nda İngiltere’nin menfaatlerini müzakere ederken sarf ettiği “Bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir” sözünün günümüzdeki versiyonu “Bir gram lityum, bir gram kandan daha kıymetlidir” düşüncesine uygun olarak El Kaide’nin 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kulelere saldırısından sonra ABD’nin Afganistan’ı işgal etmesi bir tesadüf değil. Tabi, Microsoft’un kurucusu Bill Gates’in işgalden hemen sonra Afganistan’a giderek lityum madenlerinin işletme hakkını alması da…
BM’nin İşi Zor
ABD’nin “Kimyasal Silah üretiliyor” iddiası ile işgal ettiği Irak’taki ve işgal sonrası yatay geçiş yaptığı Suriye’deki durum da pek Afganistan’daki durumdan farklı değil. Irak’ın ve Suriye’nin petrol yataklarının kontrol ve yönetimi ABD’nin eline geçiverdi “demokrasi getireceğim” vaatlerinden sonra.
Şimdi sıra Doğu Akdeniz’deki bakir petrol ve doğalgaz yataklarında. Bu denizaltı zenginliklerinin bir şekilde ABD’nin kontrolü altında girmesi gerekiyor. Kıbrıs adasının, ABD’nin uslu çocuğu -bana göre sömürgesi- olan Avrupa Birliği’nin toprağı olduğu, 1 Mayıs 2004’de Kıbrıslı Rumların sözde devleti, danışıklı bir dövüşten sonra AB’ye üye olarak kabul edilirken yayınlanan “Onuncu Protokol”de yer almakta. Yani direkt olarak AB, endirekt olarak ABD Kıbrıs adasının ve doğal olarak da etrafındaki Münhasır Ekonomik Bölge ile kıta sahanlığının kendi mülkleri olduğunu kayda geçirmişler ve ilan etmişler.
Rumların 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ın her iki tarafından aynı günde oylanan Annan Planına “Hayır – Oxi” demeleri de tesadüf değil. Rumlar aleni olarak Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilan edildiği 16 Ağustos 1960 tarihinden beridir hep Kıbrıs adasının mutlak sahibi olmak hayali ile yaşadılar, bu yolda da Kıbrıslı Türklere silahlı saldırılar düzenlemek, katliamlar yapmak, Türklerin mallarına el koymak, yağmalamak ve yok etmeye ilaveten soykırım uygulamaktan bile çekinmediler. Akıllarındaki çözüm, adanın mutlak hakimi olmak ve Türklere sadece vatandaşlık hakları vermek, yani azınlık statüsü. Eşitlik, ortaklık, birlikte adayı yönetim gibi bir düşünceleri yok.
Şimdi de 2017’de Crans Montna’da terk ettikleri masaya Türkleri oturtmaya ve adaya mutlak hakim olacaklarını düşündükleri “Federasyon” görüşmelerini başlatmak için etrafta fır dönüyorlar, çalmadık kapı bırakmıyorlar.
Şükür ki, KKTC 5. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin boş vaatlere karnı tok. Bu yüzden de Rumlar istedikleri kadar kapı kapı gezerek, adanın hakimi olma planlarını, federasyon adı altında yutturmaya çalışsınlar, “Eşit, egemen, uluslararası tanınmış iki devletli çözüm”den başkası masaya konacak gibi durmuyor.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Litvanya’nın başkenti Vilnius’da gerçekleşen NATO zirvesinin baş oyuncusunun Türkiye olduğu kesin.
Görüldüğü üzere Türkiye, bu güne değin elde ettiği kazanımları rekor seviyede yukarı çekti. “Marshall Yardımı” adı altında yaklaşık 70 sene evvel Türkiye’ye verilen zararları ödetmeye başladı.
Öncelikle Türk Hava Kuvvetlerinin havadan uyarı ve kontrol uçakları ile zirvenin güvenliğini sağlaması kendi başına bir gövde gösterisi ve gurur.
Zirve, NATO’nun gücü ve caydırıcılığı açısından çok önem taşıyordu. Özellikle hemfikir olunan ve dışarı sızdırılmayan ortak karar, Rusya’yı NATO hedefinden caydıracak olanın Türkiye olduğu üzerindeki mutabakat.
İsveç’in gerçekte NATO üyeliğine kabul edilmesi, Türkiye için çok da hayati bir konu değil ancak Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın ve T.C. Dışişleri Bakanlığının bu girişimi çok stratejik ve akılcı bir şekilde kazanıma dönüştürmesi, Türkiye’nin NATO içindeki ağırlığını ve gücünü ortaya koymakta.
Türkiye’nin NATO zirvesinde İsveç’in NATO üyeliğine yeşil ışık yakması, geri adım değil, tam tersine Türkiye’nin taleplerinin yerine getirilmesi için verilen sözlerin iki aşamalı kontrolünün kabulünün göstergesi. Yani Türkiye bu sözlerin tutulup tutulmaması noktasında İsveç’i parmağında oynatacak güce sahip.
Buna ilaveten ABD Başkanı Joe Biden’ın, Yunan, Yahudi ve Ermeni lobilerinin baskısı ile durdurulan F-35’lerin satışı ve F-16’ların modernizasyon kitlerinin sağlanması konusundaki yaklaşımının İsveç’in NATO’ya kabulüne bağlanması inanılmaz başarılı bir pazarlık taktiği. CIA ve FBI’ın bugüne değin ABD’nin Türkiye’ye uyguladığı ambargoların ve kısıtlamaların başını çektiği Yunan kökenli ABD Senato Başkanı Senatör Menendez hakkında soruşturma başlatması, endirekt olarak ABD’nin Türkiye’ye F-35 savaş uçağı ve F-16 modernizasyon kiti satışı ile ilgili.
Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in Türkiye ile dost olma çabaları boşuna değil. Üst akılın kendisine “otur yerine, başımızı derde sokma” uyarısından sonra Yunanistan’daki Türkiye’ye karşı hasmane davranışlarından caymasının nedeni, Batı için Türkiye’nin olmazsa olmaz bir ülke haline geldiğini anlaması.
Türkiye’nin Vilnius’ta verdiği mesaj çok açık ve net. Ve belli ki, bu mesaj Batı dünyası tarafından net bir şekilde algılanmış. Şimdi ne mi olacak? Türkiye bu akılcı stratejisinden sonra ABD, NATO, BM ve AB’den beklentilerinin birçoğunu alacak. Özellikle İsveç’in NATO’ya kabul koşulunda TBMM’nin onayının olması ve Cumhur ittifakının çoğunluğu elinde tutması, mükemmel bir kontrol mekanizması ve güvenlik kilidi.
Bir diğer öngörüm de Kıbrıs’la ilgili. Kıbrıs Türk’ü olarak görüşüm; bu zirvenin artı dalgalarının Kıbrıs’ta “Eşit, egemen, uluslararası tanınmış iki devletli çözüm”e kadar uzanacağı, ABD’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye yaptığı baskıları hafiflettireceği, Orta Doğu’da Türkiye-İsrail ve Türkiye-Mısır yakınlaşmasına da damgasını vuracağı…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
AB Konseyi ile Birliğin yasa yapıcı kurumu olan ve AB bütçesine onay veren Avrupa Parlamentosuna girecek 705 milletvekili 5 yılda bir seçiliyor. 6-9 Haziran 2024 tarihinde yapılacak seçim sonrasında AB Komisyonu (Bakanlar Kurulu) ve AB Konseyi başkanları da değişecek.
Avrupa Birliği’nin Kıbrıs konusunda, Kıbrıs Türkçesi ile “gıcınmaya” yani işi savsaklamaya başlaması, birtakım dengelerin ve kavramların artık değiştiğini gösteriyor.
Öncelikle AB’nin, Yunan’ın ve Rumların baskısı ile Türkiye’ye sözde yaptırım uygulama kararları veya uygulaması BM Genel Sekreterinin Eylül’deki BM Genel Kurulu çerçevesinde yapacağı temaslarındaki gelişmelere göre Ekim ayındaki bir sonraki Avrupa Zirve toplantısına kalmış durumda.
Bunun da ötesinde, AB’nin Avrupa Parlamentosu (AP) seçim sürecine gireceği için 2023 yılı Kasım-Aralık ayları itibarı ile “seçim çalışmalarının ağırlık kazanacağı, siyasi karar alımlarının çok yavaşlayacağı ve bu nedenle de güçlü AB üyesi ülkelerinin Kıbrıs sorunundaki gelişmeleri yoluna koymaya zaman ayıramayacakları” imadan öteye, kesinleşmiş durumda.
Avrupa Birliği üye devletleri içinde, özellikle de Almanya, Belçika, Fransa ve Hollanda’da yaşamlarını sürdüren milyonlarca Türk seçmenin, seçim sonuçlarını etkileyebilecek sayıda olmaları, bu ülkeleri Avrupa Seçimleri kampanya döneminde Türkiye’ye karşı olumsuz karar alma yönünde frenliyor. Dolayısıyla 2023 yılının Kasım ayından başlayıp Haziran 2024’e kadar sürecek Avrupa seçimleri siyasi gündemde ön sıralarda olacağından, AB’yi, Türk seçmenleri ve Türkiye’yi gücendirecek kararlar almaktan men edecek. AB’nin yeni Komisyon’larının (Bakanlıklarının) en erken 2024 yılının sonbaharında kurulabileceği gerçeği nedeni ile Yunanların ve Rumların girişimleri 2024 yılının sonuna kadar havada kalmaya mahkum.
Kıbrıs adasında Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin adanın tek yasal temsilcisi olmadığının farkındalığına ilaveten, AP seçimleri süresince Kıbrıs konusunda Türkiye ve KKTC’nin istemediği hiçbir kararın alınamayacağı ve yaptırımın uygulanamayacağı hayli açık. Bu durumda da BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ı ve Rum lider Nikos Hristodulidis’i bir araya getirme çabaları ve arabulucu atama isteği, Türk tarafının istek ve talepleri yerine getirilmedikçe gerçekleşemeyeceği de kesin. Guterres bunu çok iyi bildiği için bir takım imalarda bulunuyor ve kendisi yerine yardımcılarını konuşturup, “Genel Sekreterin “İyi Niyet Misyonu”nun (Good Offices Mission), toplumlar arasındaki yakınlaşmanın ve temasların ileri götürülmesi, çeşitli düzeylerdeki görüşme ve buluşmaların kolaylaştırılmasını içerdiğini” söyletiyor.
Guterres’in maksadı belli. Kendisini bu göreve atayan Batılı Grubunu memnun etmek ve Rumların son 47 yıldır yokuşa sürdükleri federasyon müzakerelerini tekrardan başlatmak.
Türkiye ve KKTC’nin müzakerelerin tekrardan başlaması için ortaya koydukları koşul “KKTC’nin tanınması” ve müzakerelerin uluslararası tanınmış iki devlet arasında yapılması. Bu dışındaki hiçbir koşul, teklif geçerli değil.
Özetle; Yunanlar ve Rumlar boşuna uğraşıyorlar. Hele hele Rum lider Hristodulidis’in seçildiği günden beri neredeyse müzakerelerin “Federasyon temelinde” başlatılması için ziyaret ettiği, el- ayak öptüğü 30’dan fazla devlet başkanı ve yöneticilerini araya koymaya çalışması beyhude çaba.
Artık herkes, Kıbrıs adasında Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin adanın tek yasal temsilcisi olmadığının farkında ve siyasi gelecek de bu doğrultuda gelişiyor.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği başvurusu karşısında Türkiye’nin kendi iç ve dış güvenliği içeriğinde ortaya koyduğu talepler sonrasında aşırı sağcı Stram Kurs partisi lideri Rasmus Paludan’ın 21 Ocak’ta Türkiye’nin Stockholm Büyükelçiliği önünde Kur’an yakarak gerçekleştirdiği eylem Türkiye ve İsveç arasında gerilime neden olmuştu.
İsveç polisi bu olaydan önce iki kez güvenlik gerekçesiyle aşırı sağcı grupların bu eylemlerini engellese de Rasmus Paludan Kuran-ı Kerim yaktı.
Paludan’ın provakatif eylemi sonrası İsveç polisi bu tür eylemleri yasaklama kararı aldı. Aklında başka bir plan olan ve bu yasaklamadan hoşlanmayan “Üst Akıl”ın girişimleri ile tarafsız olduğunu iddia eden İsveç Temyiz Mahkemesi, Haziran ortasında, İsveç Polisinin öne sürdüğü güvenlik gerekçelerinin planlanan eylemlerle belirgin bir bağlantısı olmadığı yönünde karar vererek yasağı iptal etti ve kaldırdı. İptal kararından sonra ‘Kur’an-ı Kerim yakma’ eylemi ile benzeri İslam karşıtı eylemlerin yapılmasının önü açıldı.
NATO üyeliği için Türkiye’nin vetosuna takılan İsveç’te, İsveç polisi, bu iptal kararından sonra başkent Stockholm’ün merkezindeki bir caminin önünde Kuran yakmayı planlayan bir kişiye izin vermek zorunda kaldı. Bu izni alan, aslen Iraklı İsveç vatandaşı 37 yaşındaki Selwan Momika, daha önce Irak’ın Stockholm Büyükelçiliği önünde Kuran yakmak için yaptığı izin başvuruları polis tarafından reddedilen ancak polisin yasaklama kararını İsveç Temyiz Mahkemesine taşıyarak yasaklamayı kaldırtan ve geçmişte bir çok terör eylemini organize etmiş, bazılarına da fiilen katılmış olan bir terör eylemcisi.
Alınan iznin ardından söz konusu eylemci, Stockholm’ün merkezindeki caminin önünde yaklaşık 200 kişinin önünde Kuran’ı Kerim’i yaktı. Kuran sayfalarını yırtıktan sonra ayakkabılarını silen eylemci, daha sonra kutsal kitabın arasına domuz pastırması koyarak ateşe verdi.
Eylemin Kurban bayramına denk gelen zamanlaması çok ilgi çekici.
Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması, Türkiye’nin F-35 savaş uçaklarını almak için yatırdığı Milyarlarca doların ödenmemesi, elindeki F-16 Savaş uçaklarının modernizasyonu için gerekli kitlerin satışının durdurulması, Türk Lirası ve Türkiye ekonomisi üzerinde oynanmaya çalışılan oyunlar, İsveç’te Ocak ve Haziran aylarında 5 ay arayla 2 kez Kuran-ı Kerim yakma eyleminin yaşanması pekte tesadüf değil.
Özellikle İsveç’te yaşananların perde arkasında tamamen Türkiye’nin NATO üyeliğinin olduğu ve İsveç’in NATO üyelik sürecinin ele alınacağı toplantıya damgasını vuracağı kesin.
Bana göre bu eylemin aslen Iraklı Selwan Momika tarafından düşünüldüğü, tasarlandığı, planlandığı ve eyleme dönüştürüldüğü iddiası çok acemi bir prodüksiyon.
Bundan öteye Üst Akıl’ın Türkiye’nin Batı dünyası ile olan bağlarını ve NATO üyeliğini sorgulamaya başladığı, Türkiye’ye yaptırımlar uygulamak istediği ve ileride Türkiye’yi daha da sıkıntıya sokacak bir takım eylemleri tezgahlayacağı da yavaş yavaş belirginleşmeye başladı. Ne var ki acemi de olsa, profesyonelce de olsa ne yaparlarsa yapsınlar, batı güç kaybederken, Türkiye’nin güç kazanmaya başlaması bu eylemlerin pek de etkili olmadığını/olmayacağını ayan beyan ortaya koyuyor.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Kağıt üstünde “İnsan Hakları Şampiyonluğu” yapan Avrupa Birliği Kıbrıs’a ve Kıbrıs Sorununa tek taraflı, sadece Rumları haklı gören, sadece Rumların çıkarlarını destekleyen gözlükle bakıyor. Varsa yoksa Rumlar ve Rumların menfaatleri.
Bu nasıl bir bakış, nasıl bir değerlendirme ve nasıl bir insan hakları anlayışı, gerçekten anlamak mümkün değil.
Rumlar, 1974 Kıbrıs Barış Harekatının 2. kısmından 3 gün önce ve daha 2. harekatın yapılacağı belli bile olmadan Gazimağusa ilçemizin Atlılar, Muratağa ve Sandallar köyüne tepeden tırnağa silahlı bir birlikle saldırdılar ve 3 aylık bebekten, 95 yaşındaki yaşlı vatandaşlarımıza kadar bebek, çocuk, genç, yetişkin, ihtiyar, kadın, erkek demeden silahsız, korumasız herkesi önce acımasızca kurşuna dizdiler sonra da aralarında yaşayanların olup olmadığına bakmaksızın toplu mezarlara gömdüler. Bu köylerimizi, tarumar ettiler, tüm küçükbaş, büyük baş hayvanları aldılar, evlerdeki, ambarlardaki zahireleri kamyonlara yükleyip götürdüler ve adeta haritan sildiler.
Her ne kadar birileri unutsa da Rumlar, silahsız insanları görünce nedense aslan kesilirler, canice karşılarındaki öldürürler, her türlü kötülüğü yaparlar, evleri soyup soğana çevirirler, ama iş yargıya veya diplomasiye gelince her zaman mağduru oynarlar, 1974 Barış Harekatında olduğu gibi karşılarında kendinden daha güçlüsünü görünce de sıçanlar gibi kaçar, saklanacak delik ararlar. Ki, 1974 Barış Harekatı sonrasında mazluma yatmak için, dünyaya kendilerini mağdur olan taraf olarak göstermek için abilerini araya sokarak bir “Kayıp Şahıslar Komitesi” kurdurdular. Hedefleri Barış Harekatında evvel Yunanistan’da iktidarda olan Albaylar Cuntasının Makarios’u devirmek için yaptıkları darbede katlettikleri binlerce Makarios taraftarları ile komünistleri Barış harekatında “Türklere karşı savaşırken Türkler tarafından öldürüldüler” diye suçu Türklerin üstüne yıkmaktı.
Bu nedenle hayatını kaybeden Rumlarla ilgili yapılan kazıların büyük çoğunluğu KKTC toprakları içinde yapılmak isteniyor. Larnaka’da, Limasol’da, Baf’ta ve Lefkoşa’nın Rum kesiminde kendilerinin katlettiği Rumların gömülü oldukları yerlerde kazılar yapılmadığı için de hala daha bulunamayan ve isimleri kayıp listesinde yer alan Rumlar var. Rum Yönetimi safa yatmaya çalışıyor ama kayıtlar, ifadeler, dönemin Rum gazeteleri ve BM raporları öyle söylemiyor.
Şimdi Kayıp Şahıslar Komitesi’ndeki Kıbrıslı Rum üyeler, Ocak ayında çalışmaların başlaması doğrultusunda ortak mutabakatla kararı alınmış olmasına rağmen yeni seçilen Rum liderden aldıkları talimatla Rumlarca katledilen Türklerin gömülü olduğu Atlılar köyümüzdeki toplu mezarda kazı yapılmasını engelliyorlar.
Gerekçe çok açık. Kayıplar Komitesi DNA analizi yaptıktan sonra kayıpların kimlikleri belirlenince, yapılan katliam söylenti, duyum, faraziye olmaktan çıkacak ve yasal bir statü kazanarak, resmi kayıtlara geçecek.
Katliamı kimlerin yaptığı, hangi üniformayı giydikleri, hangi silahları kullandıkları resmi olarak bilindiği için, yapılan katliamda acımasızca öldürülen kişilerin kimlikleri resmi olarak kayıtlara geçince ortaya bir dizi, “Uluslararası İnsanlık Suçu”, “Tazminat Ödeme”, “Uluslararası Mahkemelerde Yargılanma”, “İtibar Kaybı”, “Uluslararası Kınanma” gibi Rumları yerin dibine sokacak sorunlar çıkacağından Rumlar AB’ye güvenerek bu ve benzeri kazıları önlemek ve yokuşa sürmek için elden geleni yapmakta.
Gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi bir huyu var ve elbet mağduru oynayan Rumların da cani yüzleri ortaya çıkacak.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı