Prof. Dr. Ata Atun
Zenginliğini, sömürgelerindeki insanları en basit insan haklarından yoksun bırakarak, silah zoruyla, tehditle, baskıyla, az üretti diye ellerini keserek ve türlü işkenceler yaparak çalıştırmaya borçlu olan Avrupa’nın kaynakları kesilince ekonomisi SOS vermeye başladı.
18’inci, 19’uncu, 20’nci yüzyılın Avrupası yok artık.
ABD de aynı çıkmaz yolda ilerliyor. Ki bu iki kıta birbirine göbekten bağlı olduğu için ABD’nin zenginliği, askeri gücü ve dünyayı kontrol etme kudreti iki adım geri giderse, ABD’nin sömürgesi Avrupa Birliği 10 adım geri gidiyor.
Takkesinin çoktan düştüğü Amerika, İkinci Dünya Savaşından galiplerin galibi olarak çıktıktan sonra 1947 yılında, askeri gücü ve elindeki atom bombası ile bütün dünya ülkelerine zorla kabul ettirdiği “Bretton Wood Anlaşması”, (ABD Doları’nın dünya ticaretinin yapılacağı aracı para olarak kullanılması, devletlerarası tüm finansal işlemlerin ABD Doları ile yapılması) dayatmasında uzatmaları oynuyor. Şimdiye kadar buna yeltenen ülkelerin başına çeşitli bahanelerle çoraplar örülürken, şimdi çoğu ülkeler, ticaretlerini ve finans işlemlerini Bretton Wood Anlaşması’nı dikkate almadan yapmaya başladığında ABD Doları çok kısa bir zaman dilimi içinde “Çöp” olacak, ABD ekonomik ve finansal olarak çökecek.
Birileri çıkıp “ne sömürgesi, sömürge mi kaldı” demesin zira karşılıksız basılan ABD Doları vasıtası ile yapılan ticaret de bir sömürü. Örneğin Türkiye, petrol ve doğalgaz üretici devletlerden petrol ve doğalgaz satın alırken bedelini, terleyerek, binbir emekle ürettiği malının ihracından elde ettiği ABD Dolarlarıyla öderken, ABD, aynı miktardaki petrol ve doğalgazı, FED Bankasının karşılıksız bastığı ve maliyeti sadece kağıt parası ve yeşil boya olan ABD Doları ile ödemekte. Çalışmadan, terlemeden ve üretmeden…
Artık bu finansal sömürü düzeninin sonu geldi. Birçok ülke kendi aralarında, yerel paraları ile ticaret ve finansal işlem yapma yoluna gitmeye başladılar. Dünya ticaretinin ve finansal işlemlerinin neredeyse yüzde 30’u ABD Doları kullanılmadan yapılıyor artık.
Öte yandan; Nijer’de darbe yapılması ve Batı Dünyası’nın kuklası Cumhurbaşkanı Muhammed Bazum’un görevden alınması, yeni bir krizin habercisi.
Bu kriz uzun vadede ABD’yi ve AB’yi daha da yıpratacak, zora sokacak içerikte.
Nijerya’nın başkenti Abuja’da Nijer’deki darbe gündemiyle düzenlenen -Batı Dünyası’nın kuklaları olan ülkelerin oluşturduğu- ECOWAS (Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu) Zirvesinde alınan “Nijer’de ‘anayasal düzenin tesisi için’ üye ülkelerin savunma bakanlarına, ihtiyat kuvvetlerini hazır hale getirme ve konuşlandırma talimatının verilmesi” kararı karşısında Rusya’nın, ECOWAS’ın Nijer’e, askeri müdahale yapmasının “uzun süreli bir çatışmaya” yol açacağı uyarısında bulunması, direkt olarak Afrika’da yaşanacak kaosun, endirekt olarak da Avrupa’da yaşanacak ekonomik çöküntünün habercisi.
Bilindiği üzere Fransa ve ABD’nin Nijer’de askeri üsleri bulunuyor. Gerekçe sorarsanız “bölgedeki selefi gruplara karşı operasyonlar düzenleme amaçlı” diyorlar ama gerçek öyle değil. Doğrusu, Fransa’nın neredeyse yüzde 60 elektriğini sağlayan Nükleer Santrallerin yakıtı olan “Uranyum”un beleş olarak Nijer’den elde edilmesi. Askeri üsler de buna karşı çıkacak olanların başını ezmek için.
(Uranyum, enerji başta olmak üzere birçok stratejik ürünün üretimde kullanılan değerli bir madde. 1 cm boyunda ve 0.76 cm çapında silindirik şekilde olan 20 gramlık Uranyum yakıt peleti, bir ton kömür, 149 galon petrol veya 17.000 fit küp doğal gaz kadar enerji üretiyor. Yani Fransa, sömürgesi Nijer’den 5 kuruş ödemeden elektrik enerjisinin yüzde 60’ını sağlıyor. )
Özetle, ABD ve AB’nin ECOWAS’ı toplaması ve Afrikalıları birbirine kırdırarak, menfaat sağlama planlarının nedeni tamamen sömürüye dayalı refahın sürdürülmesi. Ancak Afrika uyandı ve bunu uzun zamandır gören dünya devletleri de Afrika’nın bu uyanışına destek verecek görünüyor.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Arslanlarla Mağusa’da kucaklaştığımız gün, Mehmetçiğin bizleri soykırımdan, esaretten ve ezgiden kurtardığı gün, bugün.
Kıbrıs Barış Harekât’nın İkinci Aşamasının 49’uncu Yıl Dönümü kalben kutlar,
Anavatanıma, Mehmetçiğe, Mücahidime ve ordumuza şükranlarımı sunarım.
Kahraman Mehmetçiklerimiz, 14 Ağustos 1974 sabahı başlayan 2. Barış Harekatında, önlerine çıkan Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) ile onlara Yunanistan’dan takviye gönderilen Komando Birliklerini adeta silindir gibi ezmiş, 15 Ağustos akşam üstü Mağusa’mıza ulaşmışlardı.
1963-1974 yılları arasında Kıbrıs Cumhuriyeti Rumlar tarafından işgal edilmiş olduğu için, yasal prosedürle RMMO’nun gereksinim duyduğu tüm silahlar, tank, kariyer, kamyon, top, tüfek, roket atar ve gerekli olan her tür cephane, bol miktarda yasal yollardan Kıbrıs’a gelmekteydi. Sayıca bizlerin dört katı olan Rumlar da, Kıbrıslı Türkleri adadan atmak ve yok etmek için, korumasız Türk köylerine saldırırlarken, kendilerini “aslanlar” zannediyorlardı. İşte bu çakma aslanların Mehmetçik’in karşısında sıçanlar gibi kaçacak delik aradıklarını 2.ci Barış harekatında gözlerimle görmenin mutluluğunu yaşadım.
Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis, seçim zaferinden sonra ilk yurt dışı ziyaretini geçen hafta Kıbrıs Rum Kesimi’ne yaptı.
Yaptığı konuşmalarda, açıklamalarda ve beyanatlarda Türkiye ile ilişkilerin iyi gittiğini ancak saf olmadıklarını iddia etti. Devamla da “Türkiye-AB ilişkileri arasındaki gelişmenin Kıbrıs konusunu ve Türk-Yunan ilişkilerini kapsaması gerekmektedir. Kıbrıs’ta iki devletli çözüm olmaz, olamaz. En büyük hedefimiz Türk askerinin bölgeden çıkması. Kıbrıs’ta tek çözüm federasyondur.” İçeriğinde boyundan büyük sözler, geçmiş yıllarda kendilerinin yaptıklarını inkar eden sözler söyledi.
“Türk askeri bölgeden çıksın” demesine demişte, 1 Ocak 1964 günü Yunanistan Başbakanı Andreas Papandreu’nun durup dururken niye o dönemde Yunanistan’dan ayrı ve bağımsız bir devlet olan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ne tepeden tırnağa silahlı 20 bin kişilik Yunan Komando Tümenini gönderdiğine hiç değinmemiş Miço bey. Bu tepeden tırnağa silahlı 20 bin kişilik Yunan Komando Tümeninin görevinin, 21 Aralık 1963 sabahı Makarios hükümetinin, Kıbrıs adasını Türklerden temizlemek için başlattığı katliamlara ve soykırıma destek vermek olduğunu çok iyi biliyor oysa ki.
Sanki de unuttuk ya da unutturdular…
Utanmadan bir de mazlum rolü oynuyorlar.
Rumlar, 15 Kasım 1967 tarihinde, bahsettiğim Yunan Komando Tümeninden aldıkları silahlı destekle Kıbrıs’ta Türk yerleşim yerleri olan Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırıp katliam yapınca, mücahitlerimizi yorgana sarıp, üzerlerine mazot döküp canlı canlı yakarak canice şehit edince, öfkeden deliye dönen Başbakan Süleyman Demirel Yunanistan’a neredeyse “Savaş İlanı” içeren çok ağır bir ültimatom göndermiş, Yunanistan da güya Komando Tümenini geri çekmişti. Bir kapıdan çıkan, diğer kapıdan içeri geri dönen Yunan Komando Tümeni hala Kıbrıs Rum kesiminde konuşlanmış durumda. Rum Milli Muhafız Ordusu’nun neredeyse yüzde 75 Astsubay ve subayları, Yunanistan’dan gönderilen askerlerden oluşmakta.
Ben bugüne değin, Yunanlı siyasilerden ve de Rum liderlerden adada son 59 yıldır Yunan askeri olduğunu ima veya ifade eden herhangi bir söz duymadım. Varsa yoksa, sadece Türkiye’yi eleştiren yalan yanlış sözler. Yaptıkları tam bir Bizans retoriği.
Lafı gelmişken söyleyeyim; Yunanlar kendilerini Bizanslıların torunları olarak satarlar ama Bizans İmparatorluğunun içinde azınlık statüsünde yaşadıklarını ve buna ilaveten 5. ve 10. Yüzyıl arasında Bizans yöneticilerinin kendilerine soykırım uyguladığını saklarlar.
Konumuza dönecek olursak; Çiçeği burnunda Rum Lider Nikos Hristodulidis de hiç geri kalmadı, Miçotakis’e verdiği destek yanıtları, yaptığı açıklamalarla işin içine AB’yi, BM’yi ve endirekt olarak da ABD’yi çekmeye çalıştıklarını gösterdi. Hristodulidis “…önümüzdeki dönem, özellikle de BM Genel Kurulu ve Ekim ayındaki Avrupa Konseyi, çabalarımızın geliştirilmesi açısından çok önemli dönüm noktalarıdır. Bugün Avrupa faktörünü, Avrupa Kurumlarını ve güçlü AB devletlerini çok daha fazla harekete geçiriyoruz…” sözleriyle, hedeflerini açıklıyor. Güya arkalarına AB, BM ve ABD’yi alıp Türkiye’yi ve Kıbrıslı Türkleri adadan atıp, 15 Temmuz 1974 tarihinde yapmaya çalıştıkları gibi Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlayacaklar ve Yunan toprağı yapacaklar!
Tabi bunun bir hayal olduğunu hatırlatmamıza gerek yok zira AB içinde önem ve saygınlık sırasında göre üye devletlerin bir sınıflandırılması yapılsa, Rumlar en sonuncu, Yunanlar da sondan bir evvel yer alır. (Zaten bunu tüm üye devletlerin siyasileri de zaman zaman üstü kapaklı dile getiriyorlar.) Kendilerinin tek tek veya da hep birlikte Türkiye’ye karşı gelmeleri veya da Türkiye’yi Kıbrıs’tan söküp atma ülküleri sadece kendi halklarına yutturmaya çalıştıkları pembe bir hayal. 1963-1974 arasında, Yunanistan’dan gönderilen tepeden tırnağa silahlı 20 bin kişilik Yunan Komando Tümeninin desteğine karşılık elimizdeki av tüfekleri ile bizleri bile pes ettiremeyenler, bugünkü koşullarda Mehmetçiğin kılına bile dokunmaya cesaret edemezler. Nokta!
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Türkiye Cumhuriyeti, 11 yıl evvel formülünü değiştirip fırına verdiği “Dış Politikası”sının ve “Sanayi Güçlendirme Strateji”sinin meyvelerini hızlı bir şekilde almaya başladı. Sanayi ve üretimi güçlendikçe de dış politikasındaki güçlenme aynı paralelde devam etti.
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Vilnius’ta gerçekleştirilen NATO toplantısında İsveç’in üyeliği ile ilgili açıklaması ve taleplerinin ABD-Türkiye ilişkilerine yeni bir yön vermesi, AB-Türkiye müzakerelerinin tekrardan başlamasını tetikledi. Buna ilaveten 24 Temmuz tarihinde Kıbrıs müzakerelerinin başlaması ile ilgili yaptığı açıklama, geçmişe kıyasla Türkiye’nin çok farklı bir dış politika stratejisi uyguladığını ortaya koydu. Dik, kendine güvenen, gücünden emin, verdiği taviz değerinde, daha fazla taviz almaya yönelik ve edilgenlikten uzak “baskın” bir strateji uyguluyor artık Türkiye. Hiç korkmadan ve çekinmeden…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 24 Temmuz tarihinde Kıbrıs müzakerelerinin başlaması ile ilgili yaptığı açıklamasının özünü teşkil eden “Kıbrıs Adası’nın kalıcı ve adil bir barışa kavuşması için elimizi taşın altına koymaktan çekinmeyiz. Bu konudaki samimiyetimizi Annan Planı dahil, şimdiye kadarki tüm süreçlerde gösterdik, gerekirse yine gösteririz. Ancak, bunun için karşımızdakilerin de dayatmalarda ısrar etmek yerine sahadaki durumu kabullenmesi gerektiği açıktır.” sözlerini çok iyi anlamak ve değerlendirmek gerekiyor.
Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bizim şartlarımızı kabul ederseniz, eşit ve egemen, uluslararası tanınmış iki devletli çözümü kabul ederseniz, Annan Planında gösterdiğimiz samimiyetin benzerini bu yeni süreçte de gösterir, hakça bir çözüm için masaya otururuz” diyor aslında. Tabi bunu anlamak için art niyetli olmamak ve Kıbrıs sorununun çözüm tarihçesini çok iyi bilmek gerek. Aksi olunca, birçok siyasinin yaptığı gibi akıl yolu yerine duygularına kapılıp farklı bir yola girmeleri ve sonucunda da “yanlış anlama ve değerlendirme” çukuruna düşmeleri mümkün. Ki bilindiği üzere dış politika, duyguların değil akılcı yolun kazandığı bir strateji harekatı.
Türkiye’nin, İsveç’in NATO’ya katılımı ile ilgili masaya koyduğu bir dizi koşul sonrasında ABD’nin baskısı ile Avrupa Birliği’nin, Türkiye’nin AB’ye katılımı ile ilgili müzakerelerinin tekrardan başlaması ve uyum sürecinin gözden geçirilmesi konusunda yaptığı açıklamalar, Türkiye’nin yeni dış politikasının ne denli yaptırım gücü içerdiğinin en güzel örneği. Türkiye, İsveç’in NATO’ya katılımı sürecini, sadece kendinin tasarladığı anahtarlarla, kilitli iki kapının açılmasına bağladı dahiyane bir strateji ile. Kilitli olan ikinci kapı TBMM.
Bu kapıyı açmanın koşulları içinde; ABD’nin F-16’ların yeni yazılımlarının Türkiye’ye verilmesi ve F-35 programından Türkiye’nin çıkarılması kararının gözden geçirilmesi var, AB’nin, Türkiye-AB Katılım müzakerelerini başlatması ve Gümrük Birliği ile Vize muafiyetini gözden geçirmesi var, Kıbrıs Müzakerelerinin başlaması için eşit ve egemen, uluslararası tanınmış iki devletli çözüm mantığının kabul edilmesi var.
Dolayısıyla top Türkiye’nin elinden çıkmış, ABD, NATO ve AB’nin kucağına düşmüş durumda.
Son günlerde okuduklarıma göre Batı dünyasındaki genel kanı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Türkiye-AB Müzakerelerinin başlayabilmesi, Kıbrıs Müzakerelerinin önünün açılabilmesi ve İsveç’in NATO’ya katılımına Türkiye’nin “ONAY” verebilmesi için AB’yi ve endirekt olarak ABD’yi fena halde köşeye sıkıştırdığı şeklinde.
Bunları ben söylemiyorum. ABD’nin ve AB’nin önde gelen düşünce kuruluşlarının siyasi strateji yazarları söylüyor ve yazıyor.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Dekan, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
1 Ağustos Toplumsal Direniş Bayramımız, 1571 Kıbrıs’ın Fethi, 1958 Kıbrıs Türkü’nün bağrından doğan direniş örgütü Türk Mukavemet Teşkilatının ve 1976 Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’nın kuruluşu kutlu olsun. Güvenlik Kuvvetlerimiz ve Türk Ordusu her zaman yanımızda ve kalbimizde olacak…