Rum lider Anastasiadis bazen kendini tutamamakta ve maskesini aşağıya indirmekte. Hele de gaza geldiği zaman ve eski EOKA’cılara hitap ederken veya da bir büstün açılışında konuşma yaparken…
Gerçek yüzü ve aklındakiler tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıyor o vakit.
Niye seçildiği Şubat 2013’den beridir liderlerin yaptıkları müzakerelerde bir arpa boyu ileri gidilmediği çok iyi belli oluyor.
Annan Planı’nın tartışıldığı dönemde, “Zayıf Merkezi bir Hükümet olsun. Biz Türklerin maaş yükünü sırtımızda taşımak istemiyoruz. Merkez Bankası, Eski Eserler Dairesi ve Dış İşleri Bakanlıklar Federal Hükümete bağlı olsun, doğal felaketler ile ortak mücadele edelim, diğer her şey ayrı olsun” derken kendisini samimi konuşuyor sanmıştım o vakit.
Ama belli ki samimi değilmiş ve her Rum lider gibi ikiyüzlülük yapıyormuş. Nedense Rumların büyük çoğunluğu da hep ikiyüzlü. Kıbrıs sorununun çözümü konusunda. Yalanın ve takiyyenin bini bir para.
Anastasiadis’in geçen gün Amyanto (Amiantos) köyünde, EOKA’un ünlü komutanlarından Evagoras Papahristoforos’u anma töreninde söylediği sözler dinlemeğe ve değerlendirmeğe değer gerçekten.
EOKA’yı canlı tutmak istiyormuş Anastasiadis.
Kime karşı canlı tutmak istediğini anlayabilmek için dahi veya siyaset bilimci olmaya gerek yok. Kıbrıslı Türklere karşı canlı tutmak istiyor ve amacı da Kıbrıs adasını Türklerden temizlemek. İster Kıbrıslı Türk olsun, ister Türk askeri olsun, isterse de adına “Yerleşik” dedikleri “Anavatanımızdan gelerek bu adayı vatan yapan kardeşlerimiz” olsun.
Anastasiadis, sadece Rumların vatanı olduğunu iddia ettiği Kıbrıs adasını Türklerin işgalinden kurtaracakmış! 1571’de gelen Türklerle, 1974’den sonra gelenleri toptan adadan atacakmış ve ancak o vakit ada işgalden kurtulacakmış! Şu anda cehenneme dönüşmüş bu ada o vakit cennete dönüşecekmiş!
1963-1974 yılları arasında biz Kıbrıslı Türklere uyguladıkları soykırım ve bizlere yaşattıkları sanki de cehennem değilmiş gibi, bugünleri cehennem olarak tanımlıyor Rum lider Anastasiadis. Bugüne değin bir tek özür bile dilemediler, hunharca öldürdükleri Türkler için, yağmaladıkları, yaktıkları köyler için, acımasızca el koydukları Türklere ait taşınır ve taşınmaz mallar için. Böyledir bizim Rum adadaşlarımız. Bize çuvaldızı batırırlar ve görmezden gelirler, kendilerine iğne battımı da yaygarayı basarlar.
Anlayamadığım konu, Rumlarla niye hala daha görüşmeleri sürdürdüğümüzdür.
Türklerle ortak bir devlet kurmak istemiyorlar, Türkleri ortak olarak kabul etmiyorlar ve kurulacak devletin yönetiminde de Türkleri görmek istemiyorlar. En önemlisi, adada bir tek Türk bile yaşasın istemiyorlar.
Özetle, Rumların ileri gelen siyasetçileri her ortamda ateşli konuşmalar yapıp adayı Türklerden temizleyeceklerini söylemelerine karşın, yüz yüze konuştuğumuzda da son derece pişkince Türkleri sevdiklerini ve birlikte yaşayabileceklerini söyleyebiliyorlar.
Allah yazdıysa, beni duyup bozsun…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
8 Temmuz 2014
Kıbrıs’a kalıcı bir barış getirmek için görüşmeler yapan KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile Rum lider Anastasiadis’in 4 Temmuz’da yaptıkları görüşmenin ağırlık noktalarından birisi olan Güven Arttırıcı önlemlerin içinde, Rumların yeni sınır kapılarının açılması talebi dikkat çekici bir konu.
Rumların önerisi içinde Lefkoşa’da Baf Kapısı yanında, Mağusa’da Derinya yolunda ve Gaziler-Kiracıköy (Piroi-Athienu) köyleri arasında yeni kapıların açılması var.
Rumların bu talebi gerçekte art niyet taşımakta.
Bu art niyeti, Avrupa Komisyonu’nun 16 Mayıs 2014 tarihinde yayınladığı, sınır geçişleri ve Kuzey Kıbrıs’tan Güney Kıbrıs’a ticareti düzenleyen Yeşil Hat Tüzüğü 2013 raporunda, Anastasiadis’in mobil iletişim konusunda sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kodu olan 00357 rakamının benimsenmesi talebinde bulunmasında ve Yeşil Hat Tüzüğüne rağmen, Kıbrıslı Türklere ait ticari araçların Rum tarafına geçişlerinde Rum Yönetiminin yarattığı engellerde açık olarak görmek mümkün.
Anastasiadis cep telefonları karşılıklı her iki tarafta da kullanılsın ama çevirme kodu 357 ile başlasın demekte. Belli ki engel teknik değil, Anastasiadis’in bizzat kendisi. Rumların tüm niyeti, sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenlik ve yönetimini KKTC topraklarına yaymak. Başka hiç bir hedefleri yok, Kıbrıslı Türklerle ortak bir yönetim kurmak istekleri yok, barış istekleri ise hiç yok.
Raporu okumak lazım, Rumların niyetini ve düşüncesini daha iyi anlamak için…
Avrupa Komisyonu’nun raporunun daha ilk satırında, Yeşil Hat Tüzüğü çerçevesinde Kuzey Kıbrıs’tan Güney Kıbrıs’a yapılan ticaret hacmindeki düşüşten dolayı endişe duyduğu yer almakta. Raporun bir başka paragrafında da, iki toplumun ekonomi alanında dayanışmayı artırdığı yönünde bir kanıta rastlanmadığı bulunuyor.
Söz konusu raporda, ticaret rakamlarının bir önceki yıla oranla yüzde 15,5 oranında düşüş yaşandığı, Kıbrıslı Türklerin, ürünlerinin Rum dükkânlarının raflarında kabul görmediği ve Kıbrıs Türk ürünü satın alma konusunda Kıbrıslı Rumlar arasındaki genel isteksizlik olduğuna yer verilmiş.
Özetle Kıbrıs Türk tarafı ile Kıbrıs Rum tarafı arasında ne ticarette bir gelişme var, ne de ekonomi alanında bir dayanışmada. Bunun tam tersine Rum tarafı, Kıbrıslı Türklerin dünya ile olan bağını ve iletişimini koparmak için elden geleni yapmakta, diplomatik, siyasi, kültürel, sportif ve akademik her olanağını da kalleşçe kullanmaktan hiç çekinmemekte.
Çok değil daha birkaç gün evvel KKTC Dışişleri Bakanı’nın Kıbrıs Rum tarafında bulunan yabancı Elçilerle görüşmesine ve Büyükelçilerin, Bakanın yemek davetini kabul ederek icabet etmelerine karşı çıkmış, Büyükelçilere bu konuda nota gönderecek kadar da çirkinleşmişti Anastasiadis başkanlığındaki Rum Yönetimi.
Yazık ki, hem bizler hem de BM ve AB, bu kafa ve niyetteki Rumlardan saf saf bizimle ortak devlet kurmalarını 50 yıldır büyük bir sabırla beklemişiz ve hala da beklemekteyiz.
Polis Genel Müdürlüğümüzün 2012-2013 yılları itibarıyla kara giriş kapılarından yapılan giriş-çıkış kayıtları raporuna göre de, KKTC yurttaşlarının 2013 yılında 2012’ye göre kara giriş kapılarından Güney Kıbrıs’a yaptıkları çıkış işlemlerinde 85 bin 233 daha az işlem yapıldığı, “diğer ülke yurttaşları”nın da 2013 yılında 2012’ye göre kara giriş kapılarından KKTC’ye yaptıkları giriş işlemlerinde ise 139 bin 606 daha az işlem yapıldığı yer almakta.
KKTC toprağı olan Erenköy’e, Yeşilırmak-Pirgo Sınır Kapısı’ndan karadan gidişlerde, Erenköy’e geçiş için salı, cuma ve cumartesi olmak üzere haftada 3 gün kararlaştırılmasına rağmen Rum tarafı geçişler için hafta içi günlerde izin vermeyerek sorun çıkarmakta. Yeşilırmak kapısının açılması sadece Pirgoluların Lefkoşa’ya gelişlerinin 3.5 saatten 1.5 saate inmesini sağladı, o kadar. Türklere hiç bir faydası yok maalesef. Burada Rumların oyununa geldiğimiz kesin.
AB Komisyonunun Raporu ve yaşananlar artık daha fazla sınır kapısının açılmasına gerek olmadığını göstermekte.
Rumların uzun vadeli niyeti ve hedefi, sınır kapılarının sayılarını iyice arttırdıktan sonra başta Lefkoşa olmak üzere bazı kapılarda karşılıklı giriş-çıkış muhaceret işlemlerin kaldırılmasını talep etmek olacak, ilk başta hayal ettikleri gibi ellerini kollarını sallayarak KKTC’ye geçip, hükümranlıklarını bu tarafa da yayabilmek için.
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
7 Temmuz 2014
Genelde iç siyaset ilgi alanım değildir. Alt yapım iç siyaseti takip edip partisel ve kişisel bazda değerlendirmeğe pek yeterli değil.
Dış siyaset, bölgesel gelişmeler, çatışmalar, işgaller, saldırılar ve bunların olası politik sonuçları beni daha çok ilgilendirmekte ve uzmanlık alanımı oluşturmama yardımcı olmaktadır.
Kıbrıs’ın yakın tarihini, yaşanan olaylara ilaveten olayın kahramanı kişilerin isimleri ile bilmekteyim neredeyse. 2 bin yıllık tarihini ise çok iyi biliyorum.
Bu bilgiler bana çok şeyler öğretirken, siyasi vizyon da kazandırdı. Bazı olayların nasıl gelişebileceğini daha başından görmeye başlamak gibi bir yeteneğin sahibi oldum yıllar içinde.
29 Haziran Pazar günü KKTC’de yapılan Yerel Seçimlerin ve Anayasa oylamasının sonuçları incelemeye ve politik açıdan analiz etmeye değer bir gelişme gerçekte. Sanki de en medeni ve insancıl şekilde, demokratik yollardan bir “Kıbrıs Türk Baharı” yaşandı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı döneminde başlayan partili siyasi hayatını ve KKTC’nin 1970’lerde Maviler-Yeşiller gruplaşması ile başlayan çok partili siyasi hayatını incelediğimde görüyorum ki büyük siyasi partiler veya da belli bir süre iktidarda kalmış siyasi partiler doğurgan bir yapıya sahip oluyorlar. Söz konusu siyasi partiyi oluşturan fikir grupları bir müddet sonra cepheleşmeye gidiyorlar ve bir grup partiden kopup yeni bir siyasi güç olarak politik arenaya atılıyor.
Türkiye’de ve KKTC’de bunun çok örnekleri var.
Celal Bayar ve Adnan Menderes liderliğinde CHP’den kopan bir grubun Demokrat Partiyi kurması ve Türkiye’yi 10 sene yönetmesi.
27 Mayıs İhtilaline rağmen DP’nin küllerinden doğan Adalet Parti’sinin tekrar iktidar olması ve içinden, MSP, DYP, ANAP gibi partileri doğurması.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında hayata geçen CHP’nin zaman içinde GP, DSP, SDP ve SODEP gibi partileri doğurması,
KKTC’de UBP’nin, Demokrat Parti (DP), Milliyetçi Adalet Partisi (MAP) ve hayatları çok kısa olan Adalet ve Barış Partisi (ABP) gibi partileri doğurması örneklerden bazıları. Bunların yanında diğerleri de var, TKP’den ve CTP’den kopan veya atılan siyasilerin zaman içinde YKP ve BKP’yi kurmaları veya onlara can katmaları gibi.
29 Haziran Yerel Seçimleri ve Anayasa oylaması sonrasında Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) içinde yaşananlar sanki de siyasi doğum öncesindeki sancılara benziyor. CTP’nin genç ve deneyimsiz yöneticilerinin, partiyi kurup, en sıkıntılı günlerde partiye sahip çıkıp ölümüne mücadele veren ve lakapları “Bıyıklılar” olan ekibi tasfiye etmeye çalışması, sonucu hoş olmayacak bir girişim gibi gözüküyor.
Bunun tam tersi olsaydı ve ipler “Bıyıklılar”ın elinde olsaydı, Bıyıksızları ihraç ederler miydi? Bana göre, geçmişteki deneyimleri kendilerine mani olurdu ve sorunu “Yen İçinde” çözmeği tercih ederlerdi. Büyük bir olasılıkla CTP MYK’sı konuyu uzatarak soğutacak ve herhangi bir parçalanmayı önlemeye çalışacak.
Bu aşamada deneyimin konuşacağı kesin…..
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
4 Temmuz 2014
Bizler birkaç haftadır Yerel Seçimler ve Anayasa Değişikliği ile ilgilenirken, dünya üzerinde sonuçları bizi de etkileyecek değişimler yaşanıyor.
Avrupa Birliğinde, Mayıs ayında yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri ile siyasi yöneticiler baştan aşağıya değişti. AB Komiseri, yani AB Başbakanı seçilmesine kesin gözle bakılan Lüksemburg eski Başbakanı Jean-ClaudeJuncker, Kıbrıs Rum tarafına açık destek veren bir siyasi.
Rumların müzakerelerdeki eli, Juncker’in seçilmesinden sonra daha da kuvvetlenmiş gözüküyor şimdilik. Geçmiş yıllarda Başbakan Erdoğan’a büyük destek veren Juncker, Türkiye’de bazı yasaklamaların gündeme gelmesi ile görüşünü değiştirmiş ve Başbakan Erdoğan’a ve dolayısıyla Türkiye’ye desteğini çekmiş gözüküyor.
Tabii politikada herşey çıkar meselesi. Yarın Juncker’in bu hasmane düşüncesini değiştirmeyeceğini kimse söyleyemez. Tam tersi bir şekilde, günümüz politika kavramı içinde Türkiye ile kol kola yola devam etme olasılığı yüzde elli. Juncker’in Türkiye’ye olan tutumu, direkt olarak bize karşı olan bakışını da belirginleştiriyor. Türkiye ile arası iyi ise bize olan bakışı da iyi, kötü ise bize olan bakışı da kötü olacak.
Avrupa Birliğinde bunlar yaşanırken, AB’nin Asya’daki benzeri oluşumu olan Şanghay İşbirliği Örgütü’nde de (İngilizce: ShanghaiCooperationOrganization) bir takım yeni ve küresel ekonomiyi kökünden sarsacak gelişmeler yaşanmakta.
Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın 1996’da yılında oluşturdukları Şanghay Beşlisi Örgütü’ne 2001 yılında Özbekistan’ın katılması sayıları altıya çıktı ve bir müddet sonra da adını Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dönüştürdü. Haziran 2001’de üye devletler Saint Petersburg Zirvesinde örgütün amaç, prensip, yapı ve işleyişini belirleyen ŞİÖ Beyannamesini imzaladılar. Aralarında güvenlikte işbirliği, ekonomik işbirliği ve kültürel işbirliği anlaşmalarını imzaladılar. Altyapılarını hazırladıktan sonra Gümrük Birliği kurmak, Malların, Sermayenin ve Emeğin serbest dolaşımını gerçekleştirme hedefi var ŞİÖ’nün.
Bu yolda attıkları önemli bir adım, Petrol ve Doğalgaz alım ve satımlarında Dolardan vazgeçme ve Rusya’nın para birimi olan Ruble ile Çin’in para birimi olan Yuan’ı kullanmak. Bu uygulamadan sonra dünya ekonomisinin efendisi olan Doların tahtının sallanacağı ve yeni ekonomik sorunların ortaya çıkacağı kesin.
Hatırlatalım; Dünya ticaretinde Doların yaygın kullanımı, 1944 yılında ABD’nin New Hampshire eyaletinde yer alan Carroll kasabasının BrettonWoods bölgesinde bulunan Mount Washington Oteli’nde yapılan konferansta, katılımcı 45 ülkenin onayı ile imzalanan anlaşma ile oldu. Bu anlaşma ile Uluslararası Para Fonu (IMF) merkezi kuruluş olarak kabul edildi ve kurulan sisteme de “Altın Borsası Standardı” adı verildi. Bu sisteme göre, ABD Doları altına, diğer ülke paraları da ABD Dolarına bağlandı ve ülkeler arası tüm satışlarda Dolar kullanılmaya başlandı.
Aradan geçen 70 yıldan sonra, Rusya ve Çin’in aralarında yapmayı düşündükleri Ruble-Yuan anlaşmasının, Doların dünya ticaretindeki tekeline son vereceği kesin. Bu uygulamayı bir müddet sonra bir olasılıkla, Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü de (OPEC) uygulamak isteyecek ve Doların dışında bir başka para biriminin daha petrol satışlarında kullanılmasını uygun görecektir.
Ekonomisi zayıf ve küçük olan bizler gibi ülkelerle, kalkınmakta olan ülkeleri bu uygulamaların ilk başta olumsuz etkilemesi kaçınılmaz. 21. yüzyılda Ortadoğu’da sınırlar yeniden çizilirken, dünya ekonomisinin de değişime doğru sürüklediğigörülüyor. Zor günler kapının arkasında sanki…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
3 Temmuz 2014
22-25 Mayıs tarihleri içinde Avrupa Birliğine üye ülkelerde yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonra Avrupa Birliği’nin siyasi yapısı kökten değişime uğradı.
Bizler KKTC’de yerel seçimler ve Anayasa oylaması ile uğraşırken, Brüksel’de radikal değişimler yaşanıyor. 26-27 Haziran, Perşembe ve Cuma günleri Brüksel’de toplanan Avrupa Birliğine üye ülkelerin yöneticileri, Ekim ayında Portekizli Jose Manuel Barroso’dan boşalacak AB Komisyon Başkanlığı, diğer bir tanımlamayla da Avrupa Birliği Başbakanlığı koltuğuna oturacak kişi üzerinde uzlaşmaya varmaya çalıştı.
Kimin “Avrupa Birliğinin Başbakanı” olacağı Temmuz ayı içinde Avrupa Parlamentosu’nda yapılacak seçimle kesinlik kazanacak. Kararı çoğu yeni olan AP milletvekilleri verecek. Oylamada salt çoğunlu alan, yani 751 üyeli Avrupa Parlamentosu’nun 376 milletvekilinden oy almayı başaran aday AB Komisyon Başkanı olacak.
Elle tutulan 2 aday var şimdilik. Üçüncü olan Danimarkalı aday daha şimdiden elenmiş konumda. İkinci konumdaki ise Sosyal Demokrat Martin Schulz. Şansı pek yok gibi. Bunun nedeni de, oylamada devletlerden ziyade AP içindeki grupların etkili olacağı gerçeği ve Avrupa Parlamentosu içinde Schulz’un üyesi olduğu Avrupa Sosyal Demokrat Partisi’nin 751 sandalyeden 190’ına sahip olması. Seçilmek için gerekli olan 376 sayısının neredeyse yarısı ve illaki başka bir grubun desteğine gereksinimi var.
Avrupa Parlamentosu’nda Muhafazakarların 213 sandalyesi, Liberallerin 64 sandalyesi , Sağ ve Popülist partilerin ise toplamda 143 sandalyesi var. Durum biraz karışık. Hiç bir parti bloğu çoğunluğa sahip değil.
İki adaydan en güçlü olanı Lüksemburg’un eski ve istifaya zorlanmış Başbakanı, Hrıstiyan Demokrat, diğer bir tanımlamayla da “Muhafazakar” Jean-Claude Junker, geçen hafta yapılan Liderler Zirvesinde 28 üye ülkenin 26 liderinden destek aldı. Almasına aldı ama bu sadece aday olabilmesi için yeterli. Bir başka AP milletvekili de halen aday olmak şansına sahip. Buna karşın Junker’in avantajı 22-25 Mayıs’ta düzenlenen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde Hristiyan Demokratlar (EPP) tarafından AB Komisyonu Başkanlığı için aday gösterilmesi. Diğer adaylarda böylesi bir avantaj yok.
Junker, her ne kadar Lüksemburg’un eski başbakanı ve Euro Bölgesinin de eski başkanı olsa da, göze batacak ve dikkat çekecek kadar da sorunlu tarafları var.
İngiliz gazetelerine göre ailesi II. Dünya Savaşında Nazilere büyük destek vermiş.
Aşırı sigara kullanmasının ise AB’nin sigara karşıtı uygulamalarına darbe vuracağı görüşü var.
En önemlisi de Junker’in tescilli bir “Derin Devletçi” olması.
Son 18 yıldır Lüksemburg’un Başbakanlık koltuğunda oturan Jean Claude Juncker, Lüksemburg İstihbarat Servisi (SREL) ile bağlantılı bir skandal nedeni ile ve başkanı olduğu koalisyonun küçük ortağı olan Sosyalistlerin skandal sonrası açıklanan metinde “Erken seçim talebi” bulunması gerekçesi ile Başbakanlıktan istifa etmişti.
Junker’e yapılan suçlamalar, kendisine direkt bağlı olan SREL’in 2003-2009 arasında ülkenin lideri Grandük Henri’nin aralarında bulunduğu birçok kişiyi kanunsuz olarak dinlemesine, yolsuzluklara karışmasına ve çalışanlarının kişisel kazanç amaçlı lüks araç satışı yapmasına göz yumduğu iddiasına dayanıyor.
Buna karşın avantajı ise Euro Başkanı iken Ekonomik krizle mükemmel bir şekilde mücadele etmesi ve AB içinde Fransız-Alman işbirliği ekseninin kesişme noktası veya odağı olması…
Başbakan Erdoğan ile arasının “çok iyi” olmasına rağmen, Türkiye’nin üyeliğine karşı, Kıbrıs Rum Yönetimini destekliyor ve KKTC adını duymak bile istemiyor….
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
30 Haziran 2014