IŞİD küresel cihadın bir parçası ve kontrol altına alınabilecek bir topluluk veya da güç değil. Belli bir inanca ve ideolojiye bağlı olması ve bu inanışların değişebilir olmaması nedeni ile çizdiği çizgi ve belirlediği hedefi çok yalın ve belirgin. Değişmesi ve çizgiden dışarı çıkması mümkün değil.
Bölgedeki varlığı ve hedefine ulaşması, iç çatışmaların devamı ile doğru orantılı. Bölgedeki iç çatışmalar bitmeye ve son bulmaya yüz tutsa bile, IŞİD hedefine ulaşmadıkça son bulması mümkün görünmüyor. Ya IŞİD kökten yok edilecek ya da bölgede “Irak Şam İslam Devleti” kurulana ve tanınana kadar iç çatışmalar ve kaos devam edecek. Bunun ortası yok.
IŞİD, Türkiye’nin Demokrasi ile yönetilmesi nedeni ile Türkiye’ye pek sempatik bakmıyor ve arası da çok iyi değil. Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye’den Türkiye sınırları içine ulaşan top mermileri nedeni ile bu mermilerin kaynağı olarak tespit edilen IŞİD konvoyunu vurması -şimdilik- arayı daha da bozmuş durumda. Her ne kadar bu olay sonrasında IŞİD Suriye toprakları içinde yer alan ve Türk toprağı olarak uluslararası tanınmışlığı bulunan Süleyman şah Türbesine saldırı düzenleyeceğini açıklamışsa da, halen daha bunu gerçekleştirmiş değil. Şu anda Irak toprakları içinde hedeflediği yerleri ve bölgeleri ele geçirmek çabası içinde. Bu nedenle de önce başkent Bağdat’ın bazı mahalle ve bölgelerini ele geçirip taban oluşturmak ve sonra da Şii’ler için kutsal topraklar olarak addedilen Kerbela ve Necef’i ele geçirmenin hazırlığını yapıyor.
Buna ilaveten Türkiye’nin NATO gücü içinde yer alması da IŞİD’in canını sıkan bir başka konu. IŞİD, Avrupa’yı ve ABD’yi kafir sınıfına koyduğu için onlarla işbirliği yapan ülkelere de çok sıcak bakmıyor, tabii şimdilik. Her ne kadar ideolojileri sabit ve tek yönlü ise de küresel çıkarlar bazen üzeri örtülmüş sahte davranışlar yapılmasına da neden olabiliyor.
30 Eylül 2013 günü Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin IŞİD’i terör örgütü listesine alması, Türkiye’nin de IŞİD’e sempatik bakmadığının net kanıtı.
IŞİD’in Suriye stratejisi çok açık ve net. Esad yönetimi ile iyi geçinmek, muhaliflerin Suriye yönetiminden kopardıkları toprakları ele geçirerek Suriye sınırları içinde kalıcı ve süreğen bir yönetim kurmak ve bu yönetimin sınırlarını uygun zaman içinde Irak, Ürdün ve Filistin toprakları içinde genişleterek kalıcı ve güçlü bir şeriat devleti kurmak.
IŞİD’ın ayakta durabilmesi ve etkinliğini sürdürebilmesi, üzerinde katıksız şeriata dayalı bir devlet kurup, 1916 doğumlu Sykes-Picot Anlaşması kökenli sınırları kaldırıp yerine yeni sınırları belirleyeceği topraklara bağlı.
Kerbela ve Necef de Bağdat gibi yutulması kolay olmayan lokmalar. Her ne kadar IŞİD, Basra yöresinde başarılı olmuşsa da, bu başarının arkasında Eski Baascılar’ın, Nakşibendî Tarikatı ordusunun ve yöredeki etkin Sünni aşiretlerin daha evvelden El Kaide’ye verdikleri desteği IŞİD’e vermeleri yatıyor. IŞİD’inKerbela ve Necef’e saldırması Irak’ta büyük boyutta yeni bir kanlı mezhep çatışmasının başlamasına neden olacak.
Şimdilik IŞİD’in arkasında tüm parasal gücü ile Suudi Arabistan, Kerbela ve Necef’te yaşayan Şii’lerin arkasında da İran durmakta. Bağdat’ta ise bir ayağı çukurda Maliki yönetimi var.
ABD, Irak’a ve IŞİD’e insansız uçaklarla veya da kara ordusu ile müdahaleyi şimdilik düşünmüyor. ABD’ye göre Irak’ta her şey altüst olmuş durumda ve neresinden tutulup düzeltilebileceği de pek belli değil. Bu nedenle de olaylara uzaktan bakmayı ve bulaşmamayı tercih ediyor.
Ortadoğu içinden çıkılmaz bir kaos ortamına sürüklenmiş durumda. Taşların yerine oturması ve bölgeye barışın gelmesi epey uzun bir zaman alacak gibi…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
27 Mayıs 2014
Açılımı “Irak Şam İslam Devleti” olan IŞİD, sanki de bir anda esrarengiz güçlerin yardımı ile ortaya çıktı ve Güney Batı Asya’da (Ortadoğu) fırtına gibi esiyor görünümünde ama işin doğrusu öyle değil.
Aslında IŞİD dün, bugün doğmuş değil, tamı tamına 10 yaşını doldurmuş bir örgüt. Amerika Birleşik Devletleri’nin 21 Mart 2003 sabahı Irak’ı haksızca işgal ederek Irak savaşını başlatmasından sonra 2004 yılında “Tevhid ve Cihat” adıyla Ebu Musa Zerkavi tarafından Irak’ta kuruldu. İlk aşamada El-Kaide’ye bağlığını ilan etti, sonra da adını “Irak El-Kaidesi” veya diğer bir tanımla “Mezopotamya El-Kaidesi” olarak açıkladı.
Kendinden çok daha küçük boyutta olan Jaysh el-Fatiheen, Jeish el-Taiifa el-Mansoura, Katbiyan Ansar el-Tevhid vel Sunnah ve Jund el-Sahaba (Sahabelerin Askerleri) gibi savaşçı ve gözüpek grupların kayıtsız şartsız desteğini alırken, El-Kaide gibi geniş tabanlı bir örgütün de tam desteğine sahip.
Genelde faaliyet alanı, Ortadoğu’nun kuzey bölgeleri. Sünni Müslümanların yoğun olduğu Irak ve Suriye’de çok etkin. Ele geçirdiği şehirlerdeki maddi zenginlikleri o şehirlerin sakinleri ile paylaştığı için halkın tam desteğini alarak, varlığını kalıcı bir şekilde sürdürmeyi başarmış durumda.
Irak savaşı döneminde Bakuba kasabasını, kurmayı hedeflediği Irak Şam İslam Devleti’nin başkenti olarak ilan etti. Günümüzde Irak’ın Anbar, Babil, Nineve, Kerkük ve Selahaddin illeri ile Suriye’nin Halep, İdlip ve Rakka kasabalarında artık iyice kökleşmiş ve arzuladığı düzeni kurmuş durumda IŞİD. Özellikle 2012 sonrasında gücünü iki katına çıkarmayı başararak bölgede dikkate alınması gerek bir güç haline geldi.
2013 ilkbaharında kendini iyice yenileyerek ve de silah gücünü arttırarak Suriye’nin kuzey bölgelerinde kendi yönetimini kurmayı başarmıştır. Hedefi, etki alanını genişleterek Irak, Suriye, Kuzey Ürdün ve Filistin’den bir kısım toprak alarak üzerinde, şeriata dayalı bir devlet kurmaktır.
Aslında örgütün IŞİD adını alarak yeniden örgütlenmesi ve yapılanması, 2010 Nisan’ında, ABD ve Irak güçlerinin ortaklaşa olarak Sisar bölgesinde gerçekleştirdikleri operasyonda örgütün lideri Ebu Ömer el Bağdadi ve üst düzey yöneticisi Ebu Hamza el Muhacir’in öldürülmesi sonrasında başa geçen Ebubekir El Bağdadi ile gerçekleşti.
IŞİD’in Suriye’deki gücü 7 bin 500, Irak’taki gücü de10 bin 500 silahlı ve inançlı askerinden oluşmakta.
Eldeki verilere göre IŞİD’in Suriye’deki Esad yönetimi ile arası şimdilik iyi. Esad ordusu muhalif örgütlere ve muhaliflerin elindeki bölgelere tüm gücü ile saldırırken, IŞİD hakimiyeti altındaki kasaba ve köylere saldırmıyor. Buna karşın IŞİD Suriye’nin önemli illerinden birisi olan ve Halep’in 19 km güney doğusunda, Şam’ın 550 km kuzey doğusunda yer alan Ar-Rakka bölgesinden çıkan petrolün Esad yönetimine gitmesine izin veriyor. Yani her ikisi de şimdilik birbirlerinin sırtını kaşıyor ve birbirlerini kolluyor… (Devam Edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
25 Mayıs 2014
Biz Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar dünyanın merkezinin Kıbrıs olduğunu zannetsek de gerçeğin öyle olmadığı kesin.
Başımızı kaldırıp etrafımıza bakmakta, yakın komşularımızda nelerin olup bittiğini anlamakta ve gelişmeleri yakından takip etmekte büyük fayda var. Zira bu gelişmelerin zaman içinde bizleri de endirekt olarak etkileyeceği kesin. Önce endirekt sonra da direkt olarak etkileyecek.
“Güneybatı Asya” veya da Avrupalıların kendi merkezli tanımlamaları ile “Ortadoğu”, fena halde kaynayan bir kazan görünümünde. Uzun bir müddet daha barış yüzü görmesi veya rahatlaması söz konusu değil.
1916 yılında “Güneybatı Asya”da, İngilizler ve Fransızlar tarafından şişe içine zorla sokulan cin, Amerika Birleşik Devletleri’nin 21 Mart 2003 sabahı Irak’ı haksızca işgal ederek söz konusu şişenin kapağı açması ile dışarı çıktı. Artık bir daha bu cini kimse şişeye sokamaz.
“Tarihi ve Politik Hafızam” gereğinden fazla kapasiteye sahip ve çok da iyi çalışıyor. Bununla beraber, mühendisliğin verdiği yetiyle olayları birbirine bağlayarak, ilişkilendirmem zor değil. Zaten bu nedenle de “Siyaset Bilgileri”mi ve “Politik Tarih birikimi”mi akademikleştirme yoluna girdim.
***
Ortadoğu’da cinin şişeden çıkması ile başlayan gelişmeler ve arkasından Türkiye’de yaşanan olaylar bana rahmetli Başbakan Adnan Menderesi çağrıştırdı. Allah rahmet eylesin, bence büyük bir siyaset adamı, çok iyi bir politikacı idi.
Özellikle Başbakan Adnan Menderes’i, Kıbrıs konusundaki başarılı tutumu ve Dışişleri Bakanı olarak görevlendirdiği Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile birlikte, el ele, kol kola yürüttükleri başarılı Kıbrıs Politikalarından, gıyaben de olsa çok iyi tanıyor ve biliyorum. Rahmetli Fatin Rüştü Zorlu ile ilgili yayınlanmış tüm kitapları okudum. Kıbrıs adasında, Kıbrıslı Türklerin varlığı, haklılığı ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki kurucu halkından birisi olması, bu değeri biçilemez insanlar sayesinde oldu. Nur içinde yatsınlar, mekanları Cennet olsun.
Günümüz Türkiye’sine bakıyorum ve sanki de 60 sene evvel yaşanmış olaylar, aynı senaryo ile yeniden sahneye konmuş gibi benzeri olaylar yaşanmakta.
1950 yılında seçimle iktidara gelen DP hükümeti, 6 Haziran 1950’de, askeri darbe planladıkları ortaya çıkan 15 General ve 150 Albay’ı resen emekliye sevk etti ve ekonomik kalkınma dönemini başlattı. Serbest piyasa ekonomisine geçişin önü açıldı, yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarıldı ve yabancı kuruluşlara petrol arama ve çıkarma izni verildi. Türkiye’nin Gayrı Safi Milli Hasılası yıllık yüzde 9 büyüme sürecine girdi.
Türkiye’de iç karışıklıkların başlaması ve 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen darbe ile Demokrat Parti hükümetinin devrilmesinin arkasında yatan ana gerekçe, o dönemde iktidar olan Demokrat Parti hükümetinin Batı’ya bağımlığı azaltmaya ve dünya devleti olmaya yönelmesi oldu.
Rahmetli Başbakan Adnan Menderes’in sonunu getiren, Türkiye’yi içine dönük, çevreye duyarsız, bölgede politik rol almayan, oyun kurucu bir ülke olmayan ve ne denirse yapan bir ülke konumundan çıkarıp, Avrupa ve ABD ile olan ilişkiler hangi düzeyde ise Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile de aynı düzeye getirmek çabasını başlatmasıydı.
Adeta aynı olayları bu günlerde yeniden yaşıyor gibiyiz.
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
23 Haziran 2014
Ortadoğu’da korkunç bir değişim yaşanıyor.
1916 yılında gizlice Fransa ve İngiltere arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması uyarınca I. Dünya savaşı sonrasında İngiliz istihbaratçı Gertrude Bell tarafından etnik yapılanma dikkate alınmadan sadece İngiltere’nin çıkarları doğrultusunda cetvelle çizilen sınırlar yaklaşık yüz sene sonra tüm geçerliliğini yitirdi.
Aslında bölgenin adı Ortadoğu değil.
Arap yarımadasını içine alan, üç kıtayı bünyesinde birleştiren, Yahudiler sonradan gelip bölgenin en batısına yerleştiği ve sadece Arapların yaşadığı bir yöre orası. Bölgenin doğru adı da “Güney Batı Asya.”
“Ortadoğu” kelimesi Avrupa kökenli ve İngilizler tarafından 20. Yüzyılda kullanılmaya başlanmış. Avrupalılar dünyayı sömürge bölgeleri olarak aralarında paylaşırken, yöre tanımlamasını Avrupa kıtasına göre yapmışlar ve en uzakta, Çin’in yer aldığı yöreye “Uzak Doğu”, Hindistan ile İran arasında yer alan güney Asya ülkelerine “Yakın Doğu” ve Pakistan ile Akdeniz sahilleri arasındaki yöreye de “Orta Doğu” adını vermişler.
Ortadoğu kelimesinin mucidi Amerikan deniz tarihçisi ve stratejisti Alfred Thayer Mahan’dır. Mahan, National Review’de 1902 yılında yayınlanan, “The Persian Gulf and International Relations” başlıklı yazısında Basra Körfezi’nin önemini ele almış ve Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi de “Ortadoğu” kelimesini kullanarak ifade etmeye çalışmıştır.
Yörede yaşayan Arap halkı için “Ortadoğu” kelimesi pek de sempatik ve sıkça kullanılan bir tanımlama değil. Mısır devlet başkanı General Cemal Abdül Nasır’ın 20. Yüzyılın ilk yarısından hemen sonra tüm Arap ülkelerinde ekmeğe ve yeşertmeğe çalıştığı “Pan Arabizm”, diğer tanımı ile “Arap Birliği Siyaseti” tutmadı ve kendisi ile birlikte ölüp gitti.
Bölgedeki Arap ülkeleri, kendi kimliklerini oluşturma yoluna gitmeyi tercih ettiler, sanki de farklı kimlikler varmış gibi… Bunların arasında sadece Ürdün başarılı olabildi. Diğer Arap ülkeleri, diktatörlük rejimleri ile kendilerine özgü kimlikler oluşturmayı başardıklarını sandılar ancak diktatörler ve insan haklarını tamamen kısıtlayıcı sistemler zayıflayınca korkunç bir parçalanma baş gösterdi birçoğunda. Şimdilik parçalanma belirtisi göstermeyen ülkeler ise parçalanmaya ya da kanlı bir iç savaşa gebe durumdalar. İllaki yaşayacaklar bu evrimi. Kaçarları asla olamayacak.
Irak ve Suriye maalesef bu değişimi çok kanlı bir şekilde yaşamakta. Irak’ta neredeyse 12, Suriye’de ise 3 yıldır devam ediyor bu kanlı çekişme ve iktidar kavgası… İşin kötüsü artık bölgede kimin oyuncu, kimin piyon, kimin maşa ve kimin oyun kurucu olduğu da belli değil.
İpleri elden kaçıran ABD ve Rusya fena halde şaşırmış durumda. Maliki’yi mi tutsunlar, Peşmergelere destek mi versinler, yoksa IŞİD’ı mı (Irak Şam İslam Devleti) dolaylı olarak desteklesinler halen daha karar verebilmiş değiller. Gerçekte nelerin olup bittiğinin bile tam olarak farkına varamadılar. Halk diliyle son gelişmelere “Fransız” kaldılar.
Irak ordusundaki Şii komutanların kaçması, Sunni IŞİD ordusunun ilerlemesini kolaylaştırdı. Asıl çatışma bölgedeki petrolün yönetimi üzerine bir müddet sonra Peşmergelerle IŞİD arasında çıkacak. IŞİD Bağdat yöresindeki petrol kuyuları ve rafineleri ele geçirmenin peşinde. Arkasında da Suudi Arabistan’ın parasal ve silahsal yardımı var.
IŞİD ele geçirdiği şehirlerdeki bankaların kasalarındaki milyonlarca Doları eşit bir şekilde halka dağıtarak, yöre halkının desteğini almış durumda. Zaten başka türlü de halkın desteğini kazanamazdı. Şimdi arkasına yöre halkını da alıp, Irak’ın kalbine doğru, ezip yıkarak -tsunami gibi- ilerliyor.
Irak’taki çalkantı bir süre daha böyle gidecek gibi görünüyor. En azından bir beş yıl daha…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
20 Haziran 2014
Rumların büyük bir propaganda fırsatını kaçırdıkları kesin. Kendi iddiaları ve önerileri olan Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin birbirlerine oy vermeleri düşüncesinin ütopik olduğu da ortaya çıktı bu seçimin sonucunda. Kıbrıslı Rumlarda da, Kıbrıslı Türklerde de birbirlerine oy verenlerin sayısı yüzde bir’in çok altında.
Ortak devlet, ortak vatandaşlık, ortak oy kullanma ve “Kıbrıslı” kimliği mesajları ve iddialarının ne kadar mesnetsiz ve hayali olduğu ortaya çıktı bu seçimde. Sadece çok küçük ve yüzdelikleri yüzde 1’in altında olan bir kesimin bu fikri benimsediği, geriye kalan neredeyse toplam ada nüfusunun tümünün bu fikri benimsemediği gözler önüne serildi bu Avrupa parlamentosu seçimlerinde.
Kıbrıs Rum tarafı, adil olamayan bu uygulaması ile yüzyıllardır bir araya gelmemiş olan Kıbrıslı Rumlarla Kıbrıslı Türklerin ilk kez bir seçim sandığında bir araya gelerek ortak oy kullanmaları şansını fena halde kaçırdı ve hiç değerlendiremedi. Tam tersine ayrılığı ve bölünmeyi unutulmayacak bir örnekle de perçinledi. Şimdi hem Kıbrıs Rum hem de Kıbrıs Türk halkı, idari, yönetsel ve coğrafik olarak daha keskin çizgilerle bölünmüşlüğü hissetmiş ve algılamış durumda.
Kıbrıslı Türkler ortak liste ve ortak oy ile hiçbir zaman ve hiç bir koşulda seçim kazanamayacaklarının bilincine vardı. Rumların Avrupa Parlamentosunda Kıbrıslı Türklere temsiliyet hakkı tanımak istemedikleri ve Kıbrıslı Türklerin eşit haklara sahip olmasını benimsemedikleri gün gibi çıktı ortaya. AB ise Rumların bu düzenbazlığı karşısında kılını bile kıpırdatmadı. Kıpırdatsaydı şaşırırdım zaten.
Bir çok kişi, Kıbrıs sorunu ile ilgili diplomatlar ve BM ile AB’nin ilgili bürokratları umarım bu değerlendirmeyi yapıp, Kıbrıs sorununun özünü kavrayabilmişlerdir, körü körüne Müslüman Türkler yerine Hıristiyan Rumları desteklemek yerine.
Dünya tarihi, adına “Batı” denilen Avrupalıların katliamları, sömürgecilikleri, işgalleri ve asimilasyonları ile dolu. Şimdi içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda bunu açıkça yapamıyorlar ama dünya üzerinde Hıristiyan-Müslüman çekişmesi olan yerlerde illaki körü körüne Hıristiyanların tarafını tutup destekliyorlar, kendileri de Hıristiyan oldukları için.
Yıllardır bizde de, Kıbrıs’ta aynısı oldu, aynı senaryo uyarınca aynı tiyatro oynandı. Rumlar katliam yaparken ve masum Türkleri acımasızca yollardan toparlayıp öldürürken kılını bile kıpırdatmayan Avrupa, namı diğerle “Batı”, Kıbrıslı Türkler kendi devletlerini ilan edince, dünyadan izole edilmesi kararını aldılar ve gelecekte insanlığın yüz karası olarak anılacak insanlık dışı ambargoları Kıbrıslı Türklere uyguladılar.
İşte buna “Batı Medeniyeti” diyorlar. Eksik olsun böyle bir medeniyette böyle “Batı”da.
Mayıs’ın son pazarında yapılan AP seçimleri sonuçlarını derinlemesine incelediğimde, Anastasiadis’in, 2 Haziran pazartesi günü Cumhurbaşkanı Eroğlu ile yaptığı görüşmede müzakereler sonunda kurulacak olan yeni devletin Başkan ve Başkan Yardımcısı seçimlerinde Kıbrıslı Türklerin ve Kıbrıslı Rumların birlikte, tek liste içinde ve tek sandıkta oy kullanmaları önerisini niye yaptığını, ne manaya geldiğini ve böylesi bir seçimin sonucunun ne olacağını şimdi çok daha iyi anladım. Eminim benimle birlikte bir çok kişi de bu net ve yalın mesajı alıp, değerlendirmesini ona göre yapmıştır….
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
18 Haziran 2014