ABD Başkan Yardımcısı, tam adı ile “Joseph Robinette Biden”in çantası boş mu, dolu mu açıp bakmadım ama kafasında neler olabileceğini tahmin edebilirim. Daha doğrusu neler olduğunu.
Joe Biden’i tanıyorsanız, geçmişini biliyorsanız, ABD Senatosunda kimler için çalıştığını, hangi ülkenin lobiciliğini yaptığını ve hangi ülkeyi kayıtsız şartsız desteklediğini biliyorsanız niye geldiğini de kolayca tahmin edebilirsiniz.
Ayağının tozu ile uçağından daha inerken merdivenin son basamağında “ABD adada bir tek yasal devlet tanıyor o da Kıbrıs Cumhuriyeti“dir demesi boşuna değil. Niye boşuna olmadığını da ilerleyen satırlarda çok daha iyi göreceksiniz.
Gerçekte Biden yalan söylüyor. Tanıdıkları bir başka devlet daha var adada, “Akrotiri Devleti.” Kendi elleri ile 1960 yılında kurdukları Akrotiri devletini, ne vakit Ortadoğu’da bir sorun olsa tepe tepe kullanıyorlar. Hangarlarında nükleer silahtan tutun da, en gelişmiş casus uçaklara kadar her tür silah var.
Joe Biden, 20 Temmuz 1974 Mutlu Barış Harekatından sonra 1975 yılında ABD’nin Türkiye’ye haksızca ve kalleşçe uyguladığı silah ambargosunun mimarlarından ve can siperane destekleyicilerinden birisi. John Brademas, Paul Sarbanes, Thomas Eagleton, Benjamin Rosenthal ve Joseph Biden 1975 yılında yaptıkları çalışma ve öneriyle ABD’nin Türkiye’ye ambargo uygulamasını sağlamışlardı.
Joe Biden ABD Senatosuna girdiği 1973 yılından itibaren kendini Temsilciler Meclisi ve Senato’da o dönemde yavaş yavaş politikacılardan oluşmakta olan Yunan lobisinin içinde buldu ve o günden sonra da Yunanistan’ı destekleyen bu lobinin veya “Yunanistan’ı kayıtsız şartsız destekleyen politikacılar grubunun” önde gelen ismi oldu. Ege sorunu, Patrikhane ve Ruhban okulunun açılması konusunda hep Yunanistan’ı destekledi. Türkiye ve Yunanistan arasında ABD’nin yapay ve dengesiz olarak oluşturduğu 7/10 oranında silah satışının da baş mimarıdır.
Amerikan Kongresinin 5 Şubat 1975’te Türkiye’ye karşı uygulanmak üzere aldığı silah ambargosu, Türkiye’nin kararlı tutumu nedeni ile çok uzun ömürlü olmadı. Türkiye, ambargo kararının hemen ardından 25 Temmuz 1975 tarihinde ABD’ye verdiği nota ile 1969 tarihli Türkiye-ABD Savunma İşbirliği Anlaşması’nı askıya aldığını ve Türkiye sınırları içindeki tüm ABD üs ve tesislerini millileştirdiğini açıklayınca, ABD geri adım atmak zorunda kaldı ve yüzkarası silah ambargosu, Başkan Jimmy Carter’in girişimleri sonucu 1978’de kaldırıldı.
1974 Barış harekatından hemen sonra Türkiye’ye ambargo uygulayan ABD, 1963-1974 yılları arasında Kıbrıslı Türkler soykırıma uğratılırken, yollardan tarlalardan Rumlar tarafından toplanıp öldürülürken ağzını açmamış, müdahale etmemiş ve Yunanistan ile Kıbrıslı Rumları uyarmamıştı ama Barış Harekatından hemen sonra da Rumlara 400 milyon Dolarlık yardım yapmış, Türklere de silah ambargosu uygulamıştı. Bu tavrın arkasında kimlerin bulunduğunu yazmama gerek yok. Yukarıdaki isimler zaten yeterli, kimlerin nasıl bu kararı aldığı ile ilgili olarak.
Amerika’nın 1975 yılında Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosu ne ilkti ne de sonuncu oldu. Tarihimiz ABD’nin Türklere karşı taraflı tutumu ve silah ambargoları ile dolu.
1912 yılında yer alan Osmanlı Devleti ile İtalya arasındaki Trablus savaşında, ABD Osmanlı Devletine silah ambargosu uygulamış ve elde yeterli silah olmaması nedeni ile de bu savaş kaybedilmişti. Barış görüşmesi İsviçre”nin Ouchy kentinde yapılmış ve Trablus İtalyanlara bırakılmıştı. ABD’den gerekli silahları alınabilseydi, savaşın sonucu farklı olacaktı ama kasten yendirildik….. (Devam Edecek)
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
23 Mayıs 2014
Rumların, Kıbrıslı Türklere hiç bir hak tanımak gibi niyetlerinin olmadığı her ortamda ve yeni gelişmede ortaya çıkıyor.
Bizler, çocuklarımız ve onlardan sonra gelecek olan nesil bunlarla nasıl bir ortak devlet kurup mutlu ve mesut yaşayacağız çok merak ediyorum gerçekten. Her fırsatta bizi baskı altına almaya çalışan, her tür haktan mahrum etmek isteyen bir zihniyet, ortak devlet kurunca sihirli bir değnek dokunmuşçasına değişerek bizi mi kucaklayacak? Pek aklım yatmıyor bu işe.
Çocuklarını Küçük Asya Felaketi hikayeleriyle büyütüp, Türk askerinin adayı işgal ve istila ettiği yalanlarıyla hiç durmadan zehirleyen bir zihniyetin bunları bir çırpıda değiştirebileceğine ise hiç inanmıyorum.
Sanki de 15 Mayıs 1919’da kendilerine biz dedik ‘gelin Anadolu’ya çıkın, her yeri yakıp yıkın, sonra da kuyruğunuz iki bacağınızın arasında ordunuzun yüzde seksenini Anadolu topraklarına gömerek geri dönün ve arkasından da Küçük Asya Felaketi diye ağlayın’ diye…
Ne İstanbul’un fethini -aradan 561 yıl geçmesine rağmen- hazmedebilmiş değiller, ne de arkalarına bile bakamadan İzmir’den kaçışlarını. Şimdi buna bir de 1974 yılında Türk ordusu tarafından kendilerine ve anavatanları Yunanistan’a atılan hiç beklemedikleri şamarı eklediler.
Bu aralarda yoğun bir şekilde Mutlu Barış Harekatının gerçekleştiği günlerde, özellikle de 15 Temmuz-21 Temmuz 1974 tarihleri arasında Yunanistan ve Türkiye’de Bakanlar Kurulu ve meclisler seviyesinde yaşananları araştırıyorum.
Özellikle 19 Temmuz Cuma günü Yunanistan’da Cuntayı yöneten Albayların konuşmalarını ve davranışlarını okuyunca gülsem mi ağlasam mı bir türlü karar veremedim. ABD’nin daha harekat başlamadan, Yunanistan ile Türkiye’nin arasını bulmak için bölgeye gönderdiği arabulucu Sisco, Cunta üyesi Albaylardan biri ile konuşmaya hazırlanırken, Atina radyosu “Bir günde Costantinople’dayız” anonsunu yapmaktaymış.
Sisco’nun bilahare anlattıklarına göre de, Askerî polis şefi ve Cuntanın kuvvetli adamı Yoannides’e, Ecevit’ten getirdiği barış koşullarını elden verince, Yuannides sinirlenmiş ve “Merak edecek bir şey yok. Türkler birkaç yılda bir böyle denize açılırlar ve Akdeniz havası alıp geri dönerler. Bir de Atina’yı isteselerdi bari, o kadar kendilerine güveniyorlarsa çıkartma yapsınlar” diyerek Sisco’yu nazikane bir şekilde huzurdan postalamış. Bu denli megaloman Yunanlılar ve Rumlar…
Dün, Rum lider Anatasiadis’in ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in adaya gelecek olmasıyla ilgili açıklamasına göz atınca aklıma Yuannidis’in 1974 Barış Harekatı’ndan bir gün önceki tavrı ve sözleri geldi.
Rum basınına göre Lefkoşa yani Anastasiadis, Washington’u Biden’in ziyareti ile ilgili uyarmış.
Rumlara göre Biden, Cumhurbaşkanı Eroğlu’nu görmesinmiş. İllaki görecekse de Eroğlu’nun makamında değil “gubbezçi”de (köftecide) görüşsünmüş. Anastasiadis’e göre Hükümeti, sahte devlet diye tanımladıkları KKTC’nin herhangi bir şekilde yükseltilmesine müsaade etmeyecekmiş. Ve de eğer ABD buna tevessül ederseymiş, Kıbrıs Rum tarafının davranışı da buna göre olacakmış ve ABD’ye haddini bildirecekmiş.
İçimden bu açıklamayı alıp, doğru Kantara’ya gidip benim çocukluk arkadaşlarım olan keçilere okuyup, nasıl katıla katıla güleceklerini görmek geldi.
ABD’ye haddini bildirecekmiş!!!.
Nasıl bir megalomanilik ise bu…
Bize de, bu aklı üç beş karış havada insanlarla ortak devlet kurun diyorlar. Ya Rumları daha tanımamışlar, ya da uçsuz bucaksız bir hayal dünyası içinde yüzüyorlar…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
21 Mayıs 2014
Bugünlerde birçok farklı kesim ağızbirliği etmişçesine, Kıbrıs’ta görüşmelerin yeni bir açmaza doğru gittiğini dile getiriyor.
Rumların niyeti yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
BM’nin son 50 yılda oluşturduğu parametrelerin dışına çıkarak, değiştirmek ve Kıbrıs müzakerelerini yeni bir kulvara sokmak.
Bu çabalarından birincisini Maraş konusu oluşturuyor.
Maraş’ın Güven yaratıcı Önlemler başlığı altında iade edilmesini ortaya attılar ve her platforma da taşımaya çalışıyorlar. Dün Rum basınını gözden geçirirken büyük bir şaşkınlıkla “Mağusa halkının büyük çoğunluğu Maraş’ın iade edilmesini istiyor” cümlesini okudum. “Mağusa İnisiyatifi” adlı, kıymeti kendinden menkul bir grubun sözlerini anlaşılan Rumlar ciddiye almışlar. Bir Mağusalı olarak şunu söyleyebilirim; Mağusa halkının büyük çoğunluğu, müzakereler bitmeden ve bütünlüklü çözüm aşamasına gelinmeden Maraş’ın iadesinin konuşulmasını bile istemiyor.
“Mağusa İnisiyatifi” adlı grup, kendi kendine fikirler oluşturup, kendi çevresi içinde sorular sorup, yanıtlar alınca kendilerinin Mağusa’nın çoğunluğunu oluşturduğunu zannetmişler herhalde. Buyursunlar biraz da kendilerinden olmayan ve kendi partilerini desteklemeyen sessiz çoğunlukla görüşsünler… Anlarlar o vakit, Mağusa halkı Maraş’ın iadesini mi istiyor, yoksa müzakerelerde son koz olarak elde tutulmasını mı…
Tabii Rumların bu konuda stratejik bir hata yaptığını söylememe gerek yok.
Bir kere, uluslararası ilişkilerin literatüründe “vermeden almak” diye bir kavram yok. Nitekim Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu dün KKTC’ye yaptığı ziyarette konuya değindi ve “Karşılığının ne olduğu açıklanırsa Rumların bu istemini değerlendiririz” mealinde bir cümle kullandı açıklamalarının içinde. Bu karşılığın Türklere “Hayır” dedirtmeyecek ve bütünlüklü çözümün dışında değerlendirmeye yöneltecek bir değerde olması gerekmekte bu aşamada.
Rumlar açıkgöz tüccar misali hiç bir şey vermeden Maraş’ın “Güven yaratıcı Önlemler” kavramı altında iadesini istediler ilk başta. Ercan’ın uluslararası uçuşlara açılmasını kabul etmeyeceksin, Kıbrıslı Türklerin dünya ile temasının olmasını istemeyeceksin, ambargoların kaldırılmasına izin vermeyeceksin, AB ve dünya ile direkt ticaret yapmasını kısıtlayacaksın, her tür sportif, akademik ve ekonomik faaliyette bulunmasına mani olacaksın ve sonra da utanmadan hiç bir şey vermeden Maraş’ı isteyeceksin. Neyse ki ne Türkiye’de, ne de KKTC’de böylesi bir tuzağa düşecek siyasiler yok.
Rumların ikinci çabası da AB’nin müzakerelere taraf olmasını sağlamak ve müzakere zemini BM’nin altından çekerek AB’ye kaydırmak.
Müzakerelerin BM çatısı altından çıkarılması ve AB’in inisiyatifi altında devam etmesi için elden gelen her girişimi yapıyor Rumlar.
Kendileri Avrupa Birliği’nin üyesi oldukları için, ilk adımları müzakereleri AB zeminine kaydırmak sonra da veto haklarını kullanarak, Kıbrıslı Türklere haklar verilmesini isteyebilecek her ülkeye şantaj yaparak, müzakereleri kendi istekleri doğrultusunda sürdürmek ve adanın tek hakimi olma planlarını hayata geçirmek.
Kendilerine karşı çıkacak üye devletlerin başka konulardaki istek ve taleplerine mani olarak kendilerini desteklemeleri sağlamayı hedefliyorlar eğer müzakereleri AB’nin çatısı altına çekebilirlerse.
Türk halkı olarak biz bu filmi hem Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması döneminde, hem de Girit’in Avrupa ülkelerinin ortak idaresi altında Osmanlı Devletinden koparılarak Yunanistan’a hediye edilmesi aşamasında seyretmiştik.
Bu senaryolar artık bayatladı, üstelik Türkiye Avrupa’nın hasta adamı değil. Tam tersine Avrupa günümüzde, dünyanın hasta adamı konumuna düşmüş durumda.
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
19 Mayıs 2014
Atun: “Kıbrıs sorunu şöyle veya böyle çözülecek”
Cumhurbaşkanlığı Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ata Atun, Türkiye’nin önde gelen Kültür ve Bilim Kuruluşu olan “Avrasya Bir Vakfı“ın Strateji konularında çalışmalar yapan ASAM‘ın (Avrasya Stratejik Araştırma Merkezi) İstanbul merkez binası Konferans ve Kültür salonunda düzenlediği “Akdeniz’de Bulunan Enerji Kaynaklarının Bölge Politikalarına Etkileri” konferansında tek konuşmacı olarak yaptığı konuşmada, Kıbrıs sorunu müzakerelerinin yeniden ivme kazanmasında doğalgazın rolüne değindi. 21. yüzyılın başında Doğu Akdeniz Bölgesinde keşfedilen hidrokarbon yataklarının, 50 yıldır süren Kıbrıs sorununun çözümüne yeni bir perspektif getirdiğini ifade eden Atun, soğuk savaş döneminde Doğu Akdeniz Bölgesinde Batı blokunun ve NATO’nun çıkarları ile bunun karşıtı olan Demir Perde bloku ve Varşova Paktı’nın çıkarlarının, 21. yüzyılda değişim gösterdiğini söyledi. Kıbrıs’ta ivedi çözüm ve tedbirin, İsrail ve sözde Kıbrıs Rum doğalgazının en kısa zamanda AB’ye ulaştırılmasında yattığını dile getiren Atun, “Kıbrıs sorunu şu veya bu şekilde çözülecek” dedi.
Demir Perde ülkelerinin dağılmasının, Varşova Paktı’nın son bulmasının, ABD’nin tek kutup haline gelmesinin, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün kurulmasının ve Rusya’nın, Çin’in desteği ile tekrar süper güç haline dönüşmesinin bölgedeki dengeleri altüst ettiğini kaydeden Atun sözlerini şöyle sürdürdü:
İSRAİL-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ
“Geçen ay içinde İsrail hükümeti Türkiye Cumhuriyeti hükümetine, Mavi Marmara olayında İsrailli komandolar tarafından savunmasız ve silahsız insanların haksızca öldürülmesi konusunda tazminat ödemeyi kabul ettiğini içeren bir mutabakat notu gönderdi.
Bu gelişme perdenin önünde duran, pembe renkli ve ümit verici bir süreç. Perde arkası ise farklı. Perdenin arkasında İsrail’in en ucuz maliyetle AB’nin gaz pazarına ulaşmak isteği, 1948 yılından beri maruz kaldığı bölgesel tehditler, sırası ile 1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında ölümüne savaştığı Mısır ve Suriye’nin Rusya Federasyonu saflarında yer alması ve bölgede potansiyel olarak dostluk kurabileceği yegane ülkenin Türkiye olması. Avrupa Birliği, Doğu Akdeniz’de Kıbrıs ile Mısır arasında yer alan Leviathan, Tamar ve Afrodit bölgelerinden çıkartılacak doğalgaza Kırım krizinden sonra eskisinden çok daha fazla gereksinimi var.
“KIBRIS SORUNU ŞÖYLE VEYA BÖYLE ÇÖZÜLECEK”
Kıbrıs’ta ivedi çözüm ve tedbir, İsrail ve sözde Kıbrıs Rum doğalgazının en kısa zamanda AB’ye ulaştırılmasında yatıyor. Düşünülen ivedi çözümün birinci adımı: Kıbrıs konusu şöyle veya böyle çözülecek. İkinci adım: Doğalgaz Türkiye üzerinden borularla AB’ye taşınacak.
Üçüncü adım: Türkiye ve İsrail tekrar ve bir daha bozulmamak üzere müttefik hale getirilecek…”
“UKRAYNA VE KIBRIS BENZERLİĞİ…”
Atun, uluslararası politikada, güçlü devletlerin, hak hukuk çerçevesinde değil, kendi çıkarları doğrultusunda masaya koydukları kuralların, insan, ülke, millet, kavim, ırk, demokrasi, özgürlük ve dokunulmazlık haklarına uysa da uymasa da geçerli olduğunu, bu kurallara itiraz edenin de bir şekilde pasifize edildiğini belirterek, şunları söyledi: “Kırım Özerk Cumhuriyeti Parlamentosu’nun aldığı Rusya’ya ilhak kararı ve 16 Mart günü yapılan referandum sonrasında Kırım halkının onayı ile Kırım resmen Rusya’ Federasyonuna ilhak olmuş durumda. 21. yüzyılın başında “Uluslararası Politika Uygulamaları”na yeni bir kavram ve eylem girmiş oldu bu şekilde. Kırım’ın Rusya’ya ilhak etmesi, Kıbrıs Türkleri için de Türkiye’ye ilhak kapılarını yasal yollardan açmış durumdadır.
RUSYA’NIN DOĞU AKDENİZ’E OLAN İLGİSİ
Rusya, eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) bağlarını kullanarak Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya ve Akdeniz’e inmeye hazırlanıyor artık. Petrolün ve doğalgazın Doğu Akdeniz’deki varlığı bölgenin stratejik önemini bayağı arttırdı. 21. Yüzyılda bölgede ve küresel olarak dünyada, ekonomik ve politik dengeler değişiklik göstermeye başlayınca, Rusya tekrardan bölgeye inme girişimlerini başlattı. Suriye’de Beşar Esad yönetiminin devrilmemesinin nedeni de bu. Rusya’nın bölgeden kopmak istememesi. Şimdi bu istek havuzuna İran ve Çin de dâhil oldu. Rusya, Akdeniz’e yönelik askeri varlığını arttırma girişiminin ilk adımını Ermenistan’da attı ve Ermenistan’daki askeri üslerini modernize ederek ve güncel gereksinimlere karşılık verebilecek düzeye getirdi. Doğu Akdeniz’de de Suriye’nin Tartus talepleri var.
“RUM YÖNETİMİNİN HAYALLERİNİ SUYA DÜŞÜRDÜ”
Rumların kendi kendilerine ilan ettikleri toplamı 12 parsel olan Münhasır Ekonomik Bölgeleri var. Afrodit parselinde araştırma, sondaj ve çıkarma hakları olan Noble Energy Company ve ortakları İsrail kökenli Delek Drilling ve Avner Oil’in elinde ve bu konsorsiyumun yaptığı açıklamalar ekonomik açıdan çok tatmin edici değil. İsrail kendi doğalgazını Kıbrıs üzerinden dünyaya pazarlamak stratejisini değiştirdi ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bölgenin enerji musluğu olmak ve dünya gaz piyasasında önemli bir oyuncu haline gelmek hayallerini suya düşürdü.
“israil gazını türkiye üzerinden satacak”
İsrail birkaç hafta evvel Ürdün ve Filistin ile doğalgaz satış antlaşması imzaladı ve her yıl satmayı planladığı 16 milyar metre küplük gazın 9 milyar metre küpünü, bu ülkelere satacak ve kendi kullanacak. Geri kalan 7 milyar metre küpü de Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden AB’ye satacak. Bu doğrultuda İsrail’in Leviathan bölgesinden doğalgaz çıkartmak için Konsorsiyum oluşturan Noble ve Delek şirketleri, Türkiye’de işbirliği yaptıkları şirket ile deniz altından 10 milyar metre küplük boru hattı döşemek anlaşması yapmak yoluna gidiyorlar. Maliyeti yaklaşık 2.2 milyar ABD Doları olacak olan bu boru hattı projesi ile İsrail, 2023 yılına kadar AB’nin gittikçe büyüyen ve gelişen doğalgaz piyasasına girmeyi hedefliyor.
İsrail hükümetinin, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin Leviathan parselinden Türkiye’ye doğalgaz boru hattı döşenmesine izin verip vermeyeceği konusunda endişeleri ve şüpheleri var.
“LEVİATHAN BÖLGESİ AVANTAJLI”
Leviathan bölgesi Hayfa’nın 135 km batısında ve deniz tabanı da 1600 metre derinlikte. Bölge 540 milyar metre küplük bir doğalgaz rezervi içermekte. Tamar ve Afrodit parsellerine kıyasla çok daha avantajlı durumda. Leviathan bölgesinin avantajının çok fazla olmasına ve de içerdiği rezervin bölgenin en büyüğü olmasına rağmen etrafta ‘İsrail hükümetinin Leviathan bölgesinde gaz çıkarımını 2017 yılına ertelemeyi planlamakta.”
KUZEY AFRİKA GÜNEŞ ENERJİSİ
Türkiye’nin 2050 Enerji falının çok parlak olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Ata Atun, coğrafik konumu dolayısıyla dünyanın en önemli enerji yolu ve enerji aktarım istasyonu konumunda olduğunu söyledi. Avrupa’ya giden ve de gidecek olan tüm enerji hatlarının Türkiye üzerinden geçmek üzere planlandığını açıklayan Atun sözlerini şöyle tamamladı:
“Orta Asya’nın Avrupa’ya yönelik doğal gazı, Türkiye üzerinden gönderilmek üzere projelendirildi ve kapasite arttırıcı ilave projelerde bu doğrultuda yapılıyor. Enerji konusunda asıl önemli aşama bundan sonra. Avrupa Birliği, önümüzdeki 20 yıl içinde Afrika’nın kuzey bölgelerinde güneşten enerji üretmeyi programlıyor ve bu doğrultuda da hazırlıklara başladı. Yapılan proje ile ilgili olarak “Çöl enerjisi 2050” (Desert Power 2050) adı altında hazırlanan rapora göre Kuzey Afrika (North Africa-NA) ve Orta Doğu (Middle East-ME) arasında entegre bir elektrik aktarım sistemi kurulacak ve bu enerji Avrupa’ya aktarılacak.
“TÜRKİYE KİLİT ROL OYNUYOR”
Avrupa’nın bu son enerji vizyonu ve planlaması içinde Türkiye kilit bir rol oynuyor. Türkiyesiz bu projelerin hayata geçmesi olanaksız. AB komiseri Oettinger’in Brüksel’deki Konrad Adenauer Vakfı’nda yapılan toplantıda “İddia ederim ki önümüzdeki 10 yıl içerisinde, bir Alman başbakan, Parisli meslektaşı ile dizleri üstünde Ankara’ya sürünerek gidip Türklerden, ‘Arkadaşlar lütfen bize katılın.’ diye rica edecekler” açıklamada bulunması gerçekte hiçte boşuna değil.
“RUM KESİMİ HER GEÇEN GÜN DAHA KÖTÜYE GİDİYOR”
Kıbrıs Rum Yönetimi şu anda ekonomik olarak tamamen batmış bir ülke ve durum gün geçtikçe daha da kötüye gidiyor. Normal yollardan kurtuluş ümitleri hiç yok. Bir mucize bekliyorlar. Bu mucizenin adı da doğalgaz. Kurtuluş beklentilerini tamamen doğalgaza bağladılar. Biliyorlar ki, gidişat böyle devam ederse ve de doğalgazdan herhangi bir kazanımları olmazsa, hem ekonomik olarak iflas edecekler hem de müflis bir taraf olarak Kıbrıs konusundaki politik üstünlükleri elden gidecek.
“ANASTASİADES’İN MASADAN KAÇMA SEBEBİ BU…”
Rum lider Anastasiades’in masaya oturmaktan kaçınmasının nedeni bu. İflas etmiş bir ülkenin liderinin masada hiç bir saygınlığı olmayacağından, masaya oturursa daha ilk baştan batık bir ülkenin zavallı başkanı konumuna indirgenecek, sonraki süreçte de taviz vermek zorunda kalacak taraf olacak. Bu nedenle de Eroğlu ile masaya oturmaktan hep kaçıyor… Kıbrıs müzakereleri şu anda tıkanmış durumda. Çözüm Batı dünyası ile Rusya-Çin blokunun bölgesel çıkarları doğrultusunda yeni şeklini alırken, Türkiye’nin oluru çözümün olmazsa olmazı.”
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Kıbrıs Barış Harekatı ile ilgili 12 Mayıs öğleden sonra açıkladığı karar, tam bir yüzkarası AİHM ve Avrupa Birliği için. Ne kadar güvenilmez olduklarını gözler önüne serdi bu taraflı ve hukuk dünyası için yüzkarası olacak karar.
Halkımız içinde bir deyim var ya, “Köpek köpeği ısırmaz” diye, bu kararı okuyunca aklıma o söz geldi ve sadece güldüm…
AİHM belli ki, 1963-1974 yılları arasında uğradığımız soykırımı, BM’nin Ortega başkanlığındaki heyetinin 1964 yılında adaya gelip yakılan yıkılan Türk ve Rum köylerini! tespit ederek hazırladığı ünlü “Ortega Raporu”nu unutmuş, o dönemde Avrupa’nın ve Amerika’nın önde gelen gazetelerinin adaya gelip bizzat göz şahidi olan muhabirlerinin yazdıkları katliam ve soykırım haberlerini görmezlikten gelmiş.
İkinci dünya savaşında Vichy Hükümetinin çağrısı ile Alman ordularının Fransa’ya girip hükümetin varlığını meşrulaştırması karşılığında tazminat aldığını, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası ve ekleri içinde yer alan S.O.F.A. olarak kısaca tanımlanan “Statute Of Forces Agreement”i yani “Askeri Güçlerin Statüsü Antlaşması”nı görmezlikten geldiğini anlıyorum bu uluslararası hukukun yüzkarası kararı ile.
Aslında tarihimiz de bize örnekleriyle birlikte hep söylüyor, Avrupalılara güvenmeyin diye.
19. ve 20. yüzyıl Osmanlı tarihi ile Cumhuriyet tarihimize bakıyorum, içi Avrupalıların bize attıkları kazıklar ve oynadıkları oyunlar ile dolu. Hangi birini sayayım ki.
10 Ağustos 1920 tarihinde 4 ana, 9 da yavru İtilaf devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan ve Osmanlı İmparatorluğunu paramparça edip, Türklere yaşam alanı olarak Anadolu’nun ortalarındaki bozkırları lütfeden 433 maddelik Sevr Antlaşmasını, dönemin “Türk Kurtuluş Savaşı” yönetimi kabul etmediği için bırakın Avrupa’nın İtilaf Devletlerini, dönemin Atlantik ötesi bir devleti olan ABD’nin Başkanı Thomas Woodrow Wilson’un söylediklerini ve tutumunu unutmak mümkün değil.
Wilson illaki Anadolu’da bir Ermeni ve Kürt devleti kurulmasını istiyordu. Bu nedenle de 1913 seçimlerinde kendine olağan üstü mali yardımda bulunan ve bugünü parası ile 2,527,646 ABD Doları bağışta bulunan müteahhit Henry Morgentahu’yu, ABD Başkanı seçildikten sonra İstanbul’a Büyükelçi olarak göndermişti. Morgenthau İstanbul’da 780 gün süren görevinden sonra ABD’ye dönüşünde de yalana dolana ve Ermeni sekreteri ve tercümanından duyduğu hurafelere dayalı “Büyükelçi Morgenthau’nun Hikayesi” adlı kitabını, Pulitzer ödüllü gazeteci Burton J. Hendrick’e cebinden bugünün parası ile 1,263,823 ABD Doları ödeyerek yayınlatarak günümüz Ermeni iddialarının kapısını açmıştı, sırf Wilson’a yaransın diye. Gönlünde ABD Maliye Bakanı olmak yatıyordu ama Yahudi olduğu için Londra veya Paris’e Büyükelçi olarak bile gönderilmedi.
İşin garibi ABD hala daha Sevr Anlaşmasını geçerli saymakta ve Sevr Antlaşmasının imzalandığı dönemde devam eden Türk Kurtuluş Savaşı’nın sonucunda İsviçre’nin Lozan kentinde 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşmasını ise geçersiz kabul etmektedir. ABD halen daha Lozan Anlaşmasının altına imzasını atmış değildir.
Bizim Avrupa’ya ve Hıristiyan dünyasına güvenmeyi sürdürmemiz yerine onlarla dost kalıp kendimize güvenmemizi gerçekleştirmemizin zamanı gelmiştir.
Kıbrıslı Türkler Rumlar tarafından soykırıma uğratılmış olmalarına rağmen, AİHM’nin taraflı uygulaması nedeni ile AİHM’de dava açabilmek için önce Rum Mahkemelerine başvuruya zorlanmakta, Rum mahkemelerinde de davalar bir türlü sonuçlanmadığı için de davaları bir türlü AİHM’ye ulaşamamakta.
Türkiye Cumhuriyeti ile KKTC hükümetleri veya da üst düzey yargı organları bir araya gelerek bu soruna çözüm geliştirmeli ve Kıbrıslı Türklerin Rumlara tazminat davası açabilmenin yolunu kolaylaştırmalıdır. Başka türlü biz Kıbrıslı Türklerin 1963 yılından 1974 yılına kadar maruz kaldığımız soykırımın ve halen daha devam eden ambargoların hesabını sormamız hiç bir zaman mümkün olmayacaktır…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
Tweets by ataatun
http://www.ataatun.com
16 Mayıs 2014