24 Nisan 2004 tarihinde yapılan Annan Planı Referandumunda Rumların yüzde 75’e yakın oyla “HAYIR” demeleri gerçekte bizi birçok kayıptan kurtardı.
Bunların içinde en önemlileri Devletimizi, Egemenliğimizi, Türkiye’nin Garantörlüğünü ve Türk Ordusu’nun adadaki varlığını ve bizlere verdiği korumacılık görevini kaybetmedik.
Annan Planına Rumların Hayır demesi ile uzun bir listeyi oluşturacak olan kazanımlarımızdan önde gelenlerden bazıları aşağıda. Nelerden kurtulduğumuzu iyice anlayabilmek için bunları çok iyi okumak gerekiyor.
Kıbrıs Türk Devleti tarafınca, Kıbrıs Rum Devletine aşamalı olarak yapılacak toprak iadesi tamamlanarak tarımsal toprakları ile birlikte 25 köy’ün, kapalı Maraş’ın ve etrafındaki iskana açılmış bölgenin, Güzelyurt kenti ile tarımsal arazilerinin ve Karpaz’daki 4 köyün toprakları ile birlikte Rumlara geri verilmesinden kurtulduk.
Toplamda, KKTC’nin kapladığı alanın yaklaşık beşte birini veya Kıbrıs adasının yüzde 6.5’ine yakın bir alanın, rakamsal olarak da 601 km2 veya 450 bin dönüm toprağın Rumlara iade edilmesinden kurtulduk.
Plana ilave harita uyarınca daha ilk sene içinde iade edilmiş olan 450 bin dönüm toprağa ilaveten Kıbrıs Türk Devleti sınırları içinde kalan Rum mallarının da üçte birini, yani 468 km2 veya 350 bin dönüm toprağı daha geri vermekten kurtulduk.
Toprak iadesinde toplamda Kıbrıs adasının yüz ölçümünün yaklaşık yüzde 11.5’na yakın bir toprağı veya diğer bir tanımla mevcut KKTC sınırları içinde kalan toprakların da üçte birini, rakamsal olarak da 800 bin dönüm toprağın veya da 1067 km2‘lik bir alanın iade edilmesinden kurtulduk.
Tüm bu toprak iadelerden sonra gayrimenkul sahibi Kıbrıslı Rumların evlerini ya da KKTC toprakları üzerinde yerleştikleri köy veya kasabalarındaki başka bir evi tazminat olarak geriye almalarından kurtulduk.
Kıbrıs Türk kesiminde kalan 600 bin dönüm Rum toprağı için, her mal sahibi Rum’un geri alamadığı malı için tazminata hak kazanmasından ve bunu kişisel olarak ödemek zorunda bırakılmaktan kurtulduk.
Bu toprakların iadesinden sonra elimizde sadece yaklaşık 2 bin km2 toprak veya 1milyon 500 bin dönüm toprak kalacak, gerisi de elimizden alınmış olacaktı.
Yani, Rumlara iade edilen ve Rumların yerleştiği topraklardan sökülüp atılan Kıbrıslı Türkler tekrardan 4. kez göçmen olmaktan kurtuldular.
Evi, dükkanı, işyeri, atölyesi ve tarlası iade kapsamına girmiş vatandaşlarımız, bunları iade etmekten kurtuldular.
Rumların 104 Milyar Dolarlık Toplam Dış Borcu’nun bir kısmının Kıbrıs Türk Devletine, dolayısı ile de Kıbrıslı Türklerin sırtına yüklenmesinden kurtulduk.
Referandumdan sonra geçen 10 yıl içinde 1974 sonrasında adada konuşlanmış Türk askerinin tamamının Türkiye’ye geri dönmüş olmasından ve savunmasız kalmaktan kurtulduk.
Sivil havacılık, Hava limanları, Merkez Bankası, Eski Eserler Dairesi, Tapu, Telekomünikasyon Dairesi, Sahil Koruma, Gümrük, Muhaceret Dairesi, Denizcilik Müdürlüğü gibi stratejik birimler Merkezi Hükümete bağlı olacağından, sözde “Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti” tarafından gerçekte de “çoğunluk biziz adayı biz yönetiriz” diyen Rumlar tarafından idare edilmesinden kurtulduk.
Biz Kıbrıslı Türklerin Annan Planına Evet demesinin bize elle tutulur bir getirisinin veya da kazanım sağlamasının olmadığı ne kadar gerçekse, Rumların Annan Planına “Hayır” demelerinin de bizi birçok kayıptan kurtardığı o denli doğru. İyi ki Rumlar Annan Planına “Hayır” demişler…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
28 Nisan 2014
KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu’nun, New York’ta 22 Nisan günü BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ile yaptığı görüşme, belli ki Rumları bayağı tedirgin etmiş.
Rum siyasilerin ve siyasi parti yetkililerinin son üç gündür yaptıkları açıklamaların tümü bu doğrultuda.
Nedense Rumlar hep kendilerini haklı görüyorlar ve başta BM Genel Sekreteri olmak üzere tüm ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği yetkilileri ile görüşmek haklarının sadece kendilerinde olduğunu farz ediyorlar. Türkiye’den eşit muamele talep ederken bizleri eşit olarak görmeyi hiç düşünmüyorlar. Ama elbet birgün bu eşitlik sağlanacak. Doğanın kuralı bu.
3 Nisan günü Rum Yönetimi Başkanı NikosAnastasiadis, AB-Afrika zirvesi için gittiği Brüksel’de, fırsatını bulunca, plansız programsız dahi olsa BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ile görüştü ve Kıbrıs Müzakereleri ile ilgili olarak üç konuyu kendisine aktardı.
Tamamen Müzakere sürecine aykırı ve barış görüşmelerini dinamitleyici bu diplomasiye hiçte yakışmayan görüşmede Anastasiadis Rum basınına göre 3 tane talepte bulundu ama gerçekte 6 konuya değindi Rum lider.
Bunlar sırası ile;
Anastasiadis’in Ban ile “fırsat bu fırsat” mantığı ile yaptığı “diplomatik randevusuz” görüşme, tamamen plansız ve müzakere sürecinin akışına aykırı.
BM’nin eşitlik kuralına ve taraflara eşit davranım prensibi uygulamasına göre BM Genel Sekreterinin KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu’nu gün ve saat belirterek kabul etmesi zaten yapılması gerekendi ve öyle de oldu.
Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun Ban Ki Moon’a söyledikleri ve anlattıkları Rumları çok sinirlendirmiş. Özellikle de Türkiye’den gelip yerleşen, evlenen, kökleşen, çoluk çocuğa karışan, burada doğan ve hayatlarını KKTC’ye adayan vatandaşlarımız ile ilgili olarak kesinlikle ayırım yapılamayacağını söylemesi Rumları çileden çıkarmış.
Halkımızın güzel bir deyimi var “Digomo’ya kadar yolu var” diye. Tam da Eroğlu Ban ile görüşme yaptı diye sinirlenen Rum siyasilere bu sözü söylemenin tam zamanı.
Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun Genel Sekreter Ban’a söyledikleri, özetle şunlar:
Rum Siyasilerin neden sinirlendiklerini anlamak mümkün olmasa da bunun tek bir açıklaması var. 50 yıl süren görüşmelerden sonra adada ortak bir devletin kurulmasını istemiyorlar…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
25 Nisan 2014
Çağdaş düşünce ve fikirlerle uyum sağlayabilmek için her insanın eşit olduğu fikrine inanmak gerekiyor. Bunun başlangıcı da öncelikle, KKTC vatandaşı olan herkesin de eşit olduğu, eşit haklara sahip olduğuna inanmaktan geçiyor.
Bir evvelki yazımda bahsettiğim “Almadan vermek” mantığının kökeninde de bu anlayış yatıyor. Politikada mütekabiliyet uygulaması var, buna “Karşılıklı eşit davranış” da denilebilir.
Güney Kıbrıs’a geçmek için bazılarının iddia ettiği gibi AB vatandaşı olmak koşul değil, aynen Türk vatandaşlarının Yunan adalarına vizesiz 48 saatlik ziyaretler yaptığı gibi.
Rumlar KKTC’ye her istediğinde elini kolunu sallayıp geçiyorsa, KKTC vatandaşları da ayırıma tabi tutulmadan Güneye geçebilmeli zira mütekabiliyet uygulaması bunu gerektiriyor. Rum Yönetimi Yunanistan gibi özel bir uygulama kararı çıkarabilirdi, eğer ısrarlı olsaydık veya da olabilseydik…
Aynı uygulama “Ticari Araçlar” içinde geçerli. KKTC plakalı Ticari araçların Rum Kesimine geçemeyeceği kararı sadece Rum Yönetimin, özellikle de Tasos Papadopulos hükümetinin kararı. AB’nin bu konuda bir ısrarı veya kısıtlaması yok. Bu konuda da fırsat olduğunda mütekabiliyet devreye sokulabilir, ticari araçlarımızın güneye geçmesi sağlanabilirdi.
Nedense edilgenlik anlayışı hakim bazılarımızda. “Madem Rum Yönetimi veya AB böyle istiyor, bizde sorgulamadan kabul edelim” düşüncesi… Halbuki, bizi Rum Yönetiminin veya da AB’nin idare etmediği gerçeği ışığında karşı tekliflerimizi her zaman masaya koyup talepkar olmamız gerekmekte.
Ki; Avrupa Birliği bizi vatandaşı olarak kabul ederken, KKTC’de herhangi bir referandum yapılmadı, bize sorulmadı bile, “AB vatandaşı olmak istiyor musunuz” diye. 2 Mayıs 2004 sabahı olduğunda, birçok KKTC vatandaşı dolaylı olarak AB vatandaşı oldu…
***
Benim nenemin ailesi 16. yüzyılda Kayseri’den, dedemin ailesi de 19. yüzyılda Aydın’dan Kıbrıs adasına göç etmiş Türkler. Ben zamanın İngiliz Sömürge Yönetiminin, sonra 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin vatandaşı olduğum için “Kıbrıslı Türk” olarak tanımlanıp AB vatandaşı oluyorum ancak benim Kayseri veya Aydın’da yaşayan 3. veya 4. kuşak yeğenlerim,-ki onları arayıp buldum ve tanıştım- adaya Barış Harekatının hemen sonrasında yani 40 yıl evvel dahi gelmiş olsalar dahi KKTC vatandaşı bile sayılmak istenmiyor bazılarınca.
Aramızdaki birçok insan Rumlardan eşitlik istiyor ama kendileri bu eşitliği 74 sonrası Kıbrıs’a gelip burada evlenmiş, iş kurmuş, çoluk çocuğa karışmış ve hayatlarını bu adaya adamış kişilere asla bu eşitliği vermek istemiyor.
Irkçılıkla benzeşen bu düşünce, çağdaş insan hakları anlayışına ters gelen düşünceler.
İnsanların doğum yerlerine bakılıp ayırıma tabi tutulmaları hiç de doğru olan bir yaklaşım değil.
Dışişleri bakanlığımız Mağusa’da ayin yapılması karşılığı, Hala Sultan Tekkesine ayırımsız tüm KKTC vatandaşlarının gidebilmesinde ısrarlı olmalıydı. Her şeyin bir başlangıcı vardır. Bu fırsat da tüm KKTC vatandaşlarının saat veya gün kısıtlamalı olarak güneye geçebilmesine kapı açabilirdi.
Bu geçişlere KKTC plakalı ticari araçları da koymak mümkün olabilirdi. Binek araçlarına izin veren Rum Yönetimi Ticari araçlara da izin verebilirdi ısrarlı olabilseydik. Nedense Rumların her isteğini kabul etmek gibi zayıf bir tarafımız var.
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
23 Nisan 2014
Mağusa’mın Surlariçi’nde yer alan Ayios Yeorgios İkserinos Kilisesi’nde ya da Türkçe tanımlaması ile Aziz Yorgos İkserinos kilisesinde geçen gün yapılan ayin beni çocukluğuma götürdü.
Kilise gerçekte Katolik kilisesi ve Ortaçağda, adanın Türkler tarafından fethine kadar Mağusa suriçinin kuzey batısında yaşamlarını sürdüren Nasturilere ait bir Nestoryan kilisesi. Söz konusu bölgede Nasturiler ve Ermeniler birlikte fakat ayrı ayrı mahallelerde yaşamaktaydılar.
Mağusa’nın güney doğu bölgesinde Ortodoks Rumlar, merkezde Lüzinyanlar, ardından Venedikliler, Güney batı bölgesinde ise Yahudiler yaşamaktaydı. Mağusa o dönemde dünyanın ticaret merkeziydi.
Bankacılık sistemi tamamen Yahudilerin elindeydi. Şehre yeni gelen bir Yahudi, sadece kredi verebilecek mali güce sahipse şehirde ikamet etmesine izin veriliyordu. Aksi takdirde, günümüzde surların içinde kalmış ve girişi örülmüş haldeki kuzey kara kapısından içeri sokulmuyordu.
Zaten o dönemlerde Mağusa’nın 5 tane giriş kapısı vardı. Şimdi ikisi Venediklilerin yaptıkları surların içinde kalmış olan Güney kapısı, Kuzey kapısı ve 1960’lı yıllarda liman yapıldığı için kapatılmak zorunda kalınan “Delik” olarak adlandırdığımız denize açılan balıkçı kapısı. Dördüncü kapı şimdi adına Cambulat kapısı dediğimiz kapıydı. Beşincisi de bugün adına Mağusa kapısı dediğimiz köprülü kapı. Venedikliler surları inşa ederken, Kuzey ve Güney kapısını kapatıp, doğrudan limana açılan “Deniz kapısı”nı inşa ettiler ve Canbulat kapısını da tersaneye giriş ve çıkış kapısı olarak kullanmaya başladılar. Batı kapısını da ana giriş kapısı yapıp adını Ravelin koydukları dış kale içine aldılar.
***
Oyuncakların bile olmadığı o günlerde en büyük eğlencemiz, lingiri oynamak, futbol topu diye içi bez dolu topa benzer bir yumağın peşinden koşmak ve gizli gizli kiliselerdeki ayinleri, varsa alçak bir pencereden veya da anahtar deliğinden seyretmekti.
Çocukluğumda Rumlar Ayios Yeorgios İkserinos Kilisesi’nde ayin yaparlarken gizlice kilisenin kapısına kadar gelir, korka korka anahtar deliğinden içeri bakardık. Kutsal şaraptan bir yudum alıp, mayasız bisküvi yemelerini görünce “bunlar ne biçim dua ediyor, bizimkine hiç benzemiyor. Dua ederken yemek mi yenirmiş” diyerek hayretler içinde kalırdık. Sonra da çarpılmamak için koşarak oradan kaçardık.
Masonlar da ikiz kiliselere gelir toplantı yaparlardı. Tabii biz bunu Rumların bir başka ayini zannederdik. Anahtar deliğinden baktığımızda da diğerine kıyasla çok daha farklı olduğunu görür, şaşırırdık. Bunlar “şarap içmez, biskot yemez, çok fakirler galiba” diye düşünür, güzel güzel otomobillerle kiliselere gelmelerini de fakirlikle bir türlü bağdaştıramaz, küçücük kafalarımızdaki bilgilerle bir türlü bu sorunu çözemezdik.
Mağusa’nın Surlariçi’nde yer alan Ayios Yeorgios İkserinos Kilisesi’nde yapılan ayinden sonra ve ertesi günü konuştuğum farklı yörelerdeki farklı kişiler, sanki de ağız birliği etmişçesine hep aynı şikayeti dile getirdiler.
Hepsi de ortak bir dille, “Rumlara karşılığında bir şey almadan hep veriyoruz. Bu güzel bir politika değil, siyasilerimiz haklarımız yediriyorlar” diye şikayette bulunuyorlar.
İkili görüşmelerde ve pazarlıklarda Politikanın olmazsa olmaz kuralı “Almadan vermemektir.” Binlerce bu yıldır bu kural yürürlükte…. Saflığı bir kenara bırakmamız gerekiyor artık.
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
21 Nisan 2014
Kıbrıs Rum Yönetiminin ekonomik bataktan kurtuluş için bel bağladığı doğalgaz, adeta bir şehir efsanesine dönüştü. Var ama yok.
Şehir efsanelerinde, olayı duyan ve işiten tüm kişiler konunun doğruluğuna inanır ama gerçekte böyle bir olay yoktur ve kulaktan kulağa yayılanlar da doğru değildir.
Rum lider Anastasiadis’in masadan kaçma nedeni de bu şehir efsanesi haline gelmiş doğalgazdır. Afrodit parselinde yüzelli yıl kendilerine yetecek ve üstelik dış satımını da yapabilecek denli bol rezervin olduğuna inanan veya da inandırılan Anastasiadis, doğalgaz çıkarılıp satılana dek masaya oturmamaya karar vermişti.
Kıbrıslı Türklerle masaya oturduğu vakit, muzaffer bir kumadan edası ve Karun kadar zengin bir ülkenin lideri olarak oturmak ve Türklerin önüne birkaç kemik atarak, adanın tümüne sahip olacakları ve ada üzerinde Rum egemenliğini kuracakları bir stratejiyi, daha doğrusu bir hayali benimsemişti.
Genelde Rumların büyük bir çoğunluğu megalomandır ve kurdukları hayallerin gerçekleşeceğine canı gönülden inanırlar. 15 Mayıs 1919’da 20 bin kişilik bir ordu ile İzmir’e çıkıp, Samsun’dan Adana’ya çizilecek bir çizginin batısında kalan Anadolu’nun tümünü fethedip, Yunanistan topraklarına katacaklarını hayal etmişlerdi. Sonucu “Küçük Asya Felaketi” diye adlandırdıkları korkunç bir başarısızlık ve yenilgi oldu. 20 bin kişilik ordudan sadece 2 bin kişi kaldı ve çareyi kaçışta buldular.
Türkiye’yi yok sayıp, Kıbrıs adasını tümüyle ele geçirmeyi hayal ettiler ve 1963-1974 yılları arasında adadan bizi silip atmak için acımasız bir soykırım uygulamaktan hiç çekinmediler. “Bekledim de gelmedim” şarkısını çalarak hem bizlerle hem de Türkiye ile dalga geçerlerken Türkiye geldi ve adanın üçte birini de kaybettiler, tümüne sahip çıkmayı hayal ederlerken.
Şimdi de doğalgaz hayalleri yerle bir olmak üzere.
150 yıl yetecek kadar büyük miktarda olan doğalgaz aniden küçüldü ve bir kaç yıl bile yetmez hale geldi.
Şimdi de İsrail kendi doğalgazını Kıbrıs üzerinden dünyaya pazarlamak stratejisini değiştirdi ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bölgenin enerji musluğu olmak ve dünya gaz piyasasında önemli bir oyuncu haline gelmek hayallerini suya düşürdü.
Rumlar hem büyük oyuncu olacaklardı hem de Türkiye’nin de canına okuyacaklardı. TANAP boru hattını iptal ettirmek de planları içindeydi.
İsrail birkaç hafta evvel Ürdün ve Filistin ile doğalgaz satış antlaşması imzaladı ve her yıl satmayı planladığı 16 milyar metre küplük gazın 9 milyar metre küpünü, bu ülkelere satacak ve kendi kullanacak. Geri kalan 7 milyar metre küpü de Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden AB’ye satacak.
Bu doğrultuda İsrail’in Leviathan bölgesinden doğalgaz çıkartmak için Konsorsiyum oluşturan Noble ve Delek şirketleri, Türkiye’de işbirliği yaptıkları şirket ile deniz altından 10 milyar metre küplük boru hattı döşemek anlaşması yapmak yoluna gidiyorlar. Maliyeti yaklaşık 2.2 milyar ABD Doları olacak olan bu boru hattı projesi ile İsrail, 2023 yılına kadar AB’nin gittikçe büyüyen ve gelişen doğalgaz piyasasına girmeyi hedefliyor. İsrail’in Konsorsiyum ile yaptığı anlaşmaya göre doğalgazdan alacağı net pay yüzde 40.
Kıbrıs Rum Yönetiminin Afrodit parselindeki doğalgazı çıkartabilmesi için önce Kıbrıs sorunu çözmesi, arkasından da başka parsellerde doğalgaz bulması gerekiyor…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
18 Nisan 2014