ABD’nin Büyükelçileri genelde konuşmazlar, hele de haber ajanslarına pek açıklama yapmazlar. Eğer basına konuşuyorlarsa veya haber ajanslarına açıklama yapıyorlarsa bilin ki bahsettikleri konu çok önemlidir. Muhakkak birilerine veya ilgili siyasilere veya konunun içindeki bürokratlara veya da o ülkenin halkına yumuşak bir mesaj vermek istemektedirler, fırtınadan evvel.
Bu tür davranışları büyüklerimiz güzel bir sözle açıklamışlar, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” diye. Gerçekte büyükelçinin söyledikleri ABD hükümetinin düşündükleri ve eninde sonunda gerçekleşecek olan sonuçtur. Bunu geçmiş yıllar içinde dünyanın pek ülkesinde gördük ve yaşadık.
Geçen hafta içinde ABD’nin Lefkoşa Büyükelçisi John Koenig’in, AP Haber Ajansı’na yaptığı açıklamada “adada bir çözüm olmadan Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz kaynaklarının diğer yollardan Avrupa veya Türkiye pazarına taşınmasının, çok zor ya da imkansız olacağı“nı söylemesi öylesine bir fikir yürütme değil.
Büyükelçi John Koenig’in AP Haber Ajansında yaptığı bu açıklamayı çok iyi okumak gerekiyor. Ben bu açıklamayı “çok önemli” olarak değerlendirdiğim için İngilizcesi’ni de okudum, olmaya ki bir çeviri eksikliği veya da hatası olabilir diye. Açıklamanın Türkçeye çevirisi mükemmel yapılmış. Tam profesyonelce.
Açıklamada bence dört ayrı mesaj vardı.
Bunlardan biri biz Kıbrıslı Türklere ve Kıbrıslı Rumlara ortaklaşa, diğer üç tanesi de doğrudan Kıbrıslı Rumlara. Tam da “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla”ya uygun olarak.
Birinci paragrafta yer alan “adada bir çözüm olmadan Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz kaynaklarının diğer yollardan Avrupa veya Türkiye pazarına taşınmasının, çok zor ya da imkansız olacağı” açıklaması adada yaşayan her iki halka bir tavsiye ve uyarı gerçekte. “Anlaşmaya bakın, yoksa bu gaz uluslararası kurallara göre çıkarılamaz ve her ikinizde hava alırsınız” demek istiyor Sayın Büyükelçi.
İkinci paragrafta yer alan “bölgede keşfedilen doğalgazın son yıllarda ekonomik olarak zor günler geçiren Güney Kıbrıs’ın ekonomisine katkı sağlayacağı” mesajı ise dosdoğru Rumlara hitap ediyor. “İnadı bırakın, Türklerle biran evvel anlaşın, doğalgaz çıkarılabilsin, sizin de, Türklerin de ekonomisine katkı koysun” diyor Büyükelçi.
Üçüncü paragrafta yer alan “Adada olabilecek bir anlaşmanın doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşmasına olanak sağlayacağı” cümlesi ise bence en önemli olanı. “ABD hükümeti olarak biz AB ile en ucuz ve en güvenli yolun Türkiye üzerinden TANAP boru hattı ile doğalgazın AB’ye geleceği konusunda hemfikir olduk. Siz Rumlar, alternatif seçenekler olarak masaya koyduğunuz, yerinde veya Vasiliko’da svılaştırma ya da Mısır’a gönderme, seçeneklerini unutun” demek istiyor Büyükelçi.
Son paragrafta yer alan “Güney Kıbrıs’ın enerji planlamasının özünde küresel pazarlara daha kolay ulaşım bulunmaktadır. Doğalgazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya boru hattı ile taşınmasının, gazın sıvılaştırılarak gemilerle taşınmasından çok daha kolay olacaktır” cümlesi de ABD’nin konu hakkındaki düşüncesini kısa ve net bir şekilde açıklıyor.
ABD’nin Lefkoşa Büyükelçisi John Koenig’in açıklamasının tümü bu kadar ama içeriği çok zengin, uyarıcı ve düşündürücü.
ABD açıkça Rum Yönetimine şu mesajı veriyor;
a) Türklerle anlaş, başka türlü bu doğalgaz güneş yüzü görmez.
b) Sıvılaştırmayı unut, doğalgazı Türkiye üzerinden AB’ye gönder.
c) Bunları yapmazsan batar gidersin.
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
24 Mart 2014
Bu politikanın birincil kuralıdır.
Halkın arkasında durmadığı, halkın desteğini almayan hiç bir karar uzun ömürlü olamamakta.
Demokratik düzenlerin olmazsa olmazıdır bu uygulama.
Geçen hafta Gazimağusa’da yapılan Eğitim Şura’sında toplanan 11 komisyonda neredeyse 400’e yakın karar alındı.
Eğitim Şura’ları bir danışma organıdır. Sadece tavsiye nitelikli kararlar üretebilirler. Aldıkları kararları uygulayıp uygulamama iradesi de Milli Eğitim Bakanlığı’na aittir.
Geçmiş yıllarda olduğu ve yaşandığı gibi bazı kişiler ve siyasi partiler özellikle Eğitim Şura’sını fırsat bilerek, Kıbrıs Türk halkının büyük çoğunluğunun benimsemediği ve halk tarafından “sakat düşünceler” olarak nitelendirilen kararları çıkarırlar, “ben yaptım oldu” mantığıyla.
Bu kararların arkasında sadece komisyona katılan kişilerin bir kısmı ve bağlı oldukları siyasi parti veya sendika vardır genelde.
Geçmiş yıllarda gerçekleştirilen bir Eğitim Şura’sında, KKTC’deki mevcut Türkçe yer isimlerinin kaldırılması ve yerlerine Rumca isimlerin konması kararı alınmıştı. Ertesi gün de aynı gruptan bir kişi İskele bölgesinde yer alan Sazlıköy’e gitmiş ve meydana Rumca tabela dikmişti, sanki de Şuranın aldığı kararlar geçerliymiş veya KKTC Meclisinden “Yer İsimleri ile ilgili Düzenleme Yasası” kabul edilmiş gibi…
Ne oldu;
Halk az daha kendisini linç ediyordu… Tabela anında yerinden söküldü ve çöpe atıldı.
Eğer Sazlıköy halkı Şura’nın aldığı bu kararı benimseseydi, Rumca tabela hala daha yerinde duruyor olurdu.
Kuraldır diye yazmıştım yukarıda; Halkın benimsemediği bir karar asla uygulamaya girmiyor, girse de uzun uzun ömürlü olamıyor.
Şimdi de aynı mantıktaki kişiler, sayısal olarak fazla oldukları komisyonda “İlahiyat Koleji”nin kapatılması, Andımızın kaldırılması ve okullarımıza zorunlu “Rumca Dil Dersi
Konması” kararını almışlar. Özellikle de Rum dili konması karşılıklı olacakmış ve de Rumlar da güneydeki okullarda eğitim sistemi içine “Türkçe Dil Dersi” koyacaklarmış.
Bu fikre Kantara’nın ve Bufffavento’nun yabani keçileri bile güler…
4.Milli Eğitim Şurasında alınan “Tarih kitaplarının Barış Eğitimi Kapsamında Yeniden Düzenlenmesi” kararı uyarınca, AB’nin katkıları ile basılan renkli, cicili bicili kitaplar sadece KKTC’deki okullarda okutuldu. Dönemin Rum liderleri okullarına sokmadılar bile bu kitapları.
Karpaz bölgesindeki Rum ilkokulu ve Orta okuluna karşı hala daha Limasol’da Türk İlkokulu açılmış değil….
Ve Şura’da karşılıklı Rumca eğitimi ile Türkçe eğitimi kararı çıkmakta, Kıbrıs Rum Eğitim Bakanlığı, Limasol’da Türk okulu açmadığı için protesto edileceği yerde.
Hala Sultan İlahiyat Koleji’ni kaldırmak veya iptal etmek ise Şura’nın karar verebileceği bir konu değil. Şura sadece tavsiye kararı alabilir. Başka hiç bir yetkisi yok. Eskiler buna “Kıymet-i harbiyesi yok” derlerdi, aynen öyle…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
24 Mart 2014
Cenevre’de Kıbrıs’ta var olan dinlerin liderlerinin yaptığı toplantı çok önemli. İlk kez Kıbrıs sorununun çözümüne dini liderler de “Barış çağrısı” yaparak etkili bir katkı koyuyorlar.
Geçen yıldan beridir Kıbrıs adası üzerinde yaşamakta olan insanların dini inanışlarına ve ibadete ilişkin sorunları ile dini liderler arasında sürdürülmekte olan bir diyalog süreci var. Gerçekte bu sürecin başlangıcı 3 yıl evvelsine kadar gidiyor.
Geçen ay içinde, adada mevcut dört farklı dini liderin bir araya gelebilmesi ve diyalog kurabilmeleri aşamasına gelene kadar son üç yılda yaşanan dini yakınlaşma ve barışa katkı yolundaki çabaların, Kıbrıs Rum kesiminin siyasi parti lideri gibi davranan Rum Ortodoks Kilisesinin başı Başpiskopos II. Hrisostomos’u yumuşattığı kesin.
Son aylarda Başpiskopos II. Hrisosotomos’un ağzından Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi aşağılayan ve hedef gösteren sözlerin çıkmamasındaki nedenin bu süreç olduğu açıkça görülüyor aslında.
Bu sürecin bir diğer kazanımı ve başarısı da ilk kez Güney Kıbrıs ve KKTC yetkililerinin ortak hareketle fon ayırıp bazı dini ibadet yerlerini tamire başlamaları. Teknik Komitenin ise bu konuda arabuluculuk yapması, diğer sorunlu konularda da aynı yöntemin uygulanabileceği ümidini veriyor.
Birleşmiş Milletler yetkililerinin Cenevre toplantısından sonra yaptıkları açıklama, Ortadoğu’da ve İsrail-Filistin sorununda, Kıbrıs’ta denenmekte olan dini liderlerin buluşması yönteminin denenmesi… Açıklamada, dini liderlerin görüşerek, barış, kardeşlik ve birlikte yaşama çağrısı yapmalarının bölge barışına büyük katkı sağlayacağı belirtiliyor.
BM’nin Özel temsilcisi BM Din Özgürlüğü Raportörü Prof. Bielefeldt’in toplantı sonrası yaptığı açıklamada dini liderlerin diyalogunun özellikle Kıbrıs’ta “Nadir bir gelişme” olduğu yönünde.
Tüm bunlara ilaveten Rum Ortodoks Kilisesi temsilcisi Neapolis Piskoposu Porfyrios ile birlikte Din İşleri Başkanı Atalay’ın ve KKTC Cenevre Temsilcisi Ayda Soylu’nun hep beraber öğle yemeği yemeleri, Kıbrıs Rum Yönetimi Cenevre Konsolosu Dr. Antonios Frangos’un Din İşleri Başkanı Atalay’ı yemeğe davet etmesi, birlikte fotoğraf çektirmesi gerçekte adaya barışın getirilmesi çalışmaları ve girişimleri adına güzel gelişmeler.
Dinin vatandaşlığı, ırkı, milliyeti ve coğrafyası olmadığı için toplumlar arasındaki gerçek ve kemikleşmiş sorunlara ulaşabilmek için psikolojik bariyerlerin aşılması gerekiyor. Bunun yolunun da dini liderlerin diyalogundan geçtiği ortaya çıkmış durumda.
Bundan sonraki güzel gelişmede 25 Mart tarihinde BM Din Özgürlüğü Raportörü Prof. Bielefeldt’in veya Koordinatör Salpy Eskidjian’ın katılımı ile Güney Kıbrıs’ta, Din İşleri Başkanımız Talip Atalay ile Rum Ortodoks Kilisesi’nin başı Başpiskopos II. Hrisostomos’un bir araya gelerek görüşme yapacak olmaları. Daveti yapan Başpiskopos II. Hrisostomos.
Bunun mütekabili yani eşit karşı uygulaması ise Din İşleri Başkanımız Talip Atalay’ın Rum Ortodoks Kilisesi’nin başı Din İşleri Başkanımız Talip Atalay ile Rum Ortodoks Kilisesi’nin başı Başpiskopos II. Hrisostomos’u görüşmeye ve yemeğe davet etmesi olacak. Bence çok güzel bir gelişme ve barışa doğru yeni yolların açılması demek bu davet.
Gerçekte 5 Ocak 2014 Pazar günü Din İşleri Başkanımız Talip Atalay’ın davetini olumlu karşılayan Rum Ortodoks Kilisesi’nin başı Başpiskopos II. Hrisostomos, KKTC’ye gelerek hem bir görüşme yapacaktı hem de birlikte öğlen yemeği yenecekti ancak Baf Metropoliti’nin yüksek rütbeli bir din adamına hiç yakışmayacak denli olumsuz tavırları ve işin içine siyaseti karıştırması nedeni ile bu ziyaret gerçekleşememişti. Umarım bu sefer böylesi bir olumsuzluk yaşanmaz ve barış adına güzel bir ivme yakalayan iki dini lider KKTC’de de görüşür.
Özetle; Kıbrıs adasında son 50 yıldır yaşananların bedelini, adada asırlardır yaşamlarını sürdüren iki halk çoktan ödediler. Dini liderlerin karşılıklı görüşmeleri hem Kıbrıs’ta hem de Ortadoğu’da barışa giden yeni bir yol modelini oluşturabilir ve dünyanın geri kalan yerlerindeki sorunlu bölgelere de örnek olabilir…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
21 Mart 2014
Düşünürler, filozoflar ve teorisyenler sanki de ağız birliği etmişçesine bir ülkede yönetim tarzının “Demokrasi” olarak tanımlanabilmesi için altı koşulun fiilen ve kısıtlanmadan bulunması gerektiğini söylerler. Bazıları da ikisini bir sepete koyup, koşulları beşe indirgerler.
Bu “Demokrasi” için olmazsa olmaz olarak tanımlanan koşullar her ne kadar hayatımızın ve yaşadığımız ülkenin koşulları içinde olağan görülse de, BM’ye kayıtlı 196 ülkenin büyük bir kısmında yok. Olmayınca, yaşanmadığı içinde bu ülkelerde yaşayan halklar tarafından pek de bilinmiyor. Getirilmek istendiğinde de müthiş bir direnç gösteriyorlar, son 23 yılda Irak’ta yaşananlar gibi.
Halâ daha Irak’a demokrasinin bu koşulları getirilemedi. Belki de bir yirmi yıl daha giremeyecek ve uygulanamayacak. Nedeni de çocuk yaştan bu kültürün hem eğitimi verilmemiş, hem de yıllar içinde kısıtlı da olsa demokrasi deneyimi yaşanmamış olması.
Bu koşullar sırası ile;
Kendilerine anayasa ile yönetim erki verilmiş güçlerin, Türkçede kısaca 3Y olarak tanımlanan Yönetim, Yasama ve Yargı’nın ayrık, bağımsız ve birbirlerini denetleyici konumda olmaları. Zaten bu birinci koşul kendi başına, demokratik bir düzenin olmazsa olmazının temel direği.
İkinci koşul söz konusu 3Y Güçlerinin dengeli olmaları ve birbirlerini kontrol edebilmeleri.
Üçüncü koşul kişisel özgürlük haklarının garanti altında olması.
Dördüncü koşul sivil toplum kuruluşlarının bağımsız ve özgür olmaları.
Beşinci koşul medyanın özgür ve bağımsız olması.
Altıncı koşul demokrasi kültürü eğitiminin ilkokuldan itibaren çocuklara verilmesi.
Her ne kadar “Kişisel Özgürlük haklarının garanti altında olması” ile “sivil toplum kuruluşlarının bağımsız ve özgür olmaları” birbirlerinden farklı başlık altında sınıflanmış olsalar da, gerçekte birbirlerini tamamlıyorlar. Kişisel özgürlükler kısıtlı ise, Sivil Toplum örgütleri bağımsız çalışamıyor. Sivil Toplum Örgütleri bağımsız değilse, kişisel özgürlükler bir şekilde kısıtlanmış demek oluyor. Bu nedenle de bazı filozof, teorisyen ve düşünürler bu iki maddeyi birleştirmeyi tercih edip, demokrasi koşullarını beşe indirgiyor.
Beşinci koşul olan medyanın özgür ve bağımsız olması ise ikinci, üçüncü, dördüncü ve altıncı koşullar ile birebir bağlantılı ve çok önemli.
Gazete, dergi ve benzeri yazılı yayınlar, görsel, işitsel, radyo ve televizyon yayınları ile internet haber sitelerinde faaliyet gösteren medya kuruluşlarının ve bu kuruluşlarda çalışan basın mensuplarının özgürce düşünce ve görüşlerini, basın etiği çerçevesinde, kişisel haklara ve kişilerin şahsiyetine tecavüz etmeden halka ulaştırmaları ve halkı bilgilendirmeleri de demokratik bir düzenin olmazsa olmazlarından ikincisi.
Elbette bu maddede konusu edilen kişilik haklarının nerede başlayıp nerede bittiği de çok önemli ve devamlı olarak tartışılan bir konu. Bu nedenle de “kişilik hakları”nın kesin bir tanımı yok ve her dönemde de tartışılmakta.
Bugüne değin kişilik haklarına saldırı olup olmadığını kendi kıstasları içinde mahkemelerimiz değerlendirmekteydi. Saldırı varsa sivil ceza, saldırı yoksa davanın düşmesi sözkonusuydu.
Geçmiş haftalar içinde KKTC Meclisinde oy birliği ile kabul edilen ve KKTC Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu tarafından da KKTC Meclisinde “Oy Birliği” ile kabul edilmesi nedeni ile imzalanarak yürürlüğe giren “Özel Hayatın ve Hayatın Gizli Alanının Korunması Yasası”nın içerdiği maddeler demokrasimizi yaralayacak güç ve içerikte.
Böylesi bir yasa ile uzun yıllardır demokrasinin ana kurallarını eksiksiz bir şekilde uygulamış ve bu kuralları yaşamının bir tarzı haline getirmiş olan Kıbrıs Türk halkının ve Kıbrıs Türk Medyasının, yıllardır sahibi oldukları ve yaşamaktan zevk duydukları “Demokrasinin Ana Kuralları”ndan bir tanesi direk olarak, bir kaç tanesinin içeriğinin de bir kısmı, endirekt olarak elinden alınmış olmakta.
Bu yazının konusu olan “Özel Hayatın ve Hayatın Gizli Alanının Korunması Yasası”, KKTC Meclisi tarafından ivedilikle ele alınmalı ve kısıtlamalar ile hapis cezaları kaldırılmalıdır…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
19 Mart 2014
Günümüzde yaşanan süreç içinde KKTC Dışişleri Bakanının ABD’ye, ABD’nin Lefkoşa Büyükelçisi ile birlikte gitmesi ve ABD yönetiminin üst düzey yetkilileri tarafından kabul edilip görüşmeler yapması iyi bir gelişme.
Bu ziyarette nelerin konuşulduğu ise çok daha önemli. Bilgi mi verdi, talimat mı aldı eğer tutanak tutulduysa, ortaya çıkar, yok tutanak tutulmadan görüşmeler yapıldıysa zaten hiçbir siyasi değeri ve geçerliliği yoktur bu “resmi” görüşmelerin. Ya Kahve içilmeye gidilmiştir ya da talimat almaya… Gerçekte nelerin olduğunu ve nelerin konuşulduğunu zaman gösterecek.
Rum basınında geçmiş aylarda yer alan bir yazı içerisindeki kelimelerin arasında, KKTC bakanlarından birinin Rum lider Anastasiadis ile “KKTC’de mevcut bir siyasi partinin üst düzey yöneticisi” sıfatı ile görüştüğü ve kendisinden KKTC Cumhurbaşkanı “Eroğlu’nun Müzakere ekibinde yer almasına itirazının olmadığını” iletmesini rica ettiği yazıyordu. Bugüne değin bir yalanlama veya tekzip çıkmadığına göre bu satır araları içindeki bilgide doğruluk payının bulunduğu yüksek bir olasılık.
Sayın Dışişleri Bakanının ABD’nin Lefkoşa Büyükelçisi ile ABD’ye gitmesi ve görüşmeler yapması, bana yukarıdaki paragrafta belirttiğim olayı hatırlattı. Basında yer alan bilgilere göre, şimdiye kadar KKTC Dışişleri Bakanı veya herhangi bir Bakan, yabancı bir ülkenin Lefkoşa Büyükelçisi ile birlikte söz konusu elçinin ülkesine giderek resmi sayılabilecek görüşmeler yapmamıştı.
Ne var ki, resmi olarak tanımlanan bu görüşmenin Beyaz Saray’da yapılan kısmının bir ilk olarak tanıtılıp pazarlanmaya çalışılması ise pek de doğruları yansıtmıyor.
20 Ocak 2001 ve 20 Ocak 2009 tarihleri arasında Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olarak görev yapan George Walker Bush (Oğul Bush) döneminde, 2002 ile 2007 tarihleri arasında Washington’da KKTC Temsilcisi olarak görev yapan Osman Ertuğ, Beyaz Saray’da, dönemin Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in odasının hemen bitişiğindeki odada bulunan Ulusal Güvenlik Konseyi Avrupa ve Avrasya Direktörü Matthew Bryza ile resmi bir görüşme yapmıştı. Matthew Bryza o dönemde özellikle Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’tan sorumlu kişiydi.
Ulusal Güvenlik Ajansı, ABD hükümet sisteminde son derce önemli bir birim. Savunma Bakanlığından çok daha ileri konumda. Yönetim yeri Beyaz Saray’da ve hemen ABD Başkanının yanı başında.
Cumhuriyetçi olan Matthew Bryza, 2005 yılında İngilizce adı “Deputy Assistant Secretary of State for ve European and Eurasian Affairs” olan “Dışişleri Bakanı Avrupa ve Avrasya Konuları Vekil Yardımcısı” görevine getirildi.
2004 yılında Osman Ertuğ ile Matthew Bryza arasında gerçekleşen bu resmi toplantıya, Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’ndan da iki seçkin subayımız katılmıştı. Subaylarımızın resmi elbiseli olup olmadıkları hakkında bir bilgim yok ama genelde bu tür resmi görüşmelerde resmi elbiseler giyilmekte.
KKTC Washington Temsilciliğinin İngilizce resmi tanımlaması “Representative of the Turkish Cypriot Community in Washington DC”, yani “Kıbrıs Türk Toplumunun Washington’daki Temsilcisi” şeklinde. ABD Dışişleri Bakanlığı Temsilciliğimize ve Temsilcimize diplomatik statü vermemiş olmasına rağmen resmi bilgi alış verişlerini Washington Temsilcimiz ile yapmakta ve iletişim kurmakta herhangi bir sakınca görmemekte.
Sayın Dışişleri Bakanı Nami, bu nedenle hem Beyaz Saray’a resmi olarak giren ilk Kıbrıslı Türk diplomat değil, hem de ABD’li siyasiler ve üst düzey bürokratlar ile resmi görüşme yapmış ilk Kıbrıslı Türk siyasetçi de değil. Sayın Bakandan önce en az iki tane resmi sıfata sahip diplomatımız ve bürokratımız ABD üst düzey siyasi ve bürokratları ile resmi görüşmeler yapmıştır.
Siyasi tarihimizi iyi bilmekte fayda var…
Ata ATUN
e-mail: ata@kk.tc
http://www.ataatun.com
17 Mart 2014