İngiltere’nin Güney Kıbrıs’taki Yüksek Komiseri Stephen Lillie’nin, geçen hafta Yunanistan merkezli Kathimerini gazetesine verdiği samimi röportajda kullandığı kelimeler ve çizdiği “Kıbrıs Çözüm tablosu”, Batı dünyasının Kıbrıs, özde Doğu Akdeniz ile ilgili neler düşündüğünü koyuyor ortaya.
İngiltere, Kıbrıs konusunda varılacak bir anlaşmanın illaki “uluslararası topluluk tarafından tek bir devlet” şeklinde bir çözüm olmasında ısrarlı. Batı dünyasının, daha doğrusu son 300 yılın yayılmacı ve sömürgecilerinin yani emperyalistlerin istekleri, Kıbrıs sorununun, kendilerine bağlı ve kayıtsız koşulsuz biat edecek tek devletli bir çözüm ile sonuçlanması.
İngiliz siyasetçi ve stratejistlerine göre “Dışta tek, içte iki devlet” tanımlaması yeni bir kavram değil. 1947 Lord Winster Planı, 1948 Sir Edward Jackson Anayasası, 1955 Harold Macmillan Önerileri ve 1956 Lord Radcliffe Planı “Dışta tek olan ama içte iki halkın oluşturduğu, egemenlik, temsiliyet ve yönetimin iki halk tarafından paylaşıldığı” bir çözümü önermekteydi. (Ata Atun, Kıbrıs Planları, Hiperlik, 2021)
Bütün bu planların, önerilerin ve anayasaların temelinde yatan, Kıbrıs’ta bağımsız bir devlet olsun, bütün dünya öyle zannetsin ama perde arkasında İngiltere’nin hakları kaybolmasın, İngiltere Kıbrıs üzerinde söz sahibi olsundu.
Öyle de oldu. 1960 yılında bağımsızlığı Batı tarafından kabul gören Kıbrıs Cumhuriyeti, gerçekte tam bir İngiliz sömürgesiydi. İngilizlerin eski sömürgelerini yönetmek için kurdukları “Ortak Refah Ülkeleri”nin bir parçası oldu. Tedavüle sürdüğü “Kıbrıs Lirası’nın karşılığı Londra Merkez Bankasında “Sterlin” olarak teminat altındaydı. İngiliz malları Avrupa ve üçüncü ülke mallarına kıyasla ayrıcalıklı ve daha düşük bir gümrük tarifesi ile adaya girmekteydi. Sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin dış politikası da tamamen İngilizlerin istek ve stratejileri doğrultusundaydı.
Yunanistan’ın, Kıbrıs adasını Yunanistan sınırları içine almak için 15 Temmuz 1974 günü gerçekleştirdiği askeri darbe, bölgedeki politik ve stratejik dengelerinin alt üst olmasının başlangıcı oldu. İngilizlerin 1834 yılından itibaren benimsedikleri ve yıllar içinde dantel gibi ince işçilikle ördükleri Doğu Akdeniz politikalarının ve Orta Doğu stratejilerinin temelinden yıkılmasına yol açtı.
Yunanistan’ın askeri darbesi sonrasında yıkılan ve lağvedilen “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni garantör devlet olarak tekrar hayata geçirmek için İngilizlerin bütün isteksizliğine rağmen 20 Temmuz 1974 günü adaya askeri müdahale etmek zorunda kalan Türkiye, bölgede dengelerin temelinden, farklı esaslarla tekrardan kurulmasını zorunlu hale getirdi.
21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde, ABD’nin, AB’nin ve İngilizlerin, diğer bir tanımlamayla, yayılmacı Batı’nın, eski gücünü kaybetmesi, Türkiye’nin bölgesel güç olması, Rusya ve Çin ile çıkar ve siyasi ilişkilerinin örtüşmesi ve en önemlisi de Doğu Akdeniz’deki enerji yatakları, yayılmacı Batı’yı, Kıbrıs adasını tek parça bir bütün olarak kontrol altına almak ve perde arkasından yönetmek için hareketlendirdi.
İşte İngiltere’nin Güney Kıbrıs’taki Yüksek Komiseri Stephen Lillie’nin söylemek ve Türkiye ile KKTC’ye kabul ettirmek istediği de “iki ayrı devleti kabul edemeyiz. Kabul edersek Türkiye’nin Mavi Vatan doktrini gerçekleşir ve biz (yayılmacı Batı), Doğu Akdeniz’deki ve Adalar Denizi’ndeki (Ege) haklarımızı kaybederiz.”
Özetle, geçmişe ve başta İngilizler olmak üzere Batının stratejilerine baktığımız zaman Kıbrıs’ta “Eşit, egemen, siyaseten uluslararası tanınmış iki devlet” çözümünün dışındaki her önerinin Türkiye ve KKTC’nin aleyhine olduğu/olacağı açıktır.
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Batı dünyası ne vakit İHA’larımızı (Keşif kullanımlı İnsansız Hava Aracı), SİHA’larımızı (Silah taşıyabilen müdahale amaçlı Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve TİHA’larımızı (Saldırı amaçlı Taarruzi İnsansız Hava Aracı) kötülemeye başlayacak diye merak ediyordum, beni utandırmadılar ve geçen hafta koro halinde kötüleme yayınları başladı.
Neredeyse son bir asırdır, dünyadaki Radyo, TV ve Gazetelere haber ulaştıran merkezlerin büyük yüzdeliği emperyalist Batı medyasının kontrolünde olduğu için işlerine gelen haberleri dünyaya servis ediyorlar, istemedikleri ve işlerine gelmeyen haberleri de servis etmeden tozlu raflara kaldırıyorlar.
Batılı ülkelerin Orta Doğu, Afrika ve Asya’da yaptıkları katliamları, bırakın ders kitaplarını, gazete ve dergilerde bile göremezsiniz. Belçika Kralı II. Leopold’un Kongo’da uygulattığı katliamlar sonucunda 1880-1920 yılları arasında Kongo nüfusunun yarısının yok edildiği hiçbir Batılı yayında yoktur. Emperyalizmin temsilcileri kendilerini açığa çıkarmazlar ama kendilerinden olmayanların yaptıkları ve işlerine gelmeyen çalışmalarını da bire bin katıp kötüleyerek dünya medyasına servis ederler.
Bu tek yönlü haber akışının, dezenformasyon ve manipülasyonun son örneği AP’den (Associated Press). AP’de yer alan bir habere göre ABD’nin başkenti Washington D. C. merkezli Uluslararası uçuş güvenliği Vakfı’na bağlı bir sivil toplum kuruluşu olan FSF-Med tam anlamıyla provokatif bir açıklama yapmış. Bu kuruluş talimatını, rüşvetini, hediyesini kimden aldıysa veya AİHM’deki Türkiye aleyhine kararlar alan Hakimlerin Kıbrıs Rum tarafındaki otellerde “herşey dahil” ağırlandığı gibi ağırlandılarsa karşılığını vermiş.
14 Eylül Salı günü yaptıkları basın açıklamasında, (anlamsal şekilde yaptığım çeviri ile) “etnik olarak bölünmüş Kıbrıs adasındaki, tek taraflı ilan edilmiş ayrılıkçı yönetimin idaresi altındaki Lefkoniko (Geçitkale) havaalanındaki İHA üssünün Doğu Akdeniz adası çevresindeki hava sahasını geçen binlerce ticari uçuş için güvenlik risklerini artırabilir” uyarısını yapıyor FSF-Med.
Belli ki buradaki maksat, Geçitkale Havaalanında üslenmiş İHA ve SİHA’ları kötülemek, KKTC ve Türkiye aleyhine dünya medyasını kışkırtmak ve Geçitkale Havaalanının İHA ve SİHA’lar için kullanımını bir şekilde kamuoyu yaratıp yasaklattırmak.
İnsanları aptal yerine koyan, “ben yaparsam mübah, sen yaparsan günah” merkezli komik bir açıklama. Kendine özel FIR hattı olan Geçitkale Havaalanının, Doğu Akdeniz’de Kıbrıs adası çevresindeki hava sahasından geçen sivil uçakların uçuş güvenliklerini nasıl olumsuz etkileyeceğini gerçekten çok merak ediyorum.
Güney Kıbrıs’ın güneyinde yer alan ve İngiliz toprağı olan Ağrotur (Akrotiri) Havaalanından kalkan, zamanında Libya’yı, Irak’ı ve Suriye’yi acımasızca bombalayan Amerikan ve İngiliz savaş uçakları uçuş güvenliğini tehdit etmez!
Güney Kıbrıs Rum Yönetimine ait olan Andreas Papandreu Havaalanına inip kalkan, Libya’yı acımasızca bombalayan Fransız savaş uçakları da Doğu Akdeniz hava sahasından geçen sivil uçakların uçuş güvenliklerini olumsuz etkilemez ama Geçitkale havaalanından kalkan İHA ve SİHA’lar olumsuz etkiler öyle mi?
Ben sadece Kıbrıs adasındakini yazdım ama siz aklınıza tüm dünyadaki Amerikan, Rus, Fransız, İngiliz vs. üslerini getirip örnekleri çoğaltabilirsiniz.
Özetle, bu kara propagandanın asıl amacı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin -Rumları, Yunanları, AB’yi ve Batı dünyasını korkutan- bölgedeki Kara, Deniz ve Hava üstünlüğüne kendilerince engel olmak ve Türkiye’nin bölgesel üstünlüğüne son verebilmek zira İHA’ların uçuş yükseklikleri ile sivil uçakların uçuş yükseklikleri arasında en az 5 bin metrelik fark olduğunu, aynı düzlemde uçmadıklarını binlerce kilometre ötelerden gelip dünyayı kan gölüne çevirenler çok iyi biliyor.
Ama biz de şunu çok iyi biliyoruz ki emperyalistlerin tek hedefi, Türkleri Kıbrıs adasından atmak, Türkiye’yle Kıbrıs’ın bağını koparmak ve direkt olarak adayı, endirekt olarak da Doğu Akdeniz’in tümünü kendilerine bağlamak…
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Büyük Orta Doğu Projesi’ni (BOP) duymuşsunuzdur. BOP birçok siyasi ve uluslararası politika ustaları tarafından ABD’nin 11 Eylül 2001’den itibaren uygulamaya koyduğu proje olarak tanımlanıyor.
BOP’un uygulama alanı Ortadoğu’yu merkez olarak alıyor, Hindistan’dan Cebelitarık’a kadar uzanan, içinde Kuzey Afrika ülkeleri, Arap Ülkeleri, İsrail, Pakistan, Bangladeş, Afganistan, İran, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’nin yer aldığı bölgeyi kapsıyor.
BOP öyle gizli saklı bir şey değil. Zaten ana hedefleri dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condolezza Rice tarafından şu sözlerle açıklanmıştı:
BOP kapsamındaki ülkelerde istikrarı sağlamak,
Filistin, İSRAİL anlaşmazlığını çözmek,
Teröre destek veren ülkelerle savaşmak,
Ortadoğu ülkelerinde demokratikleşmeye ve ekonomik gelişmeye katkıda bulunmak.
Buraya kadar söylenenler çok kötü gelmiyor insana. Yani iltifata mazhar olacak bir proje de sayılabilir Rice’nin açıkladığı kadarıyla. Oysa perdenin arkasındaki Büyük Orta Doğu Projesi’nin doğum tarihi ve amacı çok farklı.
Şunu hatırlatmakta yarar var; BOP 11 Eylül 2001 doğumlu bir proje değil. BOP’un doğum tarihi 1 Kasım 1973.
Biraz geriye gidelim; Mısır ve Suriye’nin birlikte, 6 Ekim 1973 tarihinde İsrail’e karşı başlattığı Dördüncü Arap-İsrail Savaşı olarak tarihe geçen Yom Kippur Savaşının, 26 Ekim’de ABD’nin zaferi ile sonuçlanmasından sonra “Araplar bir daha birlik olup İsrail’e saldırmasın” fikri temel alınarak yapılan “beyin fırtınası”nda şekillenmeye başladı.
Yom Kippur Savaşının ilk dört gününde Mısır ve Suriye orduları, İsrail’in kara ve hava kuvvetlerini adeta sildi süpürdü. Mısır ve Suriye orduları karşısında hiçbir varlık gösteremeyen İsrail ordusu büyük zayiat verdi. İsrail Başbakanı Golda Meir bu hezimet karşısında İsrail’in yok edilmesini önlemek için ABD’ye nükleer bomba (Atom Bombası) kullanmak için başvurdu. II. Dünya savaşında Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde kullanılan atom bombasının bölgedeki tüm canlıları yok etmesi ve aradan 28 yıl geçmesine rağmen halen daha ölümlere neden olmasından dolayı ABD, İsrail’de konuşlandırdığı atom bombalarının kullanımına izin vermedi. Bunun yerine Kıbrıs adasının güneyinde yer alan İngiliz üssü olan Akrotiri askeri Havaalanı’ndan Tel Aviv’deki Dov Hoz Havaalanı’na bir hava köprüsü kurdu. Buradan asker, cephane ve savaş aracını taşıyarak savaşın sonucunu değiştirmeye başardı.
Zaten Selahaddin Eyyubi’nin, 4 Temmuz 1187 tarihinde Kudüs Haçlı ordusunu Hittin’de yenmesi ve 2 Ekim 1187 tarihinde de Kudüs’ü fethederek bölgedeki tüm Hristiyanları denize dökmesini İsrailliler hiç unutmamışlardı. (İsrailli psikologlara göre tüm İsrail vatandaşlarının yüreklerinde “Hittin Sendromu” bulunmakta ve bir gün Arapların birleşerek İsrail’i deniz dökeceklerine inanmaktalar.)
BOP bu nedenle, Hittin Sendromuna bağlı olarak Yom Kippur savaşından hemen sonra doğdu. BOP’un kuruluş amacı, resmi ağızlardan açıklandığı gibi “belirlenen sınırların içindeki ülkelere demokrasi getirmek” değil, 1948 yılında kurulan İsrail’i tanımayan, 1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında birleşerek İsrail’e saldıran Mısır, Suriye, Ürdün, Irak ve Libya’da iç karışıklıklar çıkarıp parçalamak, bu Arap ülkelerine mali destek veren ve zenginliklerinin ipleri ABD’nin elinde olan Suudi Arabistan, BAE, Katar ve Kuveyt gibi ülkeleri de İsrail’in yanına çekmekti.
Tabi, bu grubun dışında kalan ve ABD ile İsrail’in hiçbir koşulda diş geçiremeyecekleri ülkeler olan Türkiye, İran, Afganistan ve Pakistan gibi İslam ülkelerinde iç karışıklıklar çıkarmak, ambargolar koymak, milli gelirlerini terörle mücadele akıtmalarını sağlayarak bölgede güçlenmelerini önlemek de BOP’un hedefleri içinde yer alıyor.
Günümüz itibarı ile Libya, Suriye, Irak parçalanmış durumda.
Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri ABD’nin, Fas ve Tunus Fransa’nın, Ürdün ve Katar’da İngiltere’nin kontrolünde. İran ABD’nin ambargosu altında. Afganistan, Pakistan ve Cezayir’de iç karışıklıklar var. Türkiye ise 1982’den itibaren ABD’nin eli ile kurulmuş terör örgütü ile mücadele ediyor…
Gerçek BOP bu. Gerisi algı operasyonu….
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
ABD Kongresinde ve Senatosunda görev yapan Helen (Yunan) kökenli iki Temsilciler Meclisi üyesi, ABD Senatosu Dışilişkiler Komitesi Başkanı Bob Menendez ve Temsilciler Meclisi üyesi Gus Michael Bilirakis ile dönemin çiçeği burnunda Delaware Senatörü Joe Biden, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında -1975 yılı başında-, İsrail’in de büyük katkılarıyla “ABD’den Türkiye’ye silah ambargosu” kararını aldırtmışlardı.
TSK’nın kullandığı tüm araç gereçlerin, silahların, tankların, uçakların ve bunların cephanelerinin ABD yapımı ve dolaylı olarak ABD’ye bağlı olması nedeni ile söz konusu ambargo TSK’yı adeta çökme noktasına getirmişti. Başkan Gerald Ford’un onayladığı bu karar, 3 yıl sonra Jimmy Carter tarafından kaldırıldı. Kaldırılma nedeni Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin, İncirlik hariç, sınırları içindeki tüm Amerikan üslerini kontrol altına almasıydı.
ABD’nin bu ambargosu her ne kadar TSK’nın canını yakmış, hazinenin karaborsadan yedek parça almasına neden olmuşsa da, uzun vadede Türkiye’nin çıkarına oldu. Türkiye’nin ne pahasına olursa olsun kendi silahını üreterek bağımsız olma yolunu seçmesinin temelini oluşturdu.
Tarih tekerrürden ibaret derler. Bugün yine aynı kişiler, (Bilirakis ve Menendez) yanlarına 25 senatör ile Temsilciler Meclisi üyesini alarak, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e Türkiye’nin İnsansız Hava Aracı endüstrisinin sonuçları hakkında bir rapor yayınlamasını isteyen bir mektup gönderdiler. Amaçları Türkiye’ye ambargo uygulatmak ve İHA üretimi ile dışsatımına takoz koymak.
Karabağ’daki Azerbaycan Ermenistan savaşında, Suriye ve Irak’ta PKK ve YPG’ye karşı ve Libya’da da Hafter güçlerine karşı Türk İHA’larının etkin, caydırıcı ve başarılı bir şekilde kullanılmış olması bu ambargo olayının esas nedenini ortaya koyuyor. Buna mukabil istiyorlar ki, Bayraktar’ın ürettiği İHA’larda kullanıldığını iddia ettikleri 10 farklı parçanın ABD’de veya ABD’li şirketler tarafından başka bir ülkede üretilmiş olmaları nedeni Türkiye’ye ambargo uygulansın ve Türkiye, böylesine savaş teknolojilerini radikalce değiştirmiş olan İHA üretiminden zorla vazgeçirilsin!
Gerçekte ABD’nin ve İsrail’in bütün korkusu, Türkiye, Pakistan ve Rusya tarafından savaş İHA’larının ortak üretimi anlaşmasının yapılmış olması ve İHA üstünlüğünün ellerinden kayıp gitmesi. Pentagon bu konuda çok geç kalındığının farkında. Bu nedenle de ekonomik ambargo dahil her tür kısıtlamanın Türkiye’ye uygulanmasını destekliyor.
Söz konusu Helen kökenli Senatör ve Temsilciler Meclisi üyelerinin ortaklaşa ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e gönderdikleri mektubun giriş bölümü ise bana göre çok ilgi çekici ve önemli bilgileri ifşa ediyor.
Giriş bölümünün -benim İngilizceme göre- çevirisi aynen şu şekilde. “Dünyanın birçok bölgesini istikrarsızlaştıran ve ABD’nin çıkarlarını, müttefiklerini ve ortaklarını tehdit eden Türkiye’nin, Silahlı İnsansız Hava Aracı (SİHA) programı konusundaki endişelerimizi ifade etmek için yazıyoruz.”
Bana göre bu giriş bölümü, Helen kökenli Senatör ve Temsilciler Meclisi üyelerinin, daha doğrusu Yunanistan’ın ve İsrail’in bütün endişelerini ortaya koymakta.
Belli bir süreç sonra bu mektup doğrultusunda Kongre tarafından Türkiye’ye ambargo konması kararı alınırsa, imzalayacak kişi de Başkan Joe Biden. 1975 ABD ambargosunun 3 yaratıcısından biri olan Biden… Bence kesin imzalar imzalamasına da Türkiye’nin eski Türkiye olmadığını da öğrenir cevap olarak…
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Sosyal medyada bir bey, “biz direnmeseydik, Türkiye burayı rüyasında göremezdi” diyor. Ben de ona diyorum ki, Türkiye olmasaydı sen böyle bağımsız bir devlette yaşayıp, böyle laflar edemezdin. Sana mehel görünen sadece azınlıktı.
“Türkiye olmasaydı”yı düşünmek bile istemiyorum zira Türkiye olmasaydı bugün Kıbrıs’ta Türk varlığı olmazdı.
Canını hiçe sayan, Kıbrıs’ı vatanının bir parçası görerek korkusuzca savaşan Mehmetçikle ilgili anılarımız çok. Ben yeri gelmişken birini anlatayım;
Kahraman Mehmetçiklerimiz, 14 Ağustos 1974 sabahı başlayan 2. Barış Harekatında, önlerine çıkan Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) ile onlara Yunanistan’dan takviye gönderilen Komando Birliklerini adeta silindir gibi ezmiş, 15 Ağustos akşam üstü Mağusa’mıza ulaşmışlardı.
96 yıldır hasretle beklediğimiz Mehmetçik ile göz yaşları içinde kucaklaştıktan sonra Mekanize Birlik Komutanı rahmetlik Üsteğmen Erdoğan Acar’a, “Lefkoşa’dan çarpışa çarpışa kaç saatte geldiniz Mağusa’ya” diye sorduğumda aldığım yanıt beni şok etmiş, bir o kadar da Mehmetçiğimizle bir kez gurur duymama neden olmuştu. Bana verdiği yanıt “yaklaşık 1 saat”ti.
Şaşırmamın sebebi,1974 yılında Lefkoşa-Mağusa arası tek şerit bir yol olduğundan için otomobille dahi ancak 45-50 dakikada gelinebilmesiydi.
“Eeee, Rum ordusu ile karşılaşmadınız mı, hiç çarpışmadınız mı?” diye sorduğumda, “Bizi uzaktan gören Rum birlikleri, yakınlaşmamızı bile beklemeden hemen kaçıyorlardı, bu nedenle tek bir kurşun bile atmadan Mağusa’ya geldik” demişti rahmetlik Erdoğan komutanımız.
1963-1974 yılları arasında Kıbrıs Cumhuriyeti Rumlar tarafından işgal edilmiş olduğu için, yasal prosedürle RMMO’nun gereksinim duyduğu tüm silahlar, tank, kariyer, kamyon, top, tüfek, roket atar ve gerekli olan her tür cephane, bol miktarda yasal yollardan Kıbrıs’a gelmekteydi. Sayıca bizlerin dört katı olan Rumlar da, Kıbrıslı Türkleri adadan atmak ve yok etmek için, korumasız Türk köylerine saldırırlarken, kendilerini “aslanlar” zannediyorlardı. İşte bu çakma aslanların Mehmetçik’in karşısında sıçanlar gibi kaçacak delik aradıklarını gözlerimle görmenin mutluluğunu yaşadım.
17 Ağustos sabahı, ben ve yanımda bir manga mücahitle komutanımızın emri ile Mağusa ve Karpaz bölgesinde bulunan Rum köylerine, “çatışmadan teslim olmaları” talimatını götürmek için yola çıktık. Yaklaşık 15 dakika gittikten sonra ana yolun kenarında Türk Silahlı Kuvvetlerine ait bir cipin yana devrilmiş olduğunu gördük. Tekerlekleri halen dönmekte olduğundan tuzak olabilir düşüncesi ile etkin mermi mesafesi dışında durduk ve silah arkadaşlarımın kimi aracımızın arkasına, kimi de banket içine mevzilenirken ben de temkinli bir şekilde cipe yaklaşmaya başladım. Arkadaşlarımın çalılara ve olası siperlere ateşine kimse yanıt vermeyince etrafta Rum askerleri olmadığına karar verdim ve koşarak cipe yaklaştım.
Yana devrilmiş cipte bir şoför ve bir astsubay vardı. Şoför tarafı yukarıda, astsubayın tarafı yola yapışmış vaziyetteydi. Astsubayın yüzü ve elbiseleri kan içindeydi. Ben her ikisinin de vurulduğunu düşündüm ve hemen astsubayımızı koltuğundan yavaşça çekerek yere boylu boyunca yatırmaya çalıştım. Gözüm sol eli ile sıkı sıkı üzerini kapatmaya çalıştığı, kan içindeki sağ eline gitti. Bir anda başparmağının yerinde olmadığını fark ettim… Kopup bir yerlere fırlamıştı başparmağı.
Astsubayımıza “merak etme parmağını bulup hemen seni hastaneye götüreceğim” der demez, sanırım ne olduğunu yeni yeni fark etmeye başladı ve beni itekleyerek “Silahım, silahım… Silahımı bulmalıyım… O benim namusum” diyerek ayağa kalkmak için hamle yaptı. Bu arada ben de kopan başparmağı arıyordum gözlerimle. “Silahını boş ver komutanım, nasıl olsa buluruz, seni hastaneye yetiştirelim, kanı durdursunlar, parmağını diksinler” dememi hiç dikkate almıyor, -belki de beni hiç duymuyor- “Silahım, silahım… O benim namusum. Onsuz hiçbir yere gitmem” diyordu aralıksız…
Silah arkadaşlarıma “komutanımızın Kırıkkale 45’lik tabancasını hemen arayıp bulun” dedim. Çare yoktu… Silahı bulmazsak astsubayı hastaneye götüremeyecektik. Bize saatler sürmüş gibi gelen bir iki dakika sonra bir arkadaşımız “buldum” diye haykırıp, koşa koşa astsubayımızın silahını getirdi. Silahını gören astsubayın yüzü güldü ve kendinden geçerek bayıldı.
Silahını parmağından daha önemli gören kahraman Mehmetçiği hemen seferi hastaneye yetiştirdik. Başarılı bir ameliyatla parmağı da yerine dikildi. Ameliyatı yapanların bir tanesi, KKTC 3. Cumhurbaşkanı Dr. Derviş Eroğlu, diğeri de rahmetlik amcam Başhekim Dr. Ali Atun’du.
İşte o gün, niye Türk askerinin girdiği her savaşta başarılı olduğuna bir kez daha tanık oldum…
Aradan yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra Mağusa’da bir bey yanıma geldi. Tanımıyordum… Bey, kendini tanıtmadan sağ elinin başparmağını uzattı ve gülerek “bunu tanıdın mı?” diye sordu. Nasıl unutabilirdim ki başparmağının kopmuş olmasına rağmen silahı bulunmadan hastaneye gitmeyi reddeden kahraman Mehmetçiği. Sarıldık, kucaklaştık, hasret giderdik…
İyi ki varsın Mehmetçik, iyi ki varsın anavatanım Türkiye’m. Sayende hayattayız, KKTC’mizi kurduk, başımız dik, egemen ve özgürüz…
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı