İngiltere, uzun bir müddet Orta Doğu’yu avucunun içinde tutmuş, Birinci Dünya Savaşında Arapları Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmayı başarmış, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından sonra MI6 ajanı Gertrude Bell’e cetvelle Orta Doğu’nun sınırlarını çizdirip, kendine bağlı yapay devletler yaratmış bir ülkeydi. Bir dönemin aslanı olan İngiltere’nin, 1956 yılında yaşanan Süveyş krizini fırsata dönüştüren ABD tarafından uygulanan kibar bir diplomasi ile bölge ile olan bağları önce zayıflatılmış, sonra da pamuk ipliği kıvamına getirilmişti.
Yıllarca Orta Doğu’da eski günlerde olduğu gibi çok etkin olmaya çalıştı ama ABD buna hiç fırsat vermedi.
Günümüzde İngiltere, son 4-5 yıldır sürmekte olan Türkiye-ABD sürtüşmesini, perde arkasından fırsata çevirmeye ve tekrardan bölgeye girmeye çalışıyor.
İngiltere, ABD’nin Türkiye’ye uygulamaya ve dayatmaya çalıştığı ekonomik ambargoyu, yüzde yüz kontrolü altında olan Katar vasıtası ile etkisiz hale getirme çabasında. Bu nedenle de ABD’nin ekonomik ambargosu altında inleyen ABD’nin düşman devletlerinin aksine Türkiye, ABD’nin ekonomik ve finansal ambargosundan çok fazla yara almadı.
Milli Muharip Uçağın (MMU) motorunun imalatı için 2017 yılında İngiltereli Rolls Royce şirketi ile anlaşma yapılması ve bu anlaşmanın da birkaç yıl sonra bozulması ortadaki isteği ve baskıyı gözler önüne sermekte.
İngiltere ile bağları çok kuvvetli olan Malezyalı Silterra şirketi ile ortaklaşa Türkiye’de çip üretimi anlaşması yapılması ve Türk mühendislerin Malezya’dan çip üretim eğitimi alması ise bir başka gelişme.
İngiltere ile Türkiye’nin ticari ilişkilerinde yeni bir adım atılması Serbest Ticaret Anlaşması imzalanması ise bu girişimin son halkası. Bu anlaşma AB ile 2017 yılından beri sürmekte olan Gümrük Birliği Anlaşması’ndan çok daha önemli.
Bu anlaşmanın ikinci adımı, içeriği daha geniş, her iki ülkenin sanayisinin ve ekonomisinin iç içe geçeceği yeni bir anlaşma olacak. Bu ikinci adımın önemi ve hedefi İngiltere için farklı, Türkiye için farklı olsa da, her iki ülkeye farklı hedeflerle ortak kazanımlar sağlayacak, “Tercihli Ticaret Sistemi”nin oluşturulması olacak.
İngiltere, Türkiye’nin Balkanlar-Kafkasya-Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’den oluşan bölgedeki ekonomik, siyasi, endüstriyel ve askeri gücünden faydalanarak bölgeye 74 yıllık aradan sonra tekrardan girmeyi hedeflerken, Türkiye de İngiltere’nin 18. Yüzyılda başlayan sanayi devrimi ile kazandığı “Teknik ve Yöntem Bilgisi”nden faydalanma, ABD’nin ekonomik ve siyasi ambargolarına rağmen, ekonomisinin gelişmesi için olmazsa olmaz olan sıcak paranın kesintisiz akmasını sağlama ve sanayi yatırımlarını, İngiltere kanalı ile geliştirmenin peşinde.
Bana göre, İngiltere ile başlatılan bu yakınlaşma, dört-beş yıllık bir zaman dilimi içinde Türkiye’yi, dünyanın ekonomisi en büyük yedi ülkenin arasındaki birlik olarak kabul edilen G7 (Yediler Grubu – Group of Seven) içinde taşıyacak gibi.
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Tarih 24 Aralık 1963, günlerden Salı. Yer Lefkoşa’nın Kumsal bölgesi, Mehmet Akif Caddesi ve Mürüvet İlhan Sokak (olay günkü ismi İrfan Bey Sokak). Saat akşam üstü 18.00 civarı. Hava kararmış, ısı yaklaşık 8o C.
Pazartesi gecesi, yani bir gün evvelki 23 Aralık gecesi, ev sahibi Hasan Yusuf Gudum, karısı Feride Hasan Gudum, Meriç’li (eski ismi Mora) Ayşe (Cankan), kucağında iki yaşındaki kızı Işıl (Cankan) ve Ayşe hanımın kız kardeşi Növber İbrahimoğlu daha güvenli olduğu düşüncesi ile Kıbrıs Türk Alayında görevli Tabip Binbaşı (Em. TuğGn) Nihat İlhan ile eşi Mürüvet hanımın evine sığınmışlardı.
EOKA milisleri ve Yunan Subaylarının komutasındaki küçük bir Rum birlik ise evin 120 m. kuzeyindeki Severis un fabrikasına mevzilenmiş, fabrikanın en üst katına da kum torbalarından yüzü Türk bölgesine dönük küçük bir korugan yaparak içine 1 adet A4 tipi makineli tüfek yerleştirmişti. A4 tipi makineli tüfek binanın damına, ellerinde 1959 yapımı CZ vz.52/57 tipi otomatik tüfek, 1936/57 yapımı M1 Garand tipi yarı otomatik tüfek ve Stengun makineli tabanca olan Rum çetecilere, masum Türk evlerine yaptıkları saldırılarda atış desteği vermek ve düşman ateşinden korumak amacı ile kurulmuştu.
Hasan Yusuf Gudum dışarıda durup bir nevi gözcülük yaparken, Mürüvet hanım da çocuklarını pijamalarını giydirmiş, kahvaltı türü bir şeyler yedirmiş ve onları yatırmaya hazırlanıyordu. Evdeki komşu hanımlar ise hep birlikte yiyecek bir şeyler hazırlayıp masaya oturmuşlardı.
Evin batı tarafından geçen Kanlıdere’nin diğer kıyısından silah sesleri duyulmaya başladığı vakit Hasan Bey büyük bir telaşla içeri girmiş ve “Rumlar bizi basıyor” diyerek heyecanlı bir şekilde bağırarak evdekileri uyarmıştı.
Çok geçmeden Kanlı Dere tarafından eve kurşun yağmaya başladı. Kurşunlar yağmur gibi geliyordu. Mutfağın önündeki yemek odasının tehlikeli olduğunu ve eve pencerelerden giren kurşunlardan kendilerini koruyamayacağını hisseden masum ve savunmasız dokuz insan, elektrikleri kapattılar ve evin güvenli olduğunu düşündükleri yerlerine saklanmak çabası içine girdiler.
Dr. İlhan’ın eşi Mürüvet Hanım, eşi kendisine “Eğer ateş olursa duvardan duvara geçecek kurşunlara hedef olmazsınız, banyo sizi korur” dediği için hemen daha 6 aylık olan Hakan’ı kucaklar, 6 yaşındaki Murat ile 4 yaşındaki Kutsi’yi de ellerinden sıkı sıkı tutarak evin sol arka köşesinde yer alan banyoya doğru koşar. Arkasından Növber hanım ve kucağında kızı Işıl’ı sıkı sıkı tutan Ayşe hanım ve Hasan dede, hep birlikte banyoya girerler ve saklanmaya çalışırlar. Kalın taş duvarları ve küçük de bir penceresi olan banyo gerçekten de iyi bir korugan gibidir.
Üzerinde gri bir palto olan Mürüvet hanım, çizgili pijamalarını giymiş olan çocuklarını kucaklar ve hep birlikte banyo küvetinin içine uzanarak pencerelerden giren mermilerden kendilerini korumaya çalışır. Ayşe hanım, kucağında kızı Işıl ile sağ köşeye, lavabonun sağ tarafına çömelir. Növber hanım ise kapıyı eli ile sıkı sıkıya kapatabilmek için kapının hemen yanına sağ tarafa oturur.
Ev sahibi Hasan Efendi eşi Feride Nine’yi tuvalete kapının arkasına saklar ve banyoya gelerek lavabonun sol tarafına büzüşür.
Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermeniler, bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdikten sonra, Akritas Planı, Genel Harekat Planı bölümü, Birinci Kesim (Ayios Pavlos, Ayios Demetios bölgeleri) bölge komutanı “Terezepilos” kod adlı Yunan subayının komutasında sayıları 150 olan EOKA’cı milisler, Severis Un Fabrikası’ndaki makineli tüfeğin koruması altında önce içinde su seviyesi az olan Kanlıdere’yi yürüyerek geçmişler ve sonra da Akritas Planında belirtildiği şekilde bölgelere dağılmışlardı.
Mehmet Akif caddesi, Mürüvet İlhan Sokak (eski ismi İrfan Bey sokak), Murat İlhan sokak ve Gültekin Şengör sokak, Kıbrıs ordusunda teğmen olan (Emekli Binbaşı) Savvas Selis ve Thisoas kod adlı EOKA’cının komutasındaki ekibin görev alanı olarak belirlenmişti.
Savvas Selis’in grubu, “Enosis” naraları atarak ateş açmaya başlar ve İrfan Bey sokağı tarafından Türk bölgesine saldırıya geçerler. Severis Un fabrikası üzerindeki makineli tüfeğin koruması altında evlere önce uzaktan ateş ederler. Özellikle de köşedeki beyaz tek katlı evin kuzeye bakan, kapının hemen yanındaki odasının pencerelerini ateş yağmuruna tutarlar, olmaya ki eve yaklaşırken o odada olan birisi kendilerine ateş edip vurabilir düşüncesi ile. Üç kişi yolun solundaki eve doğru yönelirken, beş kişi de sağ köşedeki beyaz tek katlı binaya yönelir. Ermenilerden gelen bilgiye göre bu binada Türk Alayında görevli bir Türk subayı, eşi ve üç çocuğu yaşamaktadır. Bu aile yok edilmelidir ki, Rumların, Kıbrıslı Türklerden ve Türkiye’den korkmadıkları dünyaya gösterilsin.
Beyaz evden kendilerine karşı ateş açılmayınca daha da cesaretlenen Rum caniler, giriş kapısının önüne gelip kilidine ateş ederler ve sonra da tekmelere kapıyı kırarak içeri girerler.
Ellerinde otomatik tüfek tutan iki cani, “Taksim istersiniz ha!” diye bağırarak her tarafa gelişi güzel ateş eder ve soldaki odaya çabucak göz attıktan sonra ileri seğirterek, önlerindeki kapıdan hole geçip soldaki yatak odasına yönelirler ve tekrar ateş etmeye başlarlar. İçlerindeki hınç önlerine çıkan her tür canlıyı öldürmelerini emrediyordu. Bu odada işleri bitince hızla önlerindeki ara kapıdan geçip, mutfağın önündeki hole gelirler ve soldaki ikinci yatak odasına da ateş ederler. Yataklara, yatak altlarına ve dolaplara.
Arkadaki grup da önce sağdaki misafir odasına dalar, sonra da ateş ederek mutfağa geçer.
Ufacık banyo odasının içine sığınan masum ve savunmasız Türkler ise birbirlerine sarılmış Rumların kendilerini bulmaması için dualar ediyorlardı. Küvetin içinde Mürüvet hanım, üç çocuğuna sıkı sıkı sarılmış, bedenini siper etmişti. Ayşe hanım kızı Işıl’ı kolları ile sarmalamış, sırtını köşeye dayamış, lavabo ile köşe arasına sokulmuştu, Növber hanım, kapının açılmasına mani olabilmek için kapının dibine çökmüştü. Hasan dede de, o küçücük banyonun içinde, lavabonun sağ tarafı ile küvetin arasına büzüşmüştü. Nefes bile almıyorlardı. Sadece Allah’a dua ediyorlardı.
Evin sol tarafındaki odaları boş bulan iki Rum cani, evin arka sol tarafındaki kapıları sıkı sıkıya kapalı olan banyo ve tuvalete yönelirler ve “Enosis” çığlıkları altında tüm mermilerini kontrplak kapıların üzerinden içeriye boşaltırlar.
Kapıyı eli ile sıkı sıkı kapalı tutmaya çalışan Növber hanım, elinden kötü bir yara alır ve yana kaykılarak kapının önüne yığılır. Kapının tam karşısında yer alan banyo küvetinin içindeki Mürüvet hanım ve üç çocuğu ise küvetin içine yığılırlar. Kapıyı kırarcasına açmaya çalışan Rumlar, Növber hanımın kapının önüne yığılması nedeni ile kapıyı birazcık aralayabilirler ve o aralıktan sağa ve öne doğru tekrar ateş ederler. Vefakar anne ve çocukları o anda şehit olurlar. Etraf bir anda kan gölüne döndüğü için Rum caniler hepsini öldürdüklerini sanarak hemen yan taraftaki tuvalete yönelirler. Kapıyı açamazlar ama kontrplak kapıdan içeriye onlarca mermi sıkarlar. Kapının arkasına saklanmış olan Feride nine başına isabet eden kursunlar nedeni ile anında şehit olur ve yere yıkılır.
İçerdekilerin öldüğüne inanan iki cani geri çekilir ve diğer üç cani de banyo kapısının önüne gelip sıra ile aralıktan içeriye ateş ederler. Acımasızca silahsız, korumasız ve masum insanlara ateş eden Rumların silahından çıkan kurşunlardan birisi, önce kızı Işıl’ın dizini parçalar sonra da Ayşe hanımın bir bacağından girip diğer bacağından çıkar. Ayşe hanımın ayağında büyük bir yara açılır.
Feride nine ile banyoya çocukları ile saklanan Mürüvet hanım ve çocukları şehit olurken, Hasan Yusuf Gudum ile birlikte Ayşe hanım, kucağındaki kızı Işıl ve Növber hanım ağır yaralanırlar.
Eve kimlerin ya da kaç kişinin girdiğini tam olarak bilen yok. Baskın sırasında CZ vz.52/57 tipi otomatik tüfek ile 15 el, Stengun otomatik tabanca ile 12 el ve 1936/57 yapımı M1 Garand tipi yarı otomatik tüfek ile de 6 olmak üzere toplam 33 el ateş edildiği, şehitlerin vücutlarındaki yaralardan ve duvarlarda hala yeri belli olan kurşunların izlerden anlaşılmaktadır. Bilahare incelenen kovanlar, iğnenin vuruş yerlerindeki farklılıklarından dolayı olayda 5 ayrı silahın kullanıldığını göstermektedir. Kovanlar bilahare Albay (Major) Meysi tarafından eve ilk giren (GAÜ Kurucular Kurulu Bşk) Memduh Erdal’dan alınmış ve kayda geçirilmiştir.
24 Aralık gecesi Lefkoşa’nın batı mahallesi Kumsal’a yapılan baskın arkasında, Yunan Alayı’na mensup subayların ve askerlerin de katliama bilfiil katıldıklarını belgeleyen kanıtlar bıraktı. Saldırganların geri çekilirken terk ettikleri malzeme arasında, özellikle de Severis Un Fabrikası damında, Yunan subay şapkaları, Yunan ordusuna ait çelik başlıklar ve NATO’ya ait bazuka mermileri ile mermi kovanları vardı.
Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermenilerin bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdikleri, daha sonra TMT tarafından belirlenmesi nedeni ile Kumsal, Köşklüçiftlik ve Arabahmet bölgelerinde oturan Ermeniler, bu hainliklerinin ortaya çıkmasından sonra evlerini terk etmek ve Rum bölgesine kaçmak zorunda kaldılar.
Rum çeteciler, Kumsal bölgesinden çekilirken, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk ayırımı yapmaksızın yüzlerce Türkü de dipçik darbeleriyle önlerine katıp götürdüler. Kaçırılan Türklerin bir bölümü kurşuna dizildi.
Rumca gazetelerde son zamanlarda çıkan itiraflara göre, beraberinde erkek, kadın-çocuk ve yaşlı yaklaşık 200 Kıbrıslı Türk esir getiren EOKA’cı Tasos Marku, operasyonu fiilen idare eden Rum Bakan’a telefon eder ve ne yapması gerektiğini sorar. Eli silah tutabilecek erkeklerin öldürülmesi talimatını verir kendisine telefonun öbür ucundaki Rum Bakan.
Akritas Planının mimarlarından o dönemde Bakan olan sadece Yorgadjis ve Papadopulos’dur. İtiraflar, Yorgadjis’in öldürülmesinden çok seneler sonra yapıldığından, emri veren Bakanın Yorgadjis olması durumunda, dile getirilmesi sorun yaratmaz, konuşanı sıkıntıya sokmazdı. Geriye “Kumsal Katliamı”nın mimarının Papadopulos olduğu varsayımı kalmaktadır.
Katliamdan sonra eve ilk giren kişi ise 25 Aralık 1963 Çarşamba günü öğleden sonra Severis Un fabrikasından açılan makineli tüfek ateşine rağmen eve ulaşmayı başaran, TMT’nin o dönem en gözü pek kişilerinden olan Memduh Erdal ve fotoğrafçı Mustafa Mehmet Özünlü olur. Resimleri Memduh Erdal çeker.
Severis Un fabrikasındaki Rum makineli tüfek yuvası da ertesi gün, 26 Aralık 1963, Perşembe günü, Kıbrıs Türk Alayı’ndan gelen küçük bir ekip tarafından susturulur ve fabrika Türklerin eline geçer. Aynı gün Türk jetleri Lefkoşa üzerinde alçaktan uçarak Makarios’a ihtar verirler.
Not: Bu yazıda anlatılan “Kumsal Katliamı”nda geçen olayların derlemesi, SAMTAY VAKFI arşivindeki belgelerin ve o günü yaşayan kişilerin anılarının, Prof. Dr. Ata ATUN tarafından derinlemesine incelenip, kronolojik olarak sıralanması ile yapılmıştır.
Gündem Kıbrıs TV’de 22 Aralık Salı günü sabah programında,
Kıbrıs İlim Üniversitesi akademisyeni sıfatım ile
21 Aralık 1963 Cumartesi günü başlayan Rum saldırılarını ve sonrasında devam eden soykırımı anlattım.
İzleme adresi: https://www.facebook.com/watch/?v=1329642420719692
Kıbrıs’ta Rumların Kıbrıslı Türklere silahlı saldırıları ve katliamları başlattıkları 21 Aralık 1963 tarihinde, Mağusa Namık Kemal Lisesinde, bıyıkları daha yeni terlemeye başlamış bir öğrenciydim.
Yatılı okuyordum… Cumartesi sabahı hemen yanı başımızda olan Polis Merkezinden gelen silah sesleri ile irkilmiştim, silah seslerinin tam olarak nereden geldiğini ve niye atıldıklarını anlamaya çalışıyordum, çocuk kafamın içinde.
Kısa bir zaman sonra lisemizin arkasındaki toprak futbol sahası içinden koşarak kaçan polis elbisesi giymiş kişileri ve arkalarından ateş eden polisleri görünce tatsız bir şeyler yaşandığını kavramaya başladım. Kafamın içinden bazı senaryolar geçiyordu. Sinemada filim seyreder gibi kaçanlarla, kovalayanları merakla ve keyifle izlerken, kaçanların, polis elbisesi giymiş hırsızlar, arkalarından ateş edenlerin de gerçek polisler olduğunu düşünüyordum. Kaçanlar da, kovalayanlar da benim hayalimde Rum’du.
Rumların yaşadıkları Maraş, lise binamızın hemen bitişiğinden başlıyordu. Rum hastanesi, Kaymakamlık, Belediye binası ve Mahkeme karşımızda, Rum Polis Merkezi ile Hayvanat bahçesi de yanı başımızdaydı. Rum Polis Merkezi ile Lisemizi bir taş duvar ayırmaktaydı. Taş duvarın yüksekliği boyum kadardı. Kıbrıslı Türklerin Polis Merkezi, Türklerin topluca yaşadıkları Surlariçi’ndeydi.
Rum Polis Merkezinden sürekli bağırma, inleme, dayak ve küfür sesleri geldiği için, 21 Aralık Cumartesi günü sabahı silah seslerinden sonra kaçan kişilerin Rum suçlular olduklarını düşünüyordum.
Kaçan kişiler, lise binamıza doğru can havli ile koşarak gelirken, el kol hareketleri yapıp bir şeyler söylüyorlardı ama ben ne söylediklerini anlayamıyordum, arkadaşlarımın da anlamadıkları kesindi. Söylediğim gibi biz onları Rum hırsızlar zannediyorduk ya anlasak da olurdu, anlamasak da… Kaçanlar hemen lise binamızın arkasında, futbol sahasına bitişik sık ağaçların yer aldığı ormanın içinde kaybolurken bir tanesini tanıdım ve şok oldum. Sınıf arkadaşlarımdan birinin polis olan babasıydı ve Kıbrıslı Türk’tü.
Polis polisi niye kovalar, niye arkasından da ateş eder diye anlamsız ve yanıtını veremediğim sorular kafamda dolaşmaya başladı. Kaçanlar üstelik, benim gördüğüm kadarı ile 3-4 kişiydiler. Üç, dört Kıbrıslı Türk polis kaçıyordu, ellerinde silah yoktu ve arkalarından da Rum Polis Merkezinin arka duvarının üstünden adeta yaylım ateşine tutulmuşlardı.
Kıbrıslı Rumların kötü yüzleri ve canice düşünceleri ile tanışmam böyle oldu ve bu kabus tam 11 yıl sürdü. Kumsal katliamından 4 gün önce başlayan olayların failleri, o dönem tabip binbaşı olan Nihat İlhan’ın ailesini vahşice katledecekler, Türk köylerine saldıracaklar, Kıbrıslı Türkleri işsiz, güçsüz, geleceksiz, elektriksiz, susuz ve aç bırakacaklar, eşi benzeri görülmemiş caniliklere imza atacaklar ve1974 Barış harekatına kadar bu katliamları sürdüreceklerdi. Rumların hedefi adadaki Türk nüfusunu yok etmek, adanın mutlak hakimi olmak, zamanı gelince Yunanistan’a ilhak etmekti. Propaganda için de göstermelik birkaç yüz yaşlı bırakacaklar ve dünyaya “Kıbrıslı Türkler, adil ve insan haklarına saygılı Rum idaresi altında mutlu yaşıyorlar” mesajını vereceklerdi.
Kıbrıslı Türklere karşı 21 Aralık 1963 sabahı başlattıkları silahlı saldırmalarına da bir kılıf uydurmuşlar ve “Kıbrıslı Türkler isyan etti” dezenformasyonuna başlamışlardı.
Rumların hiçte inandırıcı olmayan bu iddialarına, Kantara’nın keçileri bile gülerdi ancak dönemin Hristiyan olan ABD ve İngiltere gibi güçlü devletleri ve Avrupa Ekonomik Topluluğu, dindaşlarına inanmayı ve Rumları haklı bulmayı tercih ettiler, dürüst ve insan haklarına saygılı olmak yerine.
Aradan geçen onca süre içinde Rumların fikri hiç değişmedi, yandaşlarının da… Üstelik “Batı medeniyeti, demokrasi, insan hakları” diye övündükleri kavramların üstüne diktikleri o insanlığın yüz karası tüy hala orada durmakta.
Prof. Dr. (İnş Müh), Doç.Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Türkiye’nin güçlü duruşunun, Kıbrıs Türklerinin elini güçlendirdiğini ifade etti. “Türkiye, Akdeniz’e en uzun kıyısı olan ülkedir. Ve Kıbrıs’a sadece 40 mil uzaklıktadır. Doğu Akdeniz’deki tüm bu gelişmelere bağlı olarak bu bölgede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin hem statüsü, hem de değeri artmıştır” diyen Cumhurbaşkanı Tatar, Kıbrıs Türklerinin de artık birer aktör olduklarını, bunun Kıbrıslı Türkler için fevkalade önemli bir umut olduğunu söyledi.
Federal temelli görüşmelerden 1968’den 2017’ye kadar hiçbir sonuç alınmadığını, Kıbrıs Türkünün bir 46 yıl daha öyle bir süreç yaşamak istemediğini vurgulayan Tatar, “artık diyoruz ki Kıbrıs’ta barışın huzurun ve gerçekten refahın sağlanabilmesi için bir çözüm olması lazım, bu doğrudur ama o çözüm şekli federasyon değil, egemen eşitliğe dayalı iki devletin işbirliği içerisinde olacağı bir yapı olmalıdır” şeklinde konuştu.
“Kıbrıs davası, tüm Türkiye’nin davasıdır”
Karadeniz Teknik Üniversitesi Rektörü Hamdullah Çuvalcı Kıbrıs ilim Üniversitesine teşekkür ederek başladığı konuşmasında şunları söyledi: “Öncelikle sayın cumhurbaşkanımı tebrik etmek istiyorum; Güzel bir sonuç aldılar, gerçekten göğsümüz kabardı. Böyle Kıbrıs davasına sahip çıkan milli ve yerli bir konseptle işbaşına geldiği için ve bu fikirleri müdafaa ettiği için öncelikle sayın cumhurbaşkanımıza sonsuz saygılarımı sunuyorum. Bizim Kıbrıs davamız malum çok eskilere dayanıyor ve Türkiye için yavru vatandı. Her zaman Kıbrıs’ın yanında olduğumuzu, Kıbrıs’ın Türkiye için vazgeçilmez olduğunu Karadeniz teknik Üniversitesi olarak her zaman yanında olduğumuzu bildirmek istiyorum.”
Trabzon Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Emin Aşık Kulu da konuşmasında, Kıbrıs davasının, tüm Türkiye’nin davası olduğunu ifade etti. Türkiye ve KKTC arasında başarılı gelişmelere imza atılacak bir dönemin başlangıcında olunduğunu vurgulayan Kulu, Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’a başarılar diledi.
“TC-KKTC ilişkilerinde yeni bir dönem…”
İstanbul Aydın Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yadigar İzmirli, Türkiye ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında yeni bir dönemin başlamış olduğunu görmekten duyduğu mutluluğu dile getirdi. İzmirli ayrıca, Kıbrıs Türk halkının haklı mücadelesinde elde ettiği kazanımların muhafaza edilerek oluşturulacak barış ortamı içerisinde, Kıbrıs’ın insan hakları ve hukukun üstünlüğü temelinde yükselen bir yapıya kavuşacağına dair inanç belirtti.
KİÜ Rektör Vekili Lale Ayşegül Büyükgönenç de, KKTC ile anavatan arasında ekonomik, siyasi, kültürel, sosyolojik birçok köprünün bulunduğunu, buna şimdi ilim köprüsünün de eklendiğini söyledi. Birlikten kuvvet doğacağını belirten Büyükgönenç, işbirliklerinin artarak sürmesini diledi.
KİÜ Mütevelli Heyeti Başkanı Selman Arslanbaş da çok faydalı bir konferans olduğunun altını çizerek, Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ile e-konferansa katılan tüm rektörlere teşekkür etti.