Ulusal Birlik Partisi Gazimağusa İlçe Başkanlığı, 26 Nisan Cuma akşamı, UBP İlçe Başkanı Sn. Olsan Oran’ın ve Yönetim Kurulunun organize ettiği törende, kuruluşunda günümüze kadar UBP Gazimağusa İlçe Başkanlığı yapmış UBP sevdalılarını ödüllendirdi. UBP’nin tarihinin oluşturulmasında büyük bir adım olan bu törende, 1976 yılında İlçe Başkanlığı yapan ben ve 2013 yılında İlçe Başkanlığı yapan oğlum Sunat Atun, birlikte, yana yana ödüllerimizi almanın gururunu yaşadık. UBP’ye inanmak, KKTC’ye inanmak, Özgürlük ve Egemenlik yolunda uğraşı vermek böylesi güzel duygularla taçlanınca çok daha gurur verici oluyor….
“KIBRIS SORUNUNUN BAŞLANGIÇ NOKTASI YUNANİSTAN’DAKİ EKONOMİK KRİZ”
Kıbrıs Sosyal Bilimler Üniversitesi (KISBÜ) 24 Nisan tarihinde Kıbrıs’ta İngiliz Sömürge Çalıştayı gerçekleştirildi.
Kıbrıs Araştırmaları Merkezi tarafından organize edilen ve KISBU öğretim görevlisi Asist. Prof. Zeki Akçam’ın moderatörlüğünü yaptığı çalıştayda, KISBÜ öğretim görevlisi Doç. Dr. Nazım Beratlı, Kıbrıs İlim Üniversitesi Mühendislik Bölümü Dekanı Prof. Dr. Ata Atun ile Araştırmacı Yazar İsmail Bozkurt birer konuşma yaptı.
Çalıştayda konuşan Prof. Dr. Ata Atun, İngiliz döneminde İngiliz Döneminde Kıbrıs’ın kaderinde rol oynayan Yunanlı Generaller ile Yunanistan’ın Kıbrıs sorunu üzerindeki etkilerini dile getirdi. Aleksandros Papagos’un, 1952-1955 arasında Yunanistan başbakanı olarak görev yaptığını anlatan Atun, Yunanistan’da ekonomik sorunlar büyüyünce, General Papagos hükumetinin karşı karşıya bulunduğu ekonomik güçlükleri halkına unutturmak ve dikkatlerini başka tarafa çekmek için Kıbrıs adasına yöneldiklerini kaydetti. Papagos’un, İngiliz Koloni idaresine karşı Kıbrıslı Rumların başlattığı silahlı tedhiş hareketine her tür desteği verdiğine dikkat çeken Prof. Dr. Ata Atun, sözlerini şöyle sürdürdü: “Yunanistan’da siyasi karmaşa ve iktidar mücadelesi devam ederken, 1951 yılında ‘Yunan Canlanışı’ adlı bir parti kuran Mareşal Alexandros Papagos’un perde arkasındaki desteği ile Atina’da kurulan gizli ‘kurtuluş’ komitesi, 2 Temmuz 1952 tarihinde Başpiskopos Makarios’un başkanlığında bir araya geldi. Toplantıya Yorgos Grivas, Yorgos Stratos, Loizidis kardeşler, Kıbrıs asıllı General Papadopoullos, Albay Aleksopoullos, eski bir ‘X’ örgütü üyesi, bir hukukçu ve Atina Üniversitesi’nden iki profesör katıldı. 19 Kasım 1952’de Yunanistan’da Kıbrıs konusuna duyarlı bir politikacı olan Papagos’un iktidara gelmesi, Enosis isteklerinin canlanmasına yol açtı. Bunun yanında, İngiltere Dışişleri Bakanı Eden’in geçirdiği bir hastalıktan dolayı dinlenmek için Yunanistan’a gelmesi, Başbakan Papagos’a düşüncelerini Eden’e kabul ettirme fırsatını verdi. Grivas Ekim 1952 tarihinde incelemelerde bulunmak üzere adaya gelmiş ve Şubat 1953 tarihine kadar tam beş aya yakın bir süre Kıbrıs’ta kalarak İngilizlere karşı silahlı bir mücadelenin nasıl yapılabileceği konusunda incelemeler yapmıştı. Küçük bir ülke olan Kıbrıs’ın arazi darlığını dikkate alarak küçük gruplardan oluşan biri sabotaj, diğeri de doğrudan silahlı çatışmalara girecek iki ayrı gerilla birliğinin oluşturulmasını Papagos’a ve Makarios’a önerdi. 13 Mart 1953 tarihinde yeniden bir araya gelen komite Yorgos Grivas’ı resmen silahlı mücadelenin komutanı ilan edince silahlı mücadele için düğmeye basıldı.”
“RUM İŞÇİLER TAŞKINLIK YAPTI, TÜRKLER İŞTEN ÇIKARILDI”
Kıbrıs adasında, 31 Mart 1955 tarihinde gece yarısından sonra adanın çeşitli kentlerinde aynı anda büyük puntolarla yazılan “İNGİLİZ ZULMÜNÜ BERTARAF ETMEK İÇİN MÜCADELEYİ BAŞLATIYORUZ” pankartıyla birlikte 16 şiddetli patlama meydana geldiğini ve bu patlamaların 1974 tarihine kadar çeşitli aralıklarla devam ettiğini vurgulayan Kıbrıs İlim Üniversitesi Dekanı Ata Atun, “Kıbrıs adasında barışın bozulmasına, silahlı çatışmaların çıkmasına, kan ve gözyaşının durmamasına neden olan üç kişiden ikisi maalesef Yunanlı Generaller Mareşal Alexandros Papagos ve Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974 darbesine karar veren, Yunanistan topraklarını genişletmek açalı Kıbrıs adasını Yunanistan’a bağlamak ve Enosis’i gerçekleştirmek azminde olan Tuğgeneral Dimitrios Ioannides’dir” dedi.
Tüm bunlara rağmen Rumların ve Yunanlıların İngilizlerden sürekli destek aldıklarını anımsatan Atun,1955-1960 yılları arasında taşkınlık yapan ve olay çıkaran Rum işçileriyle birlikte hiçbir olaya karışmayan, işlerini aksatmayan Türk işçilerinin de “işçiler arasında ayrım yapılamayacağı” gerekçesiyle İngiliz Yönetimi tarafından işten çıkarılmasını örnek gösterdi. Kıbrıs sorununun temelindeki İngiliz ve Yunan etkilerine dikkat çeken Atun, Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşuna kadar adada bulunan İngiliz Yönetiminin, bir yandan Rumlara “siz çoğunluksunuz, yönetim sizin hakkınız” derken Türkiye yönetimine de “Kıbrıs adası ile Türkiye’nin arası 60 mil, burası size düşer, haklarınızı arayın” diyerek ikili oynadığını sözlerine ekledi.
KKTC Üniversiteleri üzerinde oynanan oyunlar
Dr. Yurdagül ATUN
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) üniversite sektörünün yükselmesi ve öğrenci sayısının tahminlerin üzerine çıkması içten, dıştan birilerini rahatsız etmiş olmalı ki, karalamalar başladı.
Şubat ayında BBC News’ten İvana isimli bir muhabir KKTC’deki Nijeryalılarla konuşarak onların şikayetlerini haberleştirmişti. Geçtiğimiz günlerde de KKTC’de 8 gün kalan birine diploma verildiği haberi servis edildi basına. YÖK’ün açıklamasından cımbızla çekilen bir bölüm haberleştirilerek, üniversitelerimizi itibarsızlaştırma sürecine destek verildi birilerince.
Şubat ayında yayımlanan röportajla ilgili bir yazı yazmadım zira geçtiğimiz yılın Şubatında yayımlanan “Nijeryalı cinayetinin sorumlusu sadece çocuklar mı” başlıklı yazımda röportajın cevabı vardı.
Ne var ki bu karalamaların basit bir tesadüf olmadığını düşünerek, BBC’deki baştan sona çelişkilerle dolu röportajı yanıtlamaya başlıyorum;
“Bu adada hayatta kalma mücadelesi veriyorsunuz” demiş 20’li yaşlardaki Nijeryalı öğrenci Lovli. Kimmiş bu Lovli? Lovli, daha iyi bir yaşam kurmak için kocasını ve iki çocuğunu geride bırakarak KKTC’ye “Öğrenci” adı altında gelen biri!
Lovli’nin buradaki yaşamı kendisine vaat edilen hayata uymamış!
Nijerya’daki kocasının bir arkadaşı Kuzey Kıbrıs’taki üniversiteler için acentelik yapıyormuş. Lovli’ye 1.500 dolar karşılığında eğitim görebileceği ve bir iş bulup ailesine para gönderebileceğini söylemiş.
Kuzey Kıbrıs’a geldiğinde, zar zor biriktirmiş olduğu ve eğitim masraflarını karşılayacağını umduğu para sadece ilk taksite yetmiş!
Nijerya’da bıraktığı ailesine gönderecek parası kalmadığı gibi geri dönecek bilet parası da bulamamış!
Röportaj tam anlamıyla akıl tutulması.
Birileri çıkmış, ‘eğitim’ için KKTC’ye gelen öğrencilerin neden yasadışı bir şekilde çalıştırılmadığının hesabını soruyor!
Öğrenci acentesinin yanlış bilgilendirmesi sorgulanabilecekken, Nijerya’dan öğrenci adı altında gelen kişilere neden öğrencilik dışında esneklik gösterilmediğini sorguluyor birileri.
Zimbabveli din adamının, Kuzey Kıbrıs’a gitmeyi planlayan öğrencilere yaptığı “Çocuğunuzu buraya gönderecekseniz sağlam bir bütçenizin olması gerekiyor. Onları cennet bir yeşil adaya gönderdiğinizi sanmayın” uyarısını başka bir yerinden anlayıp KKTC düşmanlığının arka planını oluşturmaya çalışan muhabire bu haberin neden yaptırıldığı şu sözlerden iyice anlaşılıyor: “Lovli, sadece Türkiye’nin tanıdığı Kuzey Kıbrıs’taki 120 bin öğrenciden biri. 300 bin nüfuslu bir yer için kalabalık bir öğrenci nüfusu bu. (Neden rahatsız oldun diye sormak lazım!) Kıbrıs, Yunanistan’da iktidarda olan milliyetçilerin desteklediği askeri darbeye karşılık olarak 1974’te Türk ordusunun müdahalesi sonrası ikiye bölünmüş durumda. 1983’te bağımsızlığını ilan ettikten sonra Kuzey Kıbrıs’a uluslararası ambargo uygulanmaya başlandı. Ama ülke Türkiye’den destek alıyor. Bir de üniversite diplomalarının kabul görmemesi riski var.”
Gerçekten eğitim almak için KKTC’yi seçenleri tenzih ederek, Nijeryalıların neden KKTC’yi seçtiklerinin, daha açığı eğitim almak için değil, şaibeli-şaibesiz iş alanlarında çalışmak için adada bulunduklarının bu röportajdan iyice anlaşıldığını söylemeliyim. Ki, bundan 3 yıl kadar önce, Nijerya Büyükelçisi KKTC ziyaretinde Doğu Akdeniz Üniversitesi yetkililerine 500 kişilik öğrenci listesi vererek bizim yetkilileri uyarmıştı. Yaşam koşullarının DNA’larına savunmacı, agresif, saldırgan kodlar hediye ettiği bu gençlerin çeteleştiği ve KKTC’ye okumak amacıyla gelen Nijeryalı öğrencileri de rahatsız ettikleri de iddiadan çok öte. Nitekim birilerinin çıkıp en basiti evde birbirlerini yaralama, camdan atma olmak üzere işledikleri suçlar hemen hergün gazetelerimizin üçüncü sayfalarında yer alan bu kişilere “siz eğitim için geldiyseniz eğitim alacaksınız. Dünyanın her yerinde bu böyledir” demek yerine, “ülkelerinden gelirken hayal ettikleri illegal koşulların sağlanmasında zorluk çıkarıldığı” temalı haberlerle KKTC’deki üniversiteleri sorgulaması akla ziyan…
**
Öte yandan, YÖK Tanıma ve Denklik İşleri Daire Başkanlığınca hazırlanan “Diploma ve Derece Denkliğinde Gelişmeler ve Zorluklar” konulu bilgilendirme broşürünün içinden seçilen “KKTC’de 28 gün kalan bir öğrenci ‘özel eğitim’ alanında tezli yüksek lisans, yine KKTC’de 9 gün eğitim alan başka bir öğrenci ise yüksek lisans diploması alarak YÖK’e denklik başvurusunda bulundu” ifadelerinin, KKTC kısmı öne çıkarılarak yayımlanmasının da artniyetli olduğunu düşünmemek imkansız. Yaklaşık 120 bin öğrencinin öğretim gördüğü bir ülkede iki öğrenciyle genelleme yapılmasının ardında çok farklı hesaplar olduğu kanaatindeyim. Mesela; Türkiye’deki özel üniversite sayılarının artmasıyla, oradaki üniversite sahiplerinin, öğrencileri KKTC’ye kaptırmama adına YÖK’e baskı yaptığı gibi… Bizdeki bazı üniversite sahiplerinin rakip olarak gördükleri bir üniversiteyi itibarsızlaştırma çalışmaları gibi… vs. vs.
KKTC’deki üniversiteleri sıkı sıkıya denetleyen,- şikayetimiz yok- kabul için gereksiz sayılabilecek birçok kural ekleyen YÖK, Türkiye’nin, buradaki üniversiteleri desteklemesinin altındaki ulvi nedeni bilecek kadar donanımlıdır diye düşünüyorum. Zira üniversiteleri itibarsızlaştırmak, gelecek öğrenciye ket vurmak, KKTC ekonomisine vurulacak en büyük darbe olur ki, bunu da, Kıbrıs’ın birleştirilmesi adına ekonomik argümanları kullananların dışında kimse istemez zannımca!
Dr. Yurdagül ATUN
Yabancı Büyükelçiliklere Kıbrıs dersi
Prof. Dr. Ata ATUN
Kıbrıs İlim Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı ve Uluslararası Politika Uzmanı Prof. Dr. Ata Atun, Ankara’da görev yapan yabancı büyükelçileri ve elçilik misyonlarını Kıbrıs sorununun geçmişi ile Türkiye’nin Akdeniz’deki hakları üzerine bilgilendirdi. Moderatörlüğünü emekli büyükelçi Yiğit Alpogan’ın yaptığı toplantıda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Ankara Büyükelçisi Kemal Köprülü ile, Türkiye’de görev yapan yabancı Büyükelçiler, büyükelçi yardımcıları ve yabancı misyon hazır bulundu.
Türkiye’nin başkenti Ankara’da görev yapan büyükelçiler ve elçilik temsilcileri, Kıbrıs sorununun temeli ve bugün gelinen nokta üzerine bilgilendirildi. KKTC Ankara Büyükelçiliği ve Türkiye’nin önemli fikir kuruluşlarından AVİM (Avrasya İncelemeleri Merkezi) tarafından organize edilen bilgilendirme toplantısı, Ankara Çankaya’da bulunan AVİM binasında gerçekleştirildi.
Fransa, İsviçre, Almanya, Hollanda, Portekiz, Slovakya, Suudi Arabistan, Romanya, Letonya, Avusturya, Karadağ, Azerbaycan Büyükelçi ve büyükelçi yardımcılarının katıldığı bilgilendirme toplantısına Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile İngiltere Büyükelçilikleri ikişer kişiyle katılım gösterdi.
AB Türkiye Delegasyonu tarafından da izlenen toplantıda konuşan Prof. Dr. Ata Atun, Kıbrıs sorununun, Rum ve Yunanların iddia ettiği gibi 1974’te başlamadığını vurguladı. Rumların Megali İdea’dan kaynaklanan (Büyük ülkü) Enosis saplantılarının (Adanın Yunanistan’a bağlanması) 1930’lu yıllardan itibaren adada huzursuzluğa sebep olduğunu anımsatan Atun, Rum tedhiş örgütü EOKA’nın faaliyete geçtiği 1955 yılından itibaren adada kan ve gözyaşının eksik olmadığını ifade etti.
“Türkiye’nin Kıbrıs’taki statüsü yasal”
Kıbrıs Türklerinin 1974 yılına kadar yaşama hakkı dahil birçok haklarının gasp edildiğini belirten Prof. Dr. Ata Atun şunları söyledi: “Kıbrıs Türkleri adada tam anlamıyla soykırıma uğramışlardır. 1960 yılında kurulan ortaklık cumhuriyeti anlaşmasına hiçbir şekilde uymayan Rumlar, Türkleri eşit ortak olarak göremeyeceklerini kaydederek, Türklerin eşitliği garanti altına alan 13 maddeyi değiştirme yoluna gitmişlerdir.
Bu 13 maddeyi değiştirmeyeceklerini anladıklarında da silah zoruyla Kıbrıs Türklerini önce ortaklıktan, sonra da adadan atma, yok etme prensibiyle hareket etmişlerdir. Adanın yüzde 3’lük bir kısmına hapsedilen Türkler, ağır ekonomik baskılara maruz bırakılmıştır. Makarios’un talebi ile dönemin Yunanistan Başbakanı 1964 yılında adaya 20,000 kişilik bir ordu göndermiş ve bu Yunan ordusu Milli Muhafız ordusu ile birlikte 1964 yılında Erenköy’e, 1967 yılında da Geçitkale’ye saldırmıştır. 20,000 kişilik Yunan Askeri Kuvvetlerinin adadan çekilmesini emreden BM kararı BM Genel Sekreteri’nin Güvenlik Konseyine sunduğu S/8322 sayı ve 3 Ocak 1968 tarihli Raporunda yer almaktadır. Dolayısıyla bugün Türkiye’yi ‘işgalci’ olarak nitelendirenler yalan argümanlarla algı operasyonu yürütmekte, tüm dünyayı kandırmaktadırlar. Türkiye, 1974 yılında Yunanistan’dan gönderilen subayların desteği ile Kıbrıs’ta Makarios’a karşı gerçekleştirilen darbe ve sonrasında, Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi ile Türkiye’nin garantör olarak, adada 16 Ağustos 1960 tarihinde ilan edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin statüsünün bozulması durumda müdahale etmesine olanak veren Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası, EK 1, Garanti Ve İttifak Anlaşması, Madde 4 doğrultusunda anayasal hakkını kullanmıştır. Anayasanın bu maddesine göre garantör devletler, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin statüsü bozulduğu vakit, (Lağvedilmesi, bir başka ülkeye bağlanması vb…) birlikte veya tek başlarına müdahalede bulunma ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasının gereklerini yerine getirip, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tekrardan kurma hakkına sahip olmakla yetkilendirilmişlerdir.”
“Ada 1959’da bölünmeye başladı”
Kıbrıs adasının 1974’te bölündüğü yönündeki Rum tezlerinin de gerçeği yansıtmadığını ifade eden Prof. Ata Atun, “Lefkoşa’nın ilk bölündüğü tarih 1959’dur. İngiliz Koloni İdaresi çatışmaları önlemek için Baf Kapısı’ndan Mağusa Kapısı’na kadar, Ermu Caddesi boyunca tel örgüler çekmişti. Öte yandan, Rumların 21 Aralık 1963 sabahı adanın tüm yerleşim yerlerinde Türklere saldırmasının ardından 27 Aralık 1963 günü toplanan; Duncan Sandys ve İngiliz Yüksek Komiseri, Türkiye ve Yunanistan Büyükelçileri, Kıbrıs Türk ve Rum Toplumlarının temsilcileri, İngiliz hava Mareşali Sir Deniz Barnett ve adadaki İngiliz Birliklerinin Komutanı General Peter Young’dan oluşan komite bir sınır hat tespit edilmesine karar verdi. İki günlük çalışma sonrasında 29 Aralık 1963 tarihinde komisyon tarafından kabul edilen plan üzerine çizilen sınır çizgisi ile “Yeşil Hat” adı altında resmileşti ve BM kayıtlarına girdi” şeklinde konuştu.
“Türkiye’nin sondaj faaliyetleri Uluslararası Deniz Hukukuna uygun”
Kıbrıs İlim Üniversitesi Dekanı Atun, Türkiye’nin Akdeniz’deki hakları ve Rum kesiminin doğalgaz konusundaki çalışmaları hakkında da şunları kaydetti: “Türkiye’nin 1958 ve 1960 yıllarında kabul edilen 1. ve 2. Deniz Hukuku Konferansı sonuçlarına göre kendine ait olan kıta sahanlığı ve bu kıta sahanlığından kaynaklanan Münhasır Ekonomik Bölgesi, 1994 yılında, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi tarafından tek yanlı ilan edilen 3. Deniz Hukuku Konferansı (UNCLOS) kararına dayalı tek yanlı ilan edilen sözde Münhasır Ekonomik Bölgesi tarafından işgal edilmiştir. 3. Deniz Hukuku sonuçlarını 18 ülke ile birlikte kabul etmeyip imzalamayan Türkiye’nin, Kıbrıs Rum tarafının tek yanlı ve sözde ilan ettiği münhasır ekonomik bölgesi ile çakışan parsellerde sismik araştırma ve sondaj faaliyetlerine bulunması tamamen Uluslararası Deniz Hukukuna uygundur. Aynı doğrultuda KKTC’nin kendi Münhasır Ekonomik Bölgesini tek yanlı ilan etmesi, Türkiye ile Kıta Sahanlığı belirleme anlaşması yapması ve kendi Münhasır Ekonomik Bölgesinde de TPAO ile Araştırma ve sondaj anlaşması yapması, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin yabancı şirketler ile yaptığı araştırma ve sondaj anlaşmaları kadar geçerli olup, uluslararası Deniz Hukukuna uygundur.”
İngilizce gerçekleştirilen ve görsel öğelerle zenginleştirilen toplantı, soru cevap bölümüyle son buldu.
Yeni Zelanda tokadı ve KKTC
Dr. Yurdagül ATUN
Yükselen ırkçı terörizmin baş destekçileri olan, İslam ve yabancı düşmanlığından beslenen kimi siyasetçi ve medya kuruluşları, Yeni Zelanda’nın teröre ve teröriste çektiği rest karşısında suspus oldu. Sanırım ilk defa Hristiyan bir devlet başkanının, kendi dininden ve ırkından olmayan mağdurlara bu denli kucak açtığını izledik tüm dünyaca… Terör saldırasının ardından gelen ilk cuma günü, Müslümanlara destek için cuma ezanının, devlet kurumları olan Yeni Zelanda Radyosu ve Yeni Zelanda Televizyonu aracılığıyla canlı yayınlanması bir ilkti. Tüm camilerde anma etkinliklerinin düzenlenmesi, Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in Hagley Park’ta kılınan cuma namazına katılması, Hz. Muhammed’in bir hadisini okuması, başını örtmesi…
Kendi gibi düşünenler tarafından alkışlanacağını ve bir star olacağını düşünen katilin, hayatının geri kalan kısmını tek başına bir hücrede geçirecek olması da bir ilk sanki. Oysa ne güzel bir algı operasyonu yapılacak, masum sarışın çocuğun nasıl olup da böyle bir cani haline geldiği tartışılacak, masum çocuğu şeytanlaştıran dinamikler ortaya konacak, bu noktada göçler, göçmenler, göçmenliğin beraberinde getirdiği sorunlarla, İslamiyet suçlu ilan edilecekti.
Evdeki hesap çarşıya uymadı, üstüne üstlük İngiltere’de islamofobik paylaşımlarla teröre destek veren 24 yaşındaki bir İngiliz gözaltına alınınca iş değişti, Avustralyalı çirkin diplomat ve birkaç yayın organı dışında kimse ağzındaki baklayı çıkarmadı, çıkaramadı. Üstelik New York Times gazetesinin başyazısında, Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in Christchurch şehrinde meydana gelen terör saldırısına karşı tutumu örnek gösterilerek, “Amerika Jacinda Arden kadar iyi bir lideri hak ediyor” ifadeleriyle ABD Başkanı Donald Trump eleştirildi.
**
Bundan birkaç gün önce yine New York Times’ta bir makale okudum. Makalenin yazarı, Yeni Zelanda’daki kanlı eylemi gerçekleştiren Avustralyalı Brenton Tarrant’ın,“Büyük Değişiklik” başlıklı 74 sayfalık bildirisinde, 2011 yılında Norveç’te Anders Breivik tarafından gerçekleştirilen ve 77 kişinin öldüğü terör saldırısından ilham aldığını söylediğini ifade etmiş.
Yazar, Breivik’in bu eylemi şöhret için gerçekleştirdiğini, bin 500 sayfalık manifestosunun geniş bir şekilde okunmasını istediğini, Norveç’teki katliamdan sekiz yıl sonra dahi, istediği izleyici tarafından okunmaya devam ettiğini, tıklanma rekorlarının bunu gösterdiğini söylemiş.
Norveçli teröristi araştırdığında, utanç, başarısızlık, kötüye kullanma ve reddedilmeyle dolu bir hayat, çocuğun hak ettiği dikkat ve bakımı almayan bir çocuk; reddedilen, vaktinin çoğunu bilgisayar oyunlarıyla geçiren bir genç bulduğunu ifade eden yazar, izole yaşayan kızgın gencin, bir eylemden sonra tanınacağı ve kendisinden korkulacağı inancıyla saldırısını izleyici kitlesiyle paylaştığına işaret etmiş.
Yazarın, tüm olanları “kötü bir çocukluk” geçirmiş olmasına bağladığı teröristin kafası hiç de söylendiği gibi boş değil. Zira, Avrupa’nın nüfusunun azaldığını, kendi asil beyaz ırklarının Müslümanlarla harmanlandığını, yakın bir gelecekte kendilerinden olmayan göçmen unsurların kendi sayılarını geçeceğini düşünen Hitler kafalı Haçlı teröristin manifestosunda, “sarışın, mavi gözlü kadınların her birinin 12 çocuk doğuracağı doğum klinikleri” kurma hayali mevcut.
Ne diyorduk; Görüldüğü üzere terör, sadece eline silah alanların masumları öldürmesinden ibaret değil. Daha doğrusu, terörün kullandığı tek araç silah değil. Uluslararası düzen kurucuların elinde kukla olan örgüt ve kişiler yalnızca silahla değil, “PR”la, medyayla, manüpülatif/spekülatif haberlerle işi götürüyor. Profesyonel bir fotoğrafçının etkileyici kadrajı ve bir spotla “kahraman” olabileceğinin farkında olan terörist, görünür olma hayalini gerçekleştirmek için onlarca insanı katletmekten çekinmiyor. (Hele hele bir de düzen kurucuların ellerinden fotoğraf ödülü, basın ödülü, roman ödülü, film ödülü gibi ödüller alıyorlarsa…) Bu yüzden de, Amerika’nın İkiz Kulelerde uyguladığı yayın yasağını doğru bulup, bizdekileri “basın özgürlüğüne/halkın haber alma hakkına darbe” olarak nitelendirenlerin esas niyetini anlamak için çok zeki olmak gerekmiyor.
Bunlara ek olarak terör olaylarına bakış açımızın, terörün yayılmasında/önlenmesinde son derece etkili olduğunu söylemeliyim. Teröre “terör”, teröriste “terörist” diyemez ve teröristi aklama derdine düşersek, kelebek etkisine selam çakmamız olası. Bizde, (KKTC) terör örgütü propagandasını, “kitabın yasaklanması” boyutuna indirgeyerek, olayı basitleştirme, suçu örtme yarışına girenlerin, Yeni Zelanda olayından ve İngiltere’deki terörsevicinin tutuklanmasından ders almaları lazım. Türkiye’ye olan nefretlerinin, “İleri demokrasi” kisvesi altında bölücü terör örgütünü destekleme noktasına getirdiği “profesyonel etki ajanları”nın kimden beslendiğini de başka bir yazımızda ele alalım.
Dr. Yurdagül ATUN