KKTC’de büyük oyun oynanıyor
KKTC’de yaşayan Kıbrıs Türklerini Rum egemenliği altına sokmak için 17 yıl önce önce senaryosu yazılmış ve sonra da uygulamaya konulmuş, uzun vadeli sinsi bir plan, istikrarlı bir şekilde yürütülmekte.
Planın amacı Kıbrıs Türk halkını bölmek, Türkiye ve Türk halkı ile olan milli, dini, edebi, kültürel ve ırksal bağlarını koparmak, Kıbrıs adasını, KKTC toprakları dahil olmak üzere tümü ile birlikte Avrupa Birliği, diğer bir deyimle Hristiyan dünyasının egemenliği altına sokmak, adanın yer altı zenginliklerine el koymak ve coğrafi konumunu Hristiyan dünyasının çıkarlarının hizmetine sunmak.
Türkiye’yi Kıbrıs adasından çıkartmak için bu güne değin gerçekleştirilen yaptırımlar, konulan ambargolar, AB’ye girişi önüne çıkarılan engeller ve ekonomik yaptırımlara rağmen başarılı olunamayınca, çare, Kıbrıs Türk halkını Türkiye’ye karşı kışkırtmak ve uzun vadede Türkiye’ye karşı hasmane ve düşmanca duygular beslemelerini sağlayarak tereyağdan kıl çekercesine Türkiye’den kopartmak.
Son 17 yıl içinde, 2002 yılından beridir, Kıbrıslı Türkleri parçalamak, birbirine düşürmek ve anavatan Türkiye düşmanı haline getirmek için sinsice aşağıdaki uygulamalar yürürlüğe konmuş ve devam ettirilmektedir.
• Orta Eğitimde Kıbrıs Türk Mücadele tarihinin ders kitaplarından çıkarılması,
• Türkiyeli Türk, Kıbrıslı Türk ayırımının körüklenmesi,
• Türkiye düşmanlığının yaratılması ve canlı tutulması,
• Kıbrıslı Türklerde benlik ve aidiyet sorununun yaratılmaya çalışılması,
• Bazı kesimlerce PPK terör örgütüne destek verilmesi,
• Bazı kesimlerce dini inanç düşmanlığının ortaya atılması ve körüklenmesi,
• Askerlik süresi, Vicdani Ret gibi konuların bilinçli bir şekilde gündeme sokularak Güvenlik Kuvvetlerimizin ve savunma sistemimizin yıpratılması,
• Rumların için kuzeye yerleşimin kapısını açacak olan “Maronit’lerin KKTC’ye geri dönüşleri” nin gündeme sokulması,
• 450 yıllık Vakıflar İdaremizin çeşitli dedikodularla yıpratılmaya çalışılması, Rumların çeşitli evrakta usulsüzlük yaparak geçmişte el koydukları toprakların sahipliliğini meşrulaştırmak,
• Bazı çevrelerin kayıtsız şartsız Rum egemenliği altına girmenin adaya barış getireceği propagandasının yapılması,
• KKTC toprakları üzerindeki kiliselerde, her yıl sayısı ve yeri artacak şekilde ayinlere isin verilmesi,
• Türkiye’den su ve elektriğin gelmesine bilinçli bir şekilde karşı çıkılması,
• Bazı kesimlerce sürekli olarak Türk Askerinin adadan gitmesinin talep edilmesi ve dile getirilmesi,
• Bazı sendikaların KKTC’yi içten zayıflatıcı girişimlerde bulunması, yurtdışı gezilerinde Türkiye’nin kötülenmesi,
• Müzakerelerde Türkiye’nin garantörlüğü ile TSK’nın adadaki varlığının tartışmaya açılması,
• WRI örgütü tarafından, Lefkoşa’da BM’nin ara bölgedeki tesislerinde düzenlenen “Akdeniz Vicdani Ret Buluşması” toplantısında, “Rumların Kuzey’den sürüldükleri, KKTC’nin şiddet tekeli ile oluşturulduğu, Kuzey’in işgal altında, Türk askerinin ise işgalci olduğu” iddialarının ortaya atılarak basında ve medya da yer almasının sağlanması,
KKTC’de yaşamlarını sürdüren ve ataları 16’ıncı yüzyılda adanın Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethedilmesinden başlayarak günümüze kadar Anadolu’dan göç etmiş olan Kıbrıs Türk halkının bu büyük resmi görememesi ve uygulamada olan planın farkına varamaması için küçük küçük, dilimler halinde büyük planın parçalarını piyasaya sürülmekte, nifak tohumları ekilmekte, akıllar ve duygular bulandırılmakta ve bu halkımızı parçalamaya yönelik fikirler, güncel olayların üstüne bindirilerek veya da olayların içlerine sokularak kalıcı olmaları sağlanmakta.
Çok dikkate edilmesi gereken bir dönem içine girildiği kesindir.
Dört koldan KKTC topraklarını ve Kıbrıslı Türkleri direkt veya endirekt olarak Rum egemenliği altına sokmak için organize bir şekilde Kıbrıs Türk halkı üzerinde oynanan bu oyunlara hep birlikte karşı koymamız gerekmektedir.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen,
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Yunanistan’dan Türkiye’ye bakış
Eskiden, daha doğrusu 20 Temmuz 1974 Barış Harekatı öncesi yıllarda Türkiye’yi “Anavatan” olarak tanımlarken, İngiltere’yi de “Üvey anavatan” (Motherland in law) olarak tanımlar ve gülümserdik.
21 Aralık 1963 sabahı Rumlar Türklere karşı silahlı saldırıya geçtiği zaman, adadaki İngiliz Ordusu “Barış Gücü” adı altında müdahale etmişti çatışmalara. Anavatanımız olamasa da, 1878’den itibaren egemenliği altında yaşadığımızı için, kültürel, yönetsel, yargısal ve yaşamsal bağlarımızın direkt veya endirekt oluştuğu bir ülkeydi İngiltere.
Kıbrıs adasında yaşayan Rumların anavatanı olan -Rumların aslına bakıldığında tartışmalı olsa bile- Yunanistan da bizler Kıbrıslı Türkleri çok yakından ilgilendiren bir ülke. Ne zaman Rumlardan bir kötülük görsek, düşmanca tavırlarla karşılaşsak, yok edilmek, köle yapılmak, ezilmek, ikinci sınıf vatandaş durumuna düşürülmek istensek, hep bu kararların altından Yunanistan’ın planları ve askeri desteği çıkıyordu. Bu nedenle de daha çocukluğumdan beri Yunanistan’ı “Çok iyi tanınması ve bilinmesi gereken ülke” sınıfına sokmuştum kafamda İngiltere ile birlikte. Kıbrıs adasında yaşadığımız hayatımızın her aşamasında ve gününde illaki birinden birinin illaki etkisi oluyordu yaşamımıza. O yüzden de bu iki ülkenin dillerini öğrenmek farz olmuştu. Rumcam, sokak Rumcası. Yazılanları okuyabiliyorum ama yazamıyorum. Benim için Rumca küçük harf yazı yazmak ve vurgularını doğru yerlere koymak neredeyse imkansız olsa da konuşulanı anlayıp, derdimi anlatabilirim.
Uluslararası İlişkiler, bütün dünyaya da sürekli olarak günlük yaşanan politik ve siyasi olayları ve inceleyen bir bilim dalı. İnşaat mühendisliğimin yanında, uluslararası ilişkilerde akademik kariyer yapmam ve Doğu Akdeniz ile Orta Doğu’yu kapsayan, Türkiye, Yunanistan ve İsrail’i içine alan coğrafyadaki siyasi ve politik gelişmeler konusunda uzmanlaşmak istediğim için de her gün Yunanistan ve İsrail ile ilgili haberlere göz atarım. Ki, bir inşaat mühendisi olarak ne denli “Analitik” isem, uluslararası ilişkiler hocası olarak da konulara o denli vakıf olmam şart.
Neler mi var haberlerde? Mesela Yunanistan basını bu ara tam bir paranoya içinde. Ege’de, Türkiye kıyılarına yakın veya da Türk kara suları içinde yer alan ve Lozan Anlaşması ile 7 Mart 1948 tarihinde Yunanistan’ın İtalya ile imzaladığı Ege adalarının Yunanistan’a devri ile ilgili protokolün ekindeki haritanın (The Integration of the Dodecanese with Greece Agreement) içinde yer almayan, Münhasır Ekonomik Bölgeleri olabileceği varsayımı ile ada olarak nitelenebilecek küçük kaya parçalarının Türkiye tarafından işgal edildiklerine dair inanç tavan yapmış durumda. Bu inanca ilaveten de Türkiye’nin artık kendi gelişmiş saldırı ve savunma silahlarını da üretebilen bir ülke olduğu korkusu da çok yaygın.
Birçok sıradan Yunan vatandaşı Türkleri “kendilerine asla zarar vermeyecek asırlık dostlar” olarak görürken, bazı siyasiler ve gazeteciler de tam aksine Türkiye düşmanlığını körüklüyorlar.
Şimdilerde bu siyasiler ve gazeteciler kafayı, Türkiye’nin kendi imkan ve hammaddeleri ile kendi fabrikalarında ürettiği ve yazılımını da kendi mühendislerinin yazdığı İHA olarak tanımlanan, “Silahlı”, “Silahsız” ve “Keşif özellikli” İnsansız Hava Araçlarına, MİLGEM adlı korvetlerine, Fırkateynlerine, Denizaltılarına, Milli Piyade Tüfekleri ve benzerlerine (MPT), Atmaca Füzelerine, Karadan karaya, Havadan havaya, Karadan havaya ve Havadan karaya atılan balistik füzelere, Elektro Manyetik Top’a (EMT) ve diğer dünya üzerinde Türkiye dahil olmak üzere çok az ülkenin üretebildiği gelişmiş ve son teknoloji ile üretilebilen silahlara takmış durumda.
Bu paranoya tartışmalarına şu sözlerle yansımış;
– Türk ve Yeni-Osmanlıların donanmaları… Bu silahları Münhasır Ekonomik Bölgelerin kontrolünün sağlanması için kullanacaklar…
– Türkler bu silahları, Fırat ve Dicle’ye (Güneydoğu’ya) ya da Lübnan’a çıkarma yapmak için üretmediler… Hayır, bizim için üretildiler. Bu şunu gösteriyor, Anadolu’daki hesaplarını kapattıktan sonra tekrar batıdaki ilk hedeflerini hatırlayacaklar. En sondaki hedefleri de Selanik. El koymaya Ege’den başlayacaklar…
– 2018 ile 2023 arasında, bizim donanmamız sadece sona değil, Türkçe’de söylenilen ‘Aman’ durumuna ulaştığında, yani söylenene göre yedek parça yetersizliği gibi birçok şeyde zor duruma geldiğimizde ve özellikle gemilerin, silah sistemlerinin, sensörler vb. yaşlanmış materyal sıkıntıları gösterdiklerinde, Türkler askeri çıkarlarını korumak, Mavi vatan doktrini temelinde, MEB’lerini, bizden ve Kıbrıs’tan yağmalayacakları MEB’lerimizi kontrol etmek ve bizden koparacakları kaynakları fethetmeye yönelik olarak tehdit etmek için hazır olacaklar…
Bu korku dolu söylemler, Türkiye’nin kendi savunma sistemi enstrümanlarını üretmesi ve dışarı bağımlılıktan kurtulması üzerine kurulu. Bu söylemlerini, her gün, her platformda dillendirip, halkın kalbine korku salmalarının tek nedeni Türkiye’nin ürettiği silahlar, helikopterler, savunma sistemi ekipmanları. Çöpe atılacak durumdaki silahların kakalandığı, Batı ve ABD’nin, yazılımlarını yaptıkları savaş uçaklarının gelişini teröriste haber ettikleri günler geride kaldı şükür. Ne derler, kötü komşu mal sahibi edermiş…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
(Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=TkK4Fmcpbz4 veya https://www.youtube.com/watch?v=WZAcH5fiKdw
veya https://www.youtube.com/watch?v=DW7BEc7jAu0 )
Orta Doğu yeni oluşumlara gebe
1914 yılında yaşanan I. Dünya Savaşında emperyalist (yayılmacı) Avrupalıların bitmeyen hırsları ve açgözlülükleri nedeni ile asırlardır huzur ve barış içinde yaşayan Orta Doğu’da uzun zamandan bu yana kan akmakta. Akan kana ilaveten de huzursuzluk, düşmanlık, katliamlar ve göçmenlik hat safhada, insanlığın doğduğuna inanılan bu coğrafyada.
Batı dünyasında ve Doğu’da Orta Doğu derken akla gelen ülkeler Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Kuveyt. Sudan, duruma göre bazen Orta Doğu’nun bir parçası, bazen de değil. Bu devletlerin tümü de I. Dünya Savaşından sonra emperyalist Avrupalıların kurdukları ve sınırları dönemin İngiltere’nin Orta Doğu’dan sorumlu personeli MI5 ajanı Gertrude Bell adlı kadın ajan tarafından cetvelle çizilmiş Arap kabilelerinden oluşan yapay devletler. Bu sınırları harita üzerinde çizerken Gertrude Bell’in hedefi, Filistin kıyılarından Orta Doğu’ya ayak basan İngiliz Kuvvetlerinin Basra Körfezine kadar karadan İngiltere’nin kontrolü altındaki (yapay) devletlerin topraklarından kolayca geçebilmeleriydi. Nitekim de istedikleri aynen gerçekleşti.
İsrail, Türkiye ve İran, Orta Doğu kapsamının dışında bırakılmış Arap olmadıkları için. Nedense Batılı, Doğulu ve Afrikalılara, “Türkiye, İran veya İsrail Orta Doğu’da mıdır” diye sorarsanız, yanıtı ezici çoğunlukla “hayır” olmakta zira akıllarda Orta Doğu hep, Akdeniz’in doğusunda Arapların yaşadığı bölge olarak yer etmiş.
Biraz tarihe göz atacak olursak;1914 yılından 1956 yılındaki Arap-İsrail ve baryaları (Kıbrıs Türkçesinde yakın dost demektir) Süveyş Krizi savaşına kadar Orta Doğu’daki hakimiyetlerini keyifle sürdüren İngiltere ve Fransa, bu savaştan sonra, İsrail ile birlikte Mısır ordusunu hezimete uğratmış ve savaşı kazanmış olmalarına rağmen ABD’nin baskısı ile boyunları bükük olarak bölgeden ayrıldılar. Orta Doğu’nun hakimiyeti de bu tarihten sonra ABD’nin eline geçti.
Günümüzde Orta Doğu’nun kaderini belirleyen emperyalist güç İsrail. Tüm Yahudilerin kalplerinde ve akıllarında “Hittin Sendromu” adeta genetik bir olgu gibi Yahudilere sirayet etmiş. (1187 yılında, Salahaddin Eyyubi’ nin haçlı ordusunu çembere alıp kelime anlamıyla “yok ettiği”, Kudüs kralını esir aldığı, Haçlıların tümünü de denize döktüğü savaşın gerçekleştiği yerdir “Hittin.” Bu savaşın adı da “Hittin Savaşı”dır.) Bu sendromla Yahudiler, birgün Arapların gene bir komutanın liderliğinde birleşeceği ve İsrail ordusunu yenerek tüm Yahudileri denize dökeceği korkusunu içlerinde taşımaktalar.
1948 ve 1967’de yaşanan Arap-İsrail savaşlarında İsrail galip gelmiş olmasına rağmen 1973 yılında yaşanan Yom Kippur savaşında İsrail ordusu hezimete uğramış ve Tel Aviv’e doğru çekilmeye başlamışken, İsrail son çare olarak nükleer silah kullanmak kararını alınca, ABD savaşa müdahale etmiş, bir hava köprüsü kurmuş ve İsrail’e her tür askeri yardımı yaparak, Suriye, Mısır, Ürdün ve Irak’ın birlikte oluşturdukları “Arap Ordusu”nu yenmesini sağlamıştı.
Belli ki Yom Kippur Savaşı ABD ve İsrail yöneticilerine büyük bir ders verdiğinden şimdilerde Orta Doğu’ya hakim olma hedefleri biraz farklılık içeriyor. Bu ülkeler, Arap Orduları ile hiç bir zaman bitmeyecek savaşlar yapmak yerine Arap ordularını yönetmeyi ve ellerine ABD’ye ve İsrail’e karşı kullanamayacakları silahlar vermeyi planlamışlar. Bu dahiyane plan uzun vadeli ve 7 aşamalı.
Yapılan uzun vadeli stratejik planın birinci aşaması gerçekleşti ve kadife bir darbe ile Suudi Prens Muhammed Bin Salman Suudi Arabistan’ın başına getirildi.
İkinci aşama, Arap NATO’su olarak anılan Orta Doğu Stratejik İttifakı’nı ODSİ’yi (Middle East Stratejic Alliance-Orta Doğu Stratejik İttifakı ) kurmak ve parasal gücünü kullanarak bu örgütün yönetimin başına Genel Sekreter olarak Muhammed Bin Salman’ı getirmek.
Üçüncü aşama ise ODSİ Genel Sekreteri olarak Muhammed Bin Salman’ı Filistin-İsrail sorununu çözmekle görevlendirmek ve parasal gücünü kullanıp, Filistinlilerinin bazılarını paraya boğarak, bazılarını satın alarak Filistin-İsrail Barış Planını kalıcı olarak sonuçlandırmasını sağlamak. Barış Anlaşmasından sonra da Muhammed Bin Salman’ı Arap dünyasının lideri yapmak.
Dördüncü aşamada ODSİ’ye üye ülkelerden oluşan ve adı “İslam Ordusu” olacak bir orduyu kurdurmak ve bu ordunun Başkumandanlığına da Muhammed Bin Salman’ın getirilmesini sağlamak.
Beşinci aşamada İslam Ordusu’nun tüm silahlarını, -Başkomutan vasıtası ile- çoğunlukla ABD ve İsrail’den, istihbarat yazılımları ve malzemelerinin tümünün İsrail’den alınmasını sağlamak. İslam Ordunun kullanacağı vurucu gücü yüksek olan savaş uçağı, tank, balistik füzeler ve benzeri silahların yazılımlarında İsrail ve ABD dost ülke olarak yer almasını ve İslam Ordusunun hiçbir zaman ve koşulda İsrail ve ABD’ye karşı kullanılamamasını sağlamak.
Altıncı aşamada Türkiye’nin güçlenmesi ve Orta Doğu’da söz sahibi olması yaptırımlarla önlenirken, İran’ın da ambargo ile pasifize edilerek ses çıkarmamasını sağlamak.
Yedinci ve son aşama ise İsrail’in güvenliğini daha da pekiştirebilmek için sınırlarını büyütmesini gerçekleştirmek.
Bu planın gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel Türkiye ve Suriye. ABD ve İsrail için Ankara-Şam yakınlaşması, bölgede yeni bir denge ve cephe oluşmasına yol açacak, devamı olarak da Türkiye-İran-Rusya ve Suriye’den oluşacak dörtlü cephenin, belki de Sudan ve Katar’ın katılımıyla da “Altılı Cephe”nin ortaya çıkmasına yol açacak ve İsrail’in büyük Kürdistan projesi ile sınırlarını genişletmek planının suya düşmesine neden olacaktır.
Tüm bu hesapları bozacak tek durum, Ankara ile Şam’ın yakınlaşması. Ankara ile Şam yeniden yakınlaşırsa Orta Doğu’daki dengeler alt üst olacak ve uzun vadede kazananların başında da Türkiye ve Suriye gelecek gibi görünüyor.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen,
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
Zaman bencillik zamanı
Dr. Yurdagül ATUN
Televizyonda, psikolojik hastalıkların yaygınlaşmasıyla ilgili bir röportaj yapmışlar.
Muhabir sokakta dolaşan vatandaşlara “psikoloğa gidiyor musunuz, antidepresan kullanıyor musunuz” diye soruyor.
Röportaj verenlerin neredeyse yüzde 70’ine yakını hayatının bir evresinde bunalım geçirdiğini itiraf ediyor.
Kimi de, “beni üzen, bana zarar veren herkesi hayatımdan çıkardım. Sadece kendim için yaşıyorum” diyor, iyi bir şey yapmışçasına.
Kendilerince doğru olanı yaptıklarını sanıyorlar zira röportajın sonunda görüşüne başvurdukları psikiyatrist de- veya psikolog- kişilerin mutlu olması için kendilerini üzen, rahatsız eden herkesi/herşeyi hayatlarından çıkarmalarını öneriyor.
Bencilliği bir erdem olarak gören, insanın nihai ahlaki değerinin, kendi refahı olması gerektiğini savunan Ayn Rand’in “Bencilliğin Erdemi” isimli kitabı neredeyse psikiyatristlerin reçetesi olmuş.
Bu uzmanlara göre mutluluğun sırrı, bencil olmaktan geçiyor. “Mutlu olmak için biraz ‘ben’ odaklı olun. Tamam egoist olmayın ama başkaları için de yaşamayı bırakın” diyor uzmanlar. Eskinin, “büyüğünü say, küçüğünü sev, insanları kırma, ağzından çıkacak lafı tart, iki düşün bir konuş” öğretisi yerine, ben merkezli bir hayat tasavvurunu benimsetiyorlar millete.
“Sen değerlisin, sen kıymetlisin, kimsenin seni üzmesine izin vermemelisin” diyen psikoloji uzmanı, karşıdakinin de en az onun kadar kıymetli olduğunu, her bireyin ailesinin biriciği olduğunu unutuveriyor bu bencillik aşısını yaparken.
“Sen kendine yetersin” diyor uzman. Bu gazla egosu şişirilen, haz ve mutluluğu hayatın mutlak ilkesi yapma yolundaki danışan/hasta da sahip olduklarıyla gururlanıp, kendi kendine yeteceğini sanıyor. Kimseyi umursamama, fazla üstüne geleni hayatından çıkarma fetvası alınca da “bunalımdayım, üstüme gelmeyin” tehdidiyle etrafı susturuyor. Susturamadığıyla da görüşmüyor.
***
Okuduğum ilkokulun mezunları bir grup kurmuş, ben de üye oldum. İlkokul arkadaşlarımdan biri, öğretmenimizin çok dayak attığını, neredeyse dövmediği öğrenci kalmadığını yazmış yorumunda. Ben o öğretmenden dayak yememiş olmalıyım ki hiç hatırımda kalmamış dayak olayı. Ama ortaokulda coğrafya öğretmenimden bir tokat yemiştim, O, ders anlatırken ben defterime resim çiziyorum diye…
Bu dayak olayını annemlere anlatmadım. Utandım her halde. Zaten anlatsaydım da “dersini dinleseydin, öğretmen haklı” diyeceklerdi.
Sadece benim öğretmenim değildi dayak atan. Okulda daha sert ve eli ağır öğretmenler vardı. Ne var ki kimsenin velisi çocuğum dayak diyor diye okula gelmezdi çünkü öğretmen ne yapsa haklıydı.
Bir keresinde bir aile büyüğümüzden, -babam, kardeşim değil, dıdının dıdısı- ilkokulda yazdığım bir şiir yüzünden tokat yemiştim. Yazdığım şiiri o yaşta bir çocukla bağdaştırmamıştı o zamanlar Ankara Mülkiye’de okuyan akraba! Annem, yanımda olmasına rağmen ses etmemişti, “bilgili adam, bir bildiği vardır” diye. Ben de bunalıma filan girmedim tokat yediğim için…
Burada dayağı savunduğum yok elbet ama dayaktan önemli bir sorunu görmezden geliyoruz: Şımarıklığın getirdiği bencillik. Jane Austen, 1914’te yazdığı “Mansfield Park” isimli romanında “Bencillik affedilmelidir” diyor ama devamı mühim; “Çünkü hiç iyileşme ümidi yok.”
Çocuklara ana baba laf söyleyemiyor ki söylese bunalıma girecek! Öğretmen hele Allah muhafaza, okuldan aldırılıp sürdürülür hattızatında. Arkadaşlarıyla kavga ettiğinde dayak yiyen değil, dayak atan olmasını istiyoruz karşı tarafın da öyle düşüneceğini es geçerek. Herkesin çocuğu sütten çıkma ak kaşık, öğretmen, arkadaşları, ailesi, çevresi suçlu.
Her istediklerini borç harç alıyoruz, aman biz çektik onlar çekmesin diyerek.
Anayı babayı azarlama hakkını kendinde bulan, ana baba üstünde tahakküm kuran, ana babaya hal hatır dahi sormayan, Türk aile yapısına uymayan bireyler yaratıyoruz kendi elimizle.
Özetle, tepemize çıkarıyoruz…
***
Diyeceğim o ki, herkesin sıkıntılı, üzüntülü, altından kalkamayacağını düşündüğü zorlu zamanları olabilir. Hepimizin olmuştur. Böyle zamanlarda doktora koşup, avuç avuç ilaç alarak, dönülmez yollara girmek yerine ağlaya zırlaya bu süreci atlatmak daha akılcı bana göre.
İkinci olarak, yaşamın kendine yönelttiği sorulara ve fırsatlara ‘ben’ cevabı veren kişilerde oluşan ‘ben arızası’nı onarmanın tek yolu, paylaşmak, karşıdakinin de en az onun kadar değerli olduğunun ayırdına varmak olacak. Ki, önce bizi biz yapan vasıfları yok edip, sonra başka kimliklere has kişilikler peydahlayan ve ellerini vatandaşın cebinden çekmeyen bir güruhun hazırladığı, nasıl ve kimin ürünü olduğu gayet iyi bilinen ‘tevil’e sığınmak yerine Allah’a ve birbirimize sığınalım derim ben. Tabi, gerçek hastaları ve bu düzenin farkında olan hekimlerimizi tenzih ederek…
Dr. Yurdagül ATUN
Kıbrıs’ta çözüm için yeni fikirler gerekli
Kıbrıs Müzakerelerinin Crans Montana’da kopmasına ve çökmesine neden olanın, Anastasiadis’in isteklerinin hiç bitmemesi olduğunu söylemiştim geçen haftaki yazımda. Karşısında her istediklerini vermeye hazır bir muhatap görünce, bir türlü isteklerinin sonunu getirmeyip, aldıkları ile yetinmedi. İşledikleri hunharca cinayetleri, yaktıkları köyleri, yağmaladıkları Türk mallarını unuttuğumuzu sanıp “Sıfır garanti, Sıfır Güvenlik” isteyince de masa Anastasiadis’in başına çöküverdi. “Görüşmelerin çökmesine neden olan adam” olarak itham edilen Rum lider, şimdi “Ben masaya oturmaya ve müzakereleri sürdürmeye hazırım” diye dört dönüyor etrafta.
Halen daha Cumhurbaşkanı Akıncı ve ekibi de Kıbrıs konusunda Federal ve Rumlarla ortak bir devletin olamayacağını bir türlü kavrayamayıp, Federasyon hedefli müzakereleri sürdürmek ve taviz vermek peşindeler. Bunun getirisinin ne olacağı da, gerçekte belli. Anastasaidis’in verdiği garanti sözüne inanılırsa, BM güvenceli Girit ile AB üyesi bir ülke olan Yunanistan’ın Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimize uyguladığı insanlık suçları ve hukuku çiğneyen davranışlarının aynısını bizler Kıbrıslı Türklere de yaşatacakları açık, hem de hiç ayırım yapmadan. Rumlar istedikleri biçimde, kendi idareleri altındaki devleti aramızdaki Federasyon hayranlarının yardımları ve destekleri ile kurduktan sonra bizleri koyacakları kefenin içine bir müddet sonra bunları da koyacaklar hiç gözlerinin yaşına bakmadan. Ki, bunu anlayabilmek ve görebilmek için tarihi biraz karıştırmak yeterli.
Uluslararası konjonktür, bölgedeki siyasi dengeler, Türkiye’nin bölgede lider konumuna yükselmesi, Rusya ile ABD’nin Orta Doğu’ya ve Doğu Akdeniz’e bakışlarının değişmiş olması nedeniyle adada kalıcı bir barışa yönelik çözümün yeni fikirlerden ve oluşumdan geçtiğinin artık herkes farkına varmış durumda. Ortak düşünce, müzakereler yeniden başlayacaksa bunun, eskinin tekrarı olmayacak bir zemin, içerik ve hedefte olması yönünde.
Bu yeni içeriğin içinde Doğu Akdeniz bölgesinde bulunduğu iddia edilen doğalgaz da yer almak zorunda. Nasıl çıkarılacağı, kimlerin söz sahibi olacağı ve satışlardan elde edilecek gelirin nasıl paylaşılacağına ilaveten Türkiye ana kıtası ile Kıbrıs adasının Münhasır Ekonomik Bölgelerinin tespiti de olmalı. Türkiye’nin onayı olmadan tek taraflı olarak Rum Yönetiminin ilan ettiği Münhasır Ekonomik Bölgeden doğalgazın çıkarılması ve satışı olanaksız. Rumlar, ABD, AB, Çin veya Rus kökenli şirketleri bölgeye davet edip sondaj ve gaz çıkarım izni vererek onları yanına çekeceği yanılgısı içinde ancak ne herhangi bir AB ülkesinin, ne de ABD, Rusya veya Çin’in, Rumların hatırına Türkiye ile bırakın savaşa girmeyi, takışmayı bile göze almayacağını herkes biliyor.
Gelelim yine Kıbrıs’a; Son 50 yıldır süren sonuçsuz müzakerelerden sonra artık Kıbrıs adasında, 1977 Denktaş-Makarios Doruk Anlaşmasından kaynaklanan, eşit kurucu ve yönetim haklarına sahip iki toplumdan oluşacak “Federasyon” tipi devletin kurulamayacağı gerçeği ortaya çıktı. Buna rağmen Rum Yönetimi ısrarla “adayı ele geçireceğimiz uluslararası ortam oluşuncaya kadar müzakereleri uzatalım” felsefesini sadıkane bir şekilde yürütüyor. Bunun için de elden geleni ardına koymuyor.
Anastasiadis, adada sürekli barışı getirecek çözümün ada üzerinde iki egemen ve bağımsız devlet kurulması olduğunu ve iki toplumun siyaseten eşit haklara sahip olacağı ortak bir devletin kurulması yönünde gayret edeceğine, olumsuz tutumları ve stratejisi nedeni ile müzakerelerin içine düştüğü siyasi çıkmazı koz olarak kullanıp, hayallerinin peşinde koşmayı tercih etmekte. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı ise hala daha Federasyon peşinde. Belirli şartların oluşması durumunda yeni bir müzakere sürecinin başlamasının faydalı olacağı ve Kıbrıslı Türklerin “bunu denedik bitti, şimdi başka şeyler düşünelim” diyebilme lüksüne sahip olmadığı inancında.
Şimdi sıra bizde, yani Kıbrıs Türklerinde. Tarihi iyi okuyarak, geçmişten ders alarak, dünya konjonktür ve siyasetini iyi takip ederek, haklarımızı koruyacak, mevcudiyetimizi tehdit eden boşlukları tıkayacak bir çözümle geleceğimizi şekillendirmemiz gerektiği gerçeğinin, “Rum’a arka çıkma, Rum’un avukatlığına soyunma” fikriyle değişmesi gerek ki, Kıbrıs Türklerinin çoğu bu görüşte.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Dr. (Ulus. İliş.) Ata ATUN
Akademisyen, Kıbrıs İlim Üniversitesi
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ataatun@gmail.com (Kişisel) , ataatun@csu.edu.tr (Akademik)
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1