26 Nisan 2004’de iyi niyetle hazırlanan Doğrudan Ticaret tüzüğü, 1 Mayıs 2004’de Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY) AB’ye girmesi ve komisyonları işgal etmesi ile bitkisel hayata girdi.
Gerçekte bu.
Yaşama şansı artık hemen hemen yok gibi.
Yanlış ve maksatlı eller işin içine karıştığı için bu Tüzüğün düşünüldüğü ve KKTC halkı tarafından beklenildiği gibi işlemesi ve görev yapması artık olanaksız.
AB Dönem Başkanlığı’nı yürüten Almanya, KKTC diyemedikleri için Tüzükte yazdığı gibi “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeleri” ile doğrudan ticaret sağlanmasına ilişkin tüzüğün hayata geçirilmesi yöntemlerini ele almak amacıyla, önümüzdeki haftalarda GKRY ile görüşmelere başlamayı planlıyor.
Tabi niye Almanya bizimle görüşmüyor ve bize bu tüzükten neler beklediğimizi sormuyor, anlaşılır gibi değil. Niye işin içinde ve görüşmelerde bizim Dış İşleri Bakanımız olmayacak veya onun da görüşü sorulmayacak, bir türlü aklıma yatmıyor.
AB insan hakları derken tablada kül bırakmıyor ama, bizi ilgilendiren bir konuyu da, bizleri adam yerine koyup bizimle görüşmüyor. Aldığı kararlar hep bizim gıyabımızda ve Rumların insafına bağlı.
İşin açıkçası, Avrupa Birliği, GKRY ile imzaladığı 10’uncu Protokol çerçevesinde tüm Kıbrıs’ı Rum egemenliğinde sayıyor ve bizi yok addediyor. Bu nedenle de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti sözlerini ağzına alamıyor ve yazılı metinlerinde de kullanamıyor. KKTC topraklarını da GKRY’nin henüz etkin kontrolünün olmadığı “Kıbrıs Rum” bölgesi olarak görüyor. Bu gün yoksa yarın bizim (AB’nin) yardımlarımız ile nasıl olsa adanın kuzey bölgeleri “Rumların etkin kontrolü altına girecek” mantığını güdüyor ve kararlarında da bunun temelini ve alt yapısını şimdiden hazırlıyor.
Şimdi yapılmakta olan nedir.
AB, adını “Yüksek Temas Grubu” koyduğu bir grup garagözün “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıs’lılar” diye tanımladığı bizlerin kanla, şehitlerle ve soykırıma uğrayarak verdiğimiz mücadelenin sonunda Ana vatanın yardımları ile kurmayı başardığımız KKTC’nin, kendisi ile doğrudan ticaret yapmasını, KKTC’nin ayrı bir devlet olduğu olgusunu kabul ederek değil, tüzükle yazıldığı gibi “Rumların henüz kontrol altına alamadıkları bölgelerde yaşayan insanlarla” ticaret yapması şeklinde görmekte. Bütün hazırlığını da bu gerçek üzerine inşa etmiş, stratejisini de buna göre saptamıştır.
Bu nedenle de şimdi görüşmeleri bizimle değil Rumlarla yapmaktadır. Onların lütfedeceklerini de güya bizim için kazanımmış gibi bizim önümüze koyacaktır.
AB tarafından alınan karar, KKTC dış satım ürünlerinin Mağusa Limanı’ndan doğrudan AB’ye ihracatı değil, bir şekilde AB’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıs’lılar ile “ticaret yapılması” mantığını taşıyor.
Görüşmelerde, KKTC’de üretilen ticari malların AB’ye ihracatının direk olarak Mağusa limanından yapılmasının masaya konması durumunda Rumların Mağusa Limanı’nın işletilmesi ile Maraş’ın Rum tarafına iadesini birbirine bağlayacağı kesin.
Büyük bir hata yaparak bu ilişkiyi geçmiş yıllarda COREPER, yani üye devletlerin temsilcilerinden veya diğer bir tabirleri büyükelçilerinden oluşan kuruluş oluşturmuştu ve Mağusa limanından (sadece) AB’ye yapılacak dış satımları, Maraş’ın 1974 öncesi sakinlerine iadesine bağlamıştı. Bu karar halen geçerli bir karar ve Doğrudan Ticaret Tüzüğünün bazı bölümlerine de temel teşkil ediyor.
Bu koşullar altında, Almanya bizi kale almadan Rumlarla bir uzlaşıya varsa bile işin sonunda ortaya çıkacak Tüzüğün son şeklinin ve uygulama koşullarının bizim beklentilerimize yanıt vermeyeceği kesindir. Doğrudan Ticaret Tüzüğü ile ilgili beklentiler içine girmek de çok büyük bir yanlış olacaktır.
Bundan sonra yapmamız gereken, Türkiye’nin de yardımları ile KKTC’nin bir varlık olduğunun dünyaca kabulü konusu üzerinde çalışmalar başlatmak ve Rumların 1796 patentli Megalo İdea’larının gösterdiği hedefe yıllarca büyük bir sabırla bıkmadan usanmadan yürüdükleri gibi, bizim de yılmadan bu hedefe doğru emin ve sağlam adımlarla yürümek olacaktır.
1974 Barış Harekatı öncesi adada yaşayanlar çok iyi bilirler, hiçbir zaman ve hiçbir koşulda Kıbrıs’lı bir Türk ile Kıbrıs’lı bir Rum arasındaki bir davada Kıbrıs’lı Türkler haklı bulunup, Rumlar cezaya veya tazminata mahkum edilmemişlerdi.
1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşmasına göre, Kıbrıs’lı bir Türk ile Kıbrıs’lı bir Rum arasındaki ihtilaflara, içinde Türk yargıçların da yer alacağı özel bir mahkemenin bakması gerekmekteydi. Ama o mahkeme hiçbir zaman oluşturulmadı ve ihtilaflı konular, Rumların 21 Aralık 1963’de gasp ettikleri sözde Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinin yasal olarak kabul ettiği ve sadece Rumlardan oluşan mahkemelerde görüşüldü ve karara bağlandı.
Tabiî ki, ceza alıp, mahkûm olanlar da hep Türkler oldu. Bu soykırım egemenliğimize ve hürriyetimize kavuştuğumuz 20 Temmuz 1974 Barış harekâtına kadar sürdü. Harekâttan sonra kendi Türk Mahkemelerimize, adil ve insan haklarına saygılı Türk yargıçlarımıza kavuştuk ve bu aşağılanma, ikinci sınıf insan muamelesi ve soykırım sona erdi.
Binatlı’daki malları Rum yönetimi tarafından istimlak edilen Ali (Kamil Rıza) Karamanoğlu’nun, istimlak edilen malları için tazminat talebiyle Rum Yüksek Mahkemesi’ne yaptığı başvuruyu öğrenince aklıma hemen, yıllarca benim gibi binlerce Kıbrıs’lı Türkün yaşadığı bu taraflı ve aşağılayıcı Rum Mahkemesi gerçeği geldi.
O soykırıma uğradığımız kötü yıllarda, istinaf için başvuracağımız Rum Yüksek Mahkemesinden başka hiç bir yer yoktu. Hakkımızı aramamız söz konusu bile değildi. Yerel Rum Mahkemesinden duyduğumuz şikayetimizi aktarabileceğimiz yegane yetkili makam gene Rumlardan oluşan Rum Yüksek Mahkemesi idi. Zaten bu güne kadar Rum Yüksek Mahkemesi de hiçbir Türk ile ilgili yerel Rum Mahkemesinin kararını bozmadı ve her hangi bir Rumu veya Kıbrıs Rum Hükümetini, tazminat ödemeye de mahkum etmedi.
Aklınıza hemen Mustafa Arif olayı gelecek.
Mustafa Arif Mutluson olayı özel bir durumdu. Yıllardır güneyde oturan ve AB vatandaşı olan Mustafa Arif, Limasol’daki 73 dönüm arazisini geri almak için yıllarca Rum Mahkemelerinde süründü. Açtığı davaya yerel Rum Mahkemesi, geleneksel olarak Türklere karşı uyguladıkları ayırımcı tavırlarına uygun olarak, “Hayır, Türk olduğun için mallarını alamazsın” kararını verdi. Yılmayan Mustafa Arif bu karara rağmen Rum Yüksek Mahkemesine başvurdu.
Rum Yüksek Mahkemesi, Mustafa Arif AİHM’ye gitmesin ve AİHM güneyde kalan Türk Mallarına hükümetçe el koyabilmeleri için 1991 yılında GKRY’nin çıkardığı 133/91 sayılı “Kıbrıs Türk Malları Vasiliği Yasası”nı lav etmesin diye zoraki olarak Rum Yerel Mahkemesinin kararını bozdu ve Mustafa Arif’e mallarının iade edilmesi kararını aldı.
Mustafa Arif aslında haklı olduğundan değil, Papadopulos’un yasal olarak başına geleceklerinden duyduğu korkudan dolayı topraklarını geri alabildi. Gerçekte ne Rum Yerel Mahkemesinin, ne de Rum Yüksek Mahkemesinin Mustafa Arif’e “Hayır” diyebilecek gerekçeleri vardı.
Mustafa Arif ancak uzun yıllar sonra, kendi özbeöz Malını, alın teriyle sahibi olduğu malını geri almaya ve kullanmaya hak kazandı.
Bu ne vakit oldu biliyormusunuz?, Kıbrıs Rum Yönetiminin 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye girmesinden çok sonra oldu.
En azından şimdi bir Avrupa İnsanlar Hakları Mahkemesi var.
Bir umut.
Aslında al birini çal birine, Al AİHM’yi, çal Rum Yüksek Mahkemesinin başına.
Şimdi sıra Binatlı’daki malları Rum yönetimi tarafından istimlak edilen Ali (Kamil Rıza) Karamanoğlu’nda.
Davanın açıldığı ve Türklerin aleyhine kararın çıktığı Rum Yerel Mahkemesinde uygulanan prosedür her tür bilinen kurala ve yasaya aykırı.
Bu mu yıllarca kapısında el pençe durulan, uğruna köprüler kaldırılan, taviz üstüne tavizler verilen, Kıbrıs’lı Türklere Annan Planı adı altında, kurduğu Cumhuriyetinden ve egemenliğinden vaz geçmesi kabul ettirilen, Avrupa Birliği ve Avrupa Birliğinin İnsan hakları.
24 Nisan 2004 Referandumundan sonra, aralarında Kıbrıs Rumları olmadığı için iyi niyetle AB tarafından çıkarılan Mali Yardım ve Direk Ticaret Tüzükleri, aradan 4 gün geçip de Rumların da AB’ye katılmasından sonra, tam anlamı ile battos oldu. (tamir edilemeyecek şekilde bozuldu)
Rumlar AB’ye girer girmez her iki tüzüğün de çalışmaması için ellerinden geleni yaptılar ve koydukları engellerle bunda çok başarılı da oldular.
Zaten diğer AB üye devletlerinin, Kıbrıs’ta nelerin olduğunu ve nelerin cereyan ettiğini pekte merak ettikleri yok. KKTC’nin ambargo altında yaşadığı, izolasyonlarla dünyadan koparıldığı çok da umurlarında değil.
AB tüzüğünde KKTC diye bir terim yer almadığı için “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeleri” ile Avrupa Birliği (AB) arasında doğudan ticaret konusunun görüşüleceği AB Dışişleri Bakanları toplantısına çok az bir süre kala Rum tarafı, Maraş konusunu yeniden masaya koydu.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Mağusa Limanı’nın işletilmesi ile Maraş’ın Rum tarafına iadesini birbirine bağlamakta ısrarlı ve bunun gerçekleşmesi için elden geleni de yapıyor.
Bu isteklerini, üzerine inşa ettikleri sağlam gerekçe COREPER kararı. COREPER, yani üye devletlerin temsilcilerinden veya diğer bir tabirleri büyükelçilerinden oluşan kuruluş, Mağusa limanından (sadece) AB’ye yapılacak dış satımları, Maraş’ın 1974 öncesi sakinlerine iadesine bağlamıştı.
Şimdi Rumlar, 22 Ocak pazartesi günü AB Dışişleri Bakanları’nın “Ticaret gündemi” ile yapacakları toplantıda Mağusa limanının AB ile direk ticarete açılmasının gündemde yer alması durumunda bunun geçmişte COREPER tarafından belirlenen çerçevede, yani Maraş’ın Rumlara iadesiyle ortak ve eşzamanlı olmasını talep ediyorlar.
Doğrudan Ticaret Tüzüğü, komisyon tarafından hazırlanıp sunulduğu ilk şekli ile limanlara ve de havaalanlarına atıfta bulunmuyordu. Mağusa Limanı’nın açılması gündeme getirildiği vakit, Rumlar müdahale ettiler ve alttan girip üstten çıkarak, Mağusa Limanının açılmasına karşılık Maraş’ın da 1974 öncesi Rum sakinlerine iadesini işin içine soktular ve konuyu bir paket halinde gündeme getirdiler. COREPER oy birliği ile, Mağusa Limanı’nın açılmasının Maraş kentinin iadesine bağlı olacağı yönünde bağlayıcı bir kararı aldı. Bu karar yürürlükte ve halen geçerli. Rumlar işte bu kararı şimdi öne sürüyorlar.
Her ne kadar Avrupa Komisyonu Komiseri Olli Rehn, Maraş’ın yasal sakinlerine iadesinin doğrudan ticarete ilişkin istişarelerden ayrı bir konu olduğunu ve bunun her zaman BM prosedürlerinin bir parçasını oluşturduğunu söylüyorsa da Rumlar isteklerinde ısrarlı. Ya Maraş iade edilir, ya da Doğrudan Ticaret olmaz diyorlar.
Görünen köy kılavuz istemez. Aynen Mali Yardım Tüzüğü gibi bu Doğrudan Ticaret Tüzüğü de Rumların koyduğu engellerden dolayı işlerlik kazanmayacak.
Elde şu anda bu konu ile ilgili hiçbir metin veya taslak yok. KKTC hükümetine veya KKTC’yi tanımadıkları için kendi deyimleri ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeleri’ndeki her hangi bir “Sivil Toplum Örgütü”ne üzerinde çalışılması ve karşı görüş bildirmesi için verilmiş herhangi bir belge de yok. Anlaşılan KKTC’den veya Kıbrıs’lı Türklerden görüş istemiyorlar. Sanki Mağusa limanı Kuzey Kıbrıs topraklarında değil de Peru’da.
Dedik ya, KKTC veya Kıbrıslı Türkler, AB devletlerinin umurunda değil diye, AB’lilerin her hareketi ve davranışı bunu ispatlıyor zaten.
Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu Başkanı Marc Pierini, 22 Ocakta yapılacak AB Dış İşleri Bakanları toplantısında AB’nin KKTC ile doğrudan ticaret başlatmasına karar verilmesini beklediğini söyleyip, KKTC halkına bir AB balonunu daha yutturmaya çalışıyor. Üstelik birde “Bu, AB’nin KKTC için atacağı ilk ciddi adım olacaktır” diyerek sanki önemli bir şeyler söylüyormuş havasını da verdi sözlerine.
Doğrudan Ticaret Tüzüğü ile ilgili 22 Ocakta AB’nin kodamanlarının alacağı karar, aynen ikiz kardeşi Mali Yardım Tüzüğü gibi hiçbir işe yaramayacak. Zaten Avrupa Birliği Dışişleri bakanları, Malî Yardım Tüzüğünü, beraber doğduğu kardeşi Doğrudan Ticaret Tüzüğünden ayırmakla her ikisini de tarihin “İşe Yaramaz Tüzükler ve Kararlar” mezarlığına çoktan gömmüşlerdi.
Gözle görünün o ki, Mali Yardım Tüzüğünden şimdilik bu çalışmaların bürokratik işlemlerini yapan AB şirketleri karlı çıktı. Milyonlarca Avro, bu şirketlerin personeline verilecek maaş şeklinde deve olmak yolunda emin adımlarla yürüyor. Aynen ABD’nin 30 milyon dolarlık Mali yardımı gibi. Bu yardımdan KKTC halkı daha “1 tek Cent” bile almadı. Tüm para bu işi üstlenen Amerikan şirketinin personeline maaş olarak gitti. Bu da öyle olacak.
22 Ocak’ta uygulanabilir hale geleceği iddia edilen Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün, Rumların isteklerine göre uygulanacağından kesin olarak emin olabilirsiniz.
Zaten daha tüzüğün başlığı bile, daha doğduğu günden bize kazık atmaya yönelik.
Başlık aynen şu kelimelerden oluşmuş. “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeleri ile ticareti düzenleyen özel koşullara ilişkin, KONSEY TÜZÜĞÜ”. Yemede yanında yat bu başlığın.
İşin açıkçası, bizim dört elle sarıldığımız ve yaşaması için her şeyimizi feda etmeye hazır olduğumuz “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”, AB için yok ve bir mana bile ifade etmiyor. Dilleri bir türlü KKTC demeye dönmüyor. Sağ olsunlar bizim son dönem yöneticilerimiz de KKTC adını ağızlarına almamaya çok gayret ediyorlar. Ellerinden gelse KKTC’yi lav edecekler ama şimdilik herhalde biraz erken ki, bir türlü dile getirip deneyemiyorlar.
Doğrudan Ticaret Tüzüğünü iyice okuduğunuzda, her ne kadar Kıbrıs Türk Ticaret Odası (KTTO) geçerli belgeyi vermeye yetkilendirilmiş gibi gözükse de, daha giriş bölümünde yetkili merci tanımlaması yapılırken “Kıbrıs Türk Ticaret Odası veya yetkili kılınan başka bir kurum” cümlesine yer verilmesi gereği duyulmuş.
Bundan maksat, birilerinin K.T.T.Odasını sahte belge vermekle itham edebilmesine kolaylık sağlamak ve bu iddiayı temel alarak, belgelerin giriş bölümündeki tanımlamaya göre kendileri tarafından verilmesini talep etmesine kapı açmak.
Yetkili kılınan bu “başka kurum”un, başında bir Rum bulunan AB Kıbrıs ofisi olacağından benim hiçbir şüphem yok. Maksat kendi topraklarımızda bizim egemenliğimizi yıkmak ve Kıbrıs’lı Türklere “KKTC”yi ve onun kurumlarını, başlarına vura vura yok saydırmak.
İşin sonunda gerekli onay belgelerinin Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti bölgesindeki AB ofisinden veya onun temsilcilerinden alınması koşulu getirilirse hiç şaşmamak gerektir. Zaten senaryo da aynen böyle. KKTC’nin var olmadığını Kıbrıs’lı Türklere, bir şekilde boğazlarını sıkarak ve onurlarını ayaklar altına alarak kabul ettirmek.
Zaten Madde 1., fıkra 1.1, fıkra 3, fıkra 5 ve fıkra 6’yı okursanız, KKTC’den veya Tüzükteki adı ile “Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti’nin etkili kontrolü altında olmayan bölgeler”inden bu koşullar altında AB’ye hiçbir ticari malın gönderilemeyeceğini veya ancak çok az sayıda ve kısıtlı çeşitlilikteki malların gönderilebileceğini net bir şekilde anlarsınız.
Maksat verilen sözü tutmak ama Rumlar ile Yunanlıları gücendirmemek için Doğrudan Ticaret Tüzüğüne işlerlik kazandırmamak.
Beni bu düşüncelere yönlendiren Doğrudan Ticaret Tüzüğünün ilgili maddeleri aşağıda. Varın siz de kendi algılamanıza göre kararınızı verin.
Madde 1
1.1. 2913/92 no.lu Konsey Tüzüğü’nün 23 ve 24. maddeleri çerçevesinde, Bölgeler menşeli ve doğrudan doğruya oradan nakledilen ürünler, 2. maddede atıfta bulunulan belgeyle desteklendikleri ve ihracat iadeleri ve müdahale önlemlerine tabi olmadıkları sürece, yıllık vergi kotalarının sınırları içinde eşit etkiye sahip olan gümrük vergileri ve masraflardan muaf tutularak, Topluluğun gümrük bölgesi sınırları içinde serbestçe dolaşabilecektir. Bu, ithalata ilişkin dolaylı vergilere halel getirmeyecektir.
3. Topluluk mevzuatının veterinerlik mevzuatına tabi olan canlı hayvanların ve hayvansal ürünlerin Bölgelerden Topluluğa girişi, yeterli veterinerlik ve kamu sağlığı standartları sağlanana kadar yasaklanacaktır.
5. Gıda güvenliğine ilişkin nedenlerden dolayı, Ek IV de listelenen Komisyon Kararları kapsamında olan ürün çeşitlerinin Bölgelerden Topluluğa girişi yasaklanacaktır.
6. AB ticari savunma tedbirlerine tabi ürünlerin, bu tedbirlere tabi olan maddeleri içeren ürünler de dahil olmak üzere, Topluluğa girişi yasaklanacaktır.
Özetle, “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıslılar!” her ne kadar biz kapılarımızı açtıysak da, AB’ye hiçbir ticari mal satamayacak denmektedir bu tüzükle.
Doğrudan Ticaret Tüzüğü, “‘İzolasyonların kaldırılması” veya “Ambargoların delinmesi” şeklinde de asla algılanmamalıdır.
Bu tüzük sadece kağıt üstünde, AB ile “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıslıların!” ticaret yapması ile ilgilidir. Her ne kadar ticaretin yapılacağı söyleniyorsa da, bu yıllardan beridir süre geldiği gibi tek yönlü bir ticarettir ve sadece AB’nin “Kıbrıs’ın kuzeyinde mahsur kalmış Kıbrıslılara” mal satması şeklinde gerçekleşmeye devam edecektir.
Gerisi, süslenip püslenmiş bir AB aldatmacası olarak dünya klasikleri arasına girecek “hikaye”dir.
Cumhurbaşkanı Talat’ın son Lokmacı harekâtı hem KKTC’de hem de Türkiye’de bayağı olumsuz dalgalar ve mesajlar yaydı. M. A. Talat ile TSK arasında bir savaşa dönüşen bu “köprü ve barikat krizi”, KKTC’de büyük bir kitleyi çok olumsuz etkiledi.
KKTC’deki sessiz çoğunluğun gönlünde yer etmiş olan TSK’yı Talat’ın bir öcü bir göstermeye çalışması kendisine çok puan kaybettirdi. Aynı şekilde Türkiye’deki önde gelen siyasilerin bir çoğu da konuya aynı görüş açısından bakıyor.
Zaten bu olay, Talat’ın TSK’ya karşı, daha doğrusu hem Güvenlik Kuvvetlerimize hem de Türk ordusuna karşı ilk hasmane vukuatı değil.
Hatırlarsanız bir evvelki ramazan bayramında, Kıbrıs Türk Liderliğinin 1963’den beri Sancaktarla birlikte, 1974’ten beridir de Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanı ile beraberce kabul ettikleri Bayram kutlamalarını, halka sormadan, halkın nabzını yoklamadan hükmi karakuşi bir kararla kaldırdı. Tabi halkın buna tepkisi çok kötü oldu ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanını ve yanındaki generallerini Ortaköy’deki Alayın salonunda kutlamaya gidenlerin sayısı, Cumhurbaşkanı Talat’ı kutlamaya gidenlerin sayısını neredeyse üçe katladı.
Bir diğer olay da 15 Kasım 2006 günü, KKTC Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının bir parçası olan Lefkoşa’daki törende, Güvenlik Kuvvetlerine mensup Albay Barsakçı’nın yaptığı konuşmayı “Bu konuşmadan benim haberim yok” bahanesi ile CB Talat’ın alkışlamaması idi. Tören hazırlıkları provasının 4 kez yapıldığı, tüm provalarda Cumhurbaşkanlığı’ndan yetkililerin de katıldığı ve de listenin de her defasında CB Talat’a gönderilmiş olduğunun sonradan resmen açıklanması, CB Talat’ı bu konuda büyük bir şaibe altında bıraktı.
Ve son olarak da son bir haftadır yaşadığımız “Lokmacı Köprüsü” olayı. Lokmacı köprüsü olayında CB Talat hem kendi çok yönlü kaybetti hem de KKTC’ye dış ilişkilerde çok şeyler kaybettirdi. KKTC’de yaşayan büyük bir çoğunluk, artık yüksek sesle KKTC’nin onurunun zedelendiğinden bahsetmektedir.
Artık boşuna AİHM’de, “KKTC Türkiye’nin bir alt kuruluşu değildir” tezimizi savunamayacağız. Talat bu son hareketi ile “KKTC’nin egemen bir devlet olmadığını ve Türkiye’nin bir alt kuruluşu olduğunu” adeta ispatlamış oldu. Zaten Başbakanlığından beridir gazetelere ve medyaya yansıyan sözleri ve tavırları, KKTC’ye inanmadığı yorumuna çok açıktır.
Ve tabiî ki Papadopulos da bu işe bayıldı. Lokmacı köprüsü krizi yıllardır KKTC’yi saf dışı edip, görüşmeleri direkt olarak Türkiye Hükümeti ile yapmak için adeta canını bile vermeye razı olmuş Papadopulos’un ekmeğine bal sürdü. Hem de ne bal. Kalınlığı tam bir parmak olan “Anzar” balı sürdü.
Rum siyasiler de hiç vakit kaybetmediler ve bu “Altın Fırsatı” çok iyi değerlendirdiler. DISY başkanı Anastasiadis dünkü açıklamasında, Lokmacı Barikatı’ndaki köprünün kaldırılması konusunda yaşananları, “Kıbrıslı Türklerin, Türkiye’nin Kuzey’deki kurulu düzenine ve askere karşı bir direniş eylemi olduğunu” ileri sürerek, Avrupa Parlamentosu içinde üyesi oldukları Sosyalist gruba hemen bir mesaj verdi.
Hiç fırsat kaybetmeyen GKRY Hükümet Sözcüsü Hristodulos Paşardis de, Lokmacı köprüsü krizi ile Cumhurbaşkanı Talat’ın “yetkili olmadığı”nın ortaya çıktığını iddia ederek, artık Papadopulos-Talat görüşmesinin anlamsız olacağını açıkladı. Yani Talat kendi kendini saf dışı bıraktı Kıbrıs görüşmelerinden. Zaten “Fin önerileri” de görüşülürken, Talat masada olacağına, “maçı” sarayındaki TV’den seyretmişti.
Propaganda meydanı kendisine altın tepside sunulmuş olan Paşardis, “Sn. Talat’ın tek başına karar verme olanağının ne kadar olduğunu bilmiyorum. Ancak Kıbrıs sorununda ilk ve son sözün Ankara’ya ait olduğuna inanıyor, bundan da kimsenin şüphe duyduğunu zannetmiyorum.” diyerek hem üyesi olduğu AB ülkelerine hem de dünyaya, “Kıbrıs Sorunu görüşmelerinde” muhataplarının KKTC değil, Türkiye olduğunun ve bu gerçeğin son Lokmacı Köprüsü olayı ile de ispatlandığının mesajını resmi yoldan verdi.
GKRY dün yaptığı resmi açıklama ile, Lokmacı Barikatının açılmasıyla ilgili girişimin Türk tarafına değil, kendilerine ait olduğunu ve (CB Talat tarafından plansız ve programsız olarak) yasa dışı yapılmış olan bu köprünün, gene aynı kişiler tarafından yasa dışı yöntemlerle yıkılmasının, nazik bir iyi niyet göstergesi olarak alkışlanması ve Rum tarafınca ödün verilerek ödüllendirilmesinin mümkün olmayacağını belirtti.
Bu köprüyü, Rumları oldu bittiye getirmek veya bir adım önde olmak hayalini gerçekleştirmek için inşa etmekle ve sonra da işler çıkmaza girip, Rumların istekleri ve dirençleri önünde baş eğip köprüyü yıkmakla ne elde ettik.
Büyük bir “HİÇ”, prestij kaybı ve “Kıbrıs Görüşmelerinden” dışlanmak.
Şimdiki tezgah ve son adım, 1983 Anayasasının “Geçici 10.cu Maddesi”ni yani Ateş Kes’in halen devam ettiği günümüzde KTBK ve GKK’nin yetkilerini halka sormadan ve halkın görüşünü almadan Meclise getirerek tadil etmek, tırpanlamak veya kaldırmak.
Yaz aylarında yapay olarak çıkarılan politik krizin amacının ne olduğu şimdi çıktı ortaya. Çıkarılan kriz sonucunda yeni kurulacak partiye, CTP’nin oyları ile birlikte KKTC Meclisinde Anayasayı değiştirmek için gerekli olan 34 oyu sağlayacak 9 Milletvekilinin transferini gerçekleştirmek.