Adaya stratejik açıdan ilk bakan, adanın askeri stratejisini ilk değerlendiren ve askeri önemini ilk fark eden devlet yöneticisi Kanuni Sultan Süleyman olmuş.
Kanuninin gözünü açan ve Akdenizdeki bir adanın, önündeki denize stratejik açıdan hakimiyetini ispatlayan Rodos adası olmuş. Kanuni 1522’de Rodos’u alınca işin önemini iyice kavramış. Viyana’yı kuşattığı 1529 yılında, sadece ve sadece lojistik desteksizlik nedeni ile kuşatmayı kaldırmak zorunda kalmasını unutmayan Kanuni, o dönemde Kıbrıs adasının kendine yeteceğinden daha fazla zirai ürün yetiştirmesi, hayvancılığın gelişmiş olması ve bol miktarda hayvanın bulunması gerçeğini göz önüne alarak, Ortadoğuda düzenleyeceği seferlere adadan ikmal yapmayı planlamış ve adayı almayı defterine ve aklına yazmış. Zigetvar seferine gitmeden evvel atadığı Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa, Kanuni 1566’da Zigetvar kalesi önüne kendi eceli ile ölünce yerine geçen oğlu Sarı Selim’e (Sultan II.ci Selim) babasının Kıbrıs ile ilgili düşüncelerini anlatmış ve 1571’de Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu 13 ay süren bir mücadeleden sonra adayı Osmanlı topraklarına katmış.
1830’lu yıllarda, ileride dönemin Başbakanı olacak olan devlet adamı Benjamin Disraeli [1], Akdeniz ve Ortadoğu ülkelerini kapsayan uzun bir yolculuğa çıkar. Dönüşte bir rapor hazırlar. Bu raporun en can alıcı kısmı “Ortadoğu’ya hakim olmak isteyen devlet, Kıbrıs adasına da hakim olmalıdır” cümlesidir.
Benjamin Disraeli, 1847’de yazdığı “Tancred” isimli eserde, Kitap IV, Bölüm I’de, “Kıbrıs’ın tasarrufu, İngiltere’ye, Akdeniz içinde hakimiyet etkisi sağlayacaktır ve Doğu Akdeniz’in gelecekteki kaderini onun ellerine teslim edecektir.” kehanetinde bulunur ve 1868 yılında Başbakan olur olmaz ilk işi, bu kehanetini öncelikli bir hedef olarak İngiliz İmparatorluğu’nun yapılması gereken işler listesinin ilk başına yazmak olur.
İngiliz İmparatorluğu, adayı askeri güçle alamayacağını bildiği için pusuya yatar ve Osmanlı İmparatorluğunun zayıf bir anını kollamaya başlar.
Beklediği fırsat 1878 Osmanlı Rus savaşı ile önüne çıkar. İngiliz İmparatorluğu hem adayı ele geçirmek, hem de Hindistan ticaret yolunu tekrar açmak için Osmanlı İmparatorluğunun yanında yer alır ve Berlin Konferansı ile tüm isteklerine uluslararası geçerlilik kazandırır. Artık ada İngiliz kirasındadır. Lozan anlaşması ile de adadaki kiracılık statüleri de son bulur ve adanın mutlak hakimi ve sahibi olurlar.
20.ci yüzyılın ortalarına doğru, İngiliz İmparatorluğu, 2.ci dünya savaşından sonra dünyayı saran bağımsızlık hareketinden nasibini almaya başlar ve tüm sömürgelerine bağımsızlık yolunu açar.
Bağımsızlık isteyenlerin arasında Kıbrıs da vardır. Kıbrıs’ta yaşayan ilk halkın anavatanları olan Türkiye ve Yunanistan ile üçlü görüşmeler yapan İngiltere adaya bağımsızlık vermeyi kabul eder. 1959’da başlayan “Cumhuriyet” görüşmeleri sonrasında taraflarca imzalanan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşmasının eklerine göre adada, “Akrotiri” (Ağrotur) ve “Dikelya” olmak üzere 9.99 mil kare tutan iki üs bölgesi “İngiliz Hükümran toprağı” olarak ayrılır. Ayrıca Akrotiri Üssünde bulunan havaalanının kendine has uluslar arası bir FIR hattı tescil edilir.
Gerek İngiliz hükümeti, gerekse de ABD hükümeti, Akrotiri üssünü Ortadoğu’ya yönelik askeri harekatlarda ve uçuşlarda lojistik destek ve ikmal havaalanı olarak kullanmaya başlarlar.
1974 yılındaki Barış Harekatı ile adadaki güç dengeleri bozulur ve adanın kuzeyinde Türk ordusu konuşlanmaya başlar. Türkiye Cumhuriyeti gerek duyduğu anda ordusu için Mağusa bölgesindeki Geçitkale havaalanını ve donanması için de Mağusa ile Girne limanlarını kullanabilir konuma gelir.
2003-2004 yıllarında adada BM’nin hazırladığı Annan Planı rüzgarları esmeye başlar. BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın adını taşıyan “Annan Planı”, adada “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti”ni öngörmektedir. Referanduma sunulan 9000 sayfalık Annan Planı’nın “Giriş” sayfasında yer alan ön koşullar bölümündeki -5- maddeden bir tanesi, Akrotiri ve Dikelya İngiliz üslerinin söz konusu Annan Planı dışında kaldığını ve üzerlerinde asla tartışma yapılamayacağını emretmektedir.
İngilizlerin ilk işleri, Kıbrıs adası üzerindeki “Hükümran” topraklarını her tür tartışmanın ve anlaşmanın dışında tutmak olmuştur.
Reddedilen Annan Planı referandumu yapıldıktan 6 gün sonra adanın üçte ikisini ellerinde tutan 750,000 nüfuslu Rum halkının oluşturduğu Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti AB’ye girer ve ada topraklarının %65’i AB kontrolü altına geçer.
AB içindeki Siyasi grubun başını çeken Fransa, 2005 yılında Kıbrıs (Rum) Cumhuriyetinden askeri üs ister ve yapılan antlaşma ile Baf bölgesindeki Andreas Papaandreu Askeri Havaalanı Fransa’nın kullanımına verilir.
2006 yılında ise bir İskandinav ülkesi olan Norveç, Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti’ne başvurarak, askeri üs istediğini dile getirir.
Kıbrıs adası, uzaklardaki ülkelerin bile üs elde etmek için yanıp tutuştuğu, çok önemli bir konumda bulunan stratejik bir yer. Aynı şekilde Türkiye de dünya üzerinde Jeopolitik ve Stratejik olarak çok önemli bir konumda yer almakta.
Ada ile alakası olmayan, adada yaşayan insanlarla kan bağı, akrabalıkları olmayan ülkeler adada üs kurmuşken ve diğerleri üs kurabilmek veya havaalanlarını askeri amaçla kullanabilmek için sıraya girmişken, Türkiye Cumhuriyetinden, adada bulunan askerini geri çekmesini istemek ve Türkiye’nin adadaki haklarından vazgeçmesini talep etmek sadece bir saf dillik ve art niyettir.
Bu asla gerçekleşmeyecek bir Rum rüyasıdır sadece.
Hiçbir T.C. Hükümeti böyle bir adımı atmayı aklından bile geçirmez veya geçirse bile asla yaptırmazlar.
Papadopulos, “1963-1974 dönemi içinde bir tek Türk ölmedi” yalanını meşrulaştırmak yolunda adımlar atmaya bayağı kararlı ve start düğmesine bastı.
Kıbrıs (Rum) Meclisinde oluşturulan bir alt komite 1963-1974 döneminde Kıbrıs’ta yaşanan olayları içeren “Kıbrıs Dosyası” adlı çalışmasını hızla devam ettiriyor ve büyük bir olasılıkla 2009 yılında bu araştırma bitecek.
Bu 1963-1974 Dosyası tamamlandıktan sonra, biz Kıbrıs’lı Türklerin “Soykırıma uğradık” iddialarına artık hiç kimse inanmayacak.
Üstelik ünlü “Akritas” planını, zamanın İçişleri Bakanı olan Polikarpos Yorgacis ile birlikte hazırlamış olan dönemin Çalışma Bakanı Papadopulos, Rum halkının en saygın yeri olan bu meclis araştırmasından sonra hem soykırım suçlamasından kurtulacak hem de Türklere karşı işlediği tüm suçlarından arınmış olacak…”Güya”
“Kıbrıs Dosyası” için oluşturulan Rum Meclis komitesi, 24 Aralıkta eski ve yeni tüm Rum Adalet ve Savunma Bakanlarının da katılımıyla bir toplantı gerçekleştirdi ve tüm ilgili kurumların ellerinde bulunan arşiv bilgilerini bu toplantıda masaya koydu ve katılımcılara sundu.
Bu sunulan dosyaların her zaman olduğu gibi gerçeklerden tamamen yoksun olduğundan, isyan edenlerin Türkler olduğunu yazdığından ve her olayın suçlusunun Türkler olduğunu vurguladığından hiç şüphem yok.
Bu Meclis Araştırma Komisyonu çalışmasında, 1963-1974 dönemi içinde Kıbrıs’ta yaşanan olaylardan Türklerin sorumlu olduğu kararının çıkacağından adım gibi eminim.
Yıllardır halkını ve gençlerini “Kıbrıs olaylarının 1974’de çıktığına” inandıran bir yönetimin, hayda hayda böylesi bir dosyadaki gerçekleri çarpıtacağına ve tamamen Rum yanlısı ve Rumları hem mazlum hem de mağdur gösterecek bir sonucu çıkarttıracağına eminim.
Bu güne kadar tüm dünyaya söyledikleri yalanlar, çarpıttıkları hakikatler, bu gerçeğin, bu iddianın doğrulunu peşinen ispatlamaktadır.
Ocak 2007’den itibaren “Kıbrıs Dosyası’nın” oluşturulması için 1955-1974 yıllarını yaşamış tüm siyasi kişiler, ifade vermek, deneyimlerini anlatmak ve ellerindeki belgeleri komisyona göstermek için Meclise davet edileceklermiş. İddia aynen böyle.
İşin püf noktası, çağrılacak kişiler arasında hiçbir Türk yok. Daha doğrusu sizin, benim bildiğim her hangi bir Türk siyasi yok.
Birinci siftahı Rum Arşiv Dairesi Müfettişi Efi Parparinu yaptı ve Araştırma Komisyonuna hitaben yaptığı konuşmasında, Rum Devlet Arşiv Dairesi’nde “15 Temmuz 1974’de Yunan Cuntasının organize ettiği darbeye” ve arkasından gerçekleşen “20 Temmuz Türk Barış harekatına” ilişkin o döneme ait hiçbir belgenin bulunmadığını söyledi.
Alt komisyonu şaşkınlığa düşüren bu açıklama, Rum hükümetinin bu döneme ait belgeleri saklama, koruma ve arşivleme konusunda ne kadar becerikli olduğunun gayet net ve açık bir göstergesi.
Aynen Rum kayıpların akibeti araştırılırken, zamanın Makarioscularını canlı canlı gömen RMMO subayının son dakikaya kadar evrakları saklaması ve her sorulduğunda “Bilmiyorum” demesi gibi. Defin kayıtları ibraz edilmediği için, yıllardır mezarlıkta yatan kişiler tüm dünyaya Rum hükümeti tarafından kayıp diye yutturulmuştu.
Sonra da bu “Kıbrıs Dosyası” ile ilgili arşiv belgelerinin sergilenmesi için Rum meclis binasında özel bir yer ayrılacakmış. Ben bu özel yerin adının “Kıbrıs’ta Türk isyanı” , “Kıbrıs’ta Türkler barışı nasıl dinamitledi” veya “Türkler bizi nasıl kesti” olacağını düşünüyorum. Bu başlıklar konmasa bile büyük bir olasılıkla bunlara yakın veya bunları çağrıştıran bir başlık olacak, 1963-74 dönemi için ayrılan bu özel yerin adının.
Çok merak ediyorum, bu araştırmaya Türkleri de davet edecekler mi, Türklerden de bilgi alacaklar mı diye. Mantığım bu soruya hayır diyor.
Papadopulos’un savaş suçlusu olarak kayda geçmemesi için, o günleri yaşamış, ileri gelen Türk siyasileri çağırmayacaklar ve onlardan ne bilgi alacaklar, ne resim isteyecekler ne de belge soracaklar.
Sorarlarsa zaten büyük bir hata yapmış olacaklar ve gerçekten yaşananlar, gerçekten Kıbrıs’lı Türklere uyguladıkları soykırım Rum Meclisi kanalı ile resmen ortaya çıkıp tescil edilmiş olacak.
Bunlar Bizans’ın torunları.
Asla yapmazlar böyle hata.
Öyle marifetlidirler ki, hem kendi suçlarını örterler, hem mazlum rolüne bürünürler, hem de işlerine giderken kalleşçe yollardan toplayıp öldürdükleri masum Türkleri suçlu konumuna sokarlar.
Bu gün yeni yılın ilk günü. Herkese mutlu yıllar diliyorum.
Ama Kıbrıs’ın yeni yılının mutlu ve barış dolu olmayacağı kesin.
Bizim iyi niyetli Cumhurbaşkanı, 2007’de Birleşik Kıbrıs hayal etse de, böyle bir gelişmenin olmayacağı kesin. Hem de kesin kes kesin. Ne 2007’de ne de 2017’de.
Üstelik bunu ben söylemiyorum. Söyleyen de geleceğin yöneticileri olacak, bu günün Rum gençleri. Belki de aralarından bir tanesi gelecekte Rumların Cumhurbaşkanı da olacak. Günümüzden 35-40 sene sonra başa gelecek olan bu günümüz gencinin, inanın bu gün başta olan Papadopulos’tan pek bir farkı da olmayacak. Aynı kafa, aynı fikirler, aynı Türk düşmanlığı hep devam edecek. Bu gün Türklere bakışları nasılsa, o günde aynen öyle olacak.
“Helen Milliyetçiliği fabrikası” durmadan birbirinin benzeri mamuller imal ediyor. Bu elli sene evvel de böyleydi, günümüzde de aynen böyle ve elli sene sonra da böyle olacak. Tarihin akışında, insanlar değişecek, mekanlar değişecek, doğa değişecek, medeniyet gelişecek ama Rumlar hiç akıllanmayacaklar ve mantaliteleri hiç değişmeyecek.
Bundan birkaç gün önce, paskalyanın hemen sonrasında, Kıbrıs’ın güneyinde kendilerinden çok şeyler beklenen Rum Öğrencilerin çeşitli bağımsız ve siyasi örgütlerinden oluşan “Kıbrıs Rum Öğrencileri Birlikleri Federasyonu”nun (POFEN) bir toplantısı yapıldı.
Toplantı her yönü ile iyi geçip iş kapanıştaki ortak bildiriyi kaleme almaya ve bildirideki Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin karar taslağını yazmaya gelince tansiyon aniden yükseldi. 1977 Makarios-Denktaş Doruk anlaşmasından beri süregelmekte olan “İki Toplumlu, İki Kesimli Federasyon” ifadesi bu güne değin Öğrenci Birlikleri Toplantısının her kapanış ortak kararında yer almış olmasına rağmen bu defa “EDEK”li gençler bu cümleye ve bu inanışa karşı çıktılar.
EDEK’e, yani Türkçesi ile “Sosyal Demokrat Hareketi” adlı siyasi partiye bağlı “Agonas” öğrenci grubu, Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin karar taslağından “İki Toplumlu, İki Kesimli Federasyon” ifadesinin çıkarılması önerisinde bulundu ve ortalık aniden karıştı.
AKEL’e (Hristofyas’ın partisi) bağlı öğrenci örgütü “Proodeftiki”, bu ifadelerin ortak bildiride olması gerektiğini savunurken, DİSY’e (Anastasiadis’in partisi) bağlı öğrenci örgütü “Protoporia”, DİKO’ya (Papadopulos’un partisi) bağlı öğrenci örgütü “Anagennisi” ve EDEK’e bağlı öğrenci grubu “Agonas”, bu ifadeye karşı çıktılar ve bu öğrenci grupları arasında “Kıbrıs Sorununa çözüm” konusu ile ilgili kavga ve tartışmalar başladı.
İşin ilginç yanı, halk tabiri ile “Etleri bir kazanda kaynamayan” DİSY ve DİKO gençleri iş “İki Toplumlu, İki Kesimli Federasyon” tipi çözümü kaleme almaya gelince aniden dayanışma içine girip, AKEL’li gençlere karşı saf tutmaları oldu.
DİSY’nin başkanı Anastasiades, DİKO’nun eski başkanı Papadopulos ile yıllardır kanlı bıçaklı iken ve de üstelik Papadopulos’a inat, geçmiş yıllarda Türkiye’ye gidip Gül ile görüşmüşken ve her ortamda “İki Toplumlu, İki Kesimli Federasyon” tezini savunurken, DISY gençlerinin, böylesi bir çözüme sempatik bakmamaları ve artık Kıbrıs’ta “İki Toplumlu, İki Kesimli Federasyon” tipi bir çözümü istememeleri, bir yerlerde bir şeylerin yanlış gittiğini göstermektedir. Ya Anastasiades iyi bir aktör, ya da DISY’de kazan kaynamaya başladı. Kazan fokurduyorsa, Anastasiades’in sonu yakındır demektir.
İkinci gerginlik ise, karar metninden Kıbrıslı Türk gençliğine yönelik “kardeşlik” kelimesinin çıkarılarak, yerine “dayanışma” kelimenin konulması yönünde DİKO’ya bağlı öğrenci grubu “Anagennisi” tarafından öneri yapılması ile patlak verdi.
Toplantı sonrasında, “Kıbrıs Rum Öğrencileri Birlikleri Federasyonu” (POFEN) üyeleri tarafından onaylanan karar tasarısında, Kıbrıs sorununa çözüm olarak “İki Toplumlu, İki Kesimli Federasyon” görüşü metinden çıkarıldı ve kararda yer almadı. Günümüz Rum öğrencileri tarafından onaylanan karar, Türklerin azınlık statüsünde kalacağı, Rumların da çoğunluk idaresini oluşturacağı “Üniter Kıbrıs Devleti”ni tanımlıyor.
Ve bu kafadaki Rum gençleri, kısa bir müddet sonra önce GKRY’de hükümet kadrolarına girecekler, yıllar itibarı ile terfiler alıp üst kademelere gelecekler ve aralarından bir tanesi de büyük bir olasılıkla Rum Cumhurbaşkanı olacak. 20.ci yüzyılın başındaki Rum mantalitesi ne ise, 21.ci yüzyılın ortalarında da aynı mantalite yerini koruyacak.
Siyasilerimiz ve yöneticilerimiz, lütfen “Kıbrıs Rum Öğrencileri Birlikleri Federasyonu”nun (POFEN) bu son toplantısından dersler alın ve “BİRLEŞİK KIBRIS” hayalinden artık vazgeçin.
Halkımız bu tür hayalleri, bu tür düşünceleri “Olmayacak Duaya Amin” cümlesi ile tanımlıyorlar.
Dünyada bizim dışımızdaki 222 ülke AB’siz yaşıyor. Biz de kendi topraklarımızda, kendi egemenliğimiz altında, kendi askerimiz, kendi polisimiz, kendi meclisimiz ve kendi hukuk düzenimizle onurlu bir şekilde yaşayabiliriz. AB’ye girmemek dünyanın sonu değildir.
Hani “Evet” dersek Avrupa kapıları bize açılacaktı.
Hani izolasyonlar kalkacaktı.
Hani “3 ayda Kıbrıs sorunu” çözülecekti.
Hani “…..”dı.
Hani “….”di.
Sizde biliyorsunuz ki, bu sözlerin hepsi boştu ve hikaye idi. Halkımız da iyice anladı artık.
Son bir kaç aydır beşparmakların uzerindeki bayrağımızı çekiştirenlerin sayısı iyice arttı.
“O Bayrak” nedir biliyormusunuz. 1955’lerde, 1958’lerde, 1963’lerde, 1964’lerde, 1967’lerde, 1968’lerde uğradığımız soykırımın, verdiğimiz şehitlerin, 1974’de kazandığımız hürriyetimizin, KKTC’nin egemenliğinin ve varlığının simgesidir “O Bayrak”.
Kurumlardaki bir yetkili çıkıyor ve utanmadan, yüzü kızarmadan “Rum tarafı, bu bayrak yüzünden elektrik vermiyor” diyor ve bunu basın bildirisi ile de açıklıyor halkımıza. Amaç halkı en zayıf noktasından vurup bayrağa düşman etmek.
Arkasından da Rum Elektrik Dairesi sorumlusu hemen bir beyanat veriyor ve “Türkler bizden elektrik istemedi ki, vermemek için sudan bahaneler yaratalım” diyerek, bu zatı yalanlıyor.
Zaten burada amaç, üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Hedef insanlarımızın bilinç altında “Beşparmaklardaki bayrağa” düşman etmek “Soğukta üşüyorsunuz ama nedeni işte bu bayrak” demek istiyor bu aklı evvel kişiler insanımıza. Aynen Eğitim şurasında, yer isimlerinin 1974 öncesindeki Rumca isimler olmasını isteyenler gibi. Anlaşılan Kıbrıs Türk halkına ve bu halkın son 51 yıldır verdiği şanlı varoluş mücadelesine hiç bir saygıları yok bu insanların ve bu kafada olanların.
Herhalde bunlar 1974 Barış harekatını ve evvelsini hiç yaşamadılar. Rum mezalimi ile hiç karşılaşmadılar. Ailelerinde herhalde hiç şehit yok, hiç kayıp yok, belki de göçmen bile değiller. Bu toplumun bu gunlere nasıl geldiğinin hiç farkında bile değiller her halde. Amaçları, bizleri her fırsatta istemediklerini ortaya koyan ve bunu ispatlamak için binaların üstüne yazılar yazan Rumlarla birlikte yaşamaksa, işte barikat orda, işte Rumlar da güneyde. İsteyen o tarafa gider ve Rumların içinde azınlık hakları ile azınlık olarak yaşar. Bu tarafın nimetlerinden yararlanıp, Rum’a tapmak, doğru ve onurlu bir hareket değildir.
Demiyor ki bu kişiler, trafik çemberlerine ve yollara asılan renkli “Krisması kutlama lambaları”, her gece bu bayraktan daha çok elektrik çekiyor. Bayrağımızı çekiştireceklerine, bayrağımızı halka öcu gibi göstermek çabası içerisine gireceklerine ve bayrağımızın geceleri nazlı nazlı gururla yanan elektriğini kapatmayı düşüneceklerine, sokaklardaki bu kutlama lambalarını kapatmak hiç mi aklına gelmiyor bu kişilerin.
Hadi yollardaki cicili bicili kutlama lambalarını kapatmak istemiyorsunuz diyelim, en küçük bir elektrik kesintisinde yollarımızı aydınlatan sokak lambalarının mekanik olan açma-kapama sistemleri kesinti müddeti kadar geri gittiğinden, gece kesinti müddeti kadar geç yanan bu lambalar, gündüz de yanmaya devam ederler ve öğlen vakti de yollarımızı aydınlatırlar. Ve bu anomali, birileri bu mekanik saatleri normal düzene sokana kadar günlerce gider. Bu ihmalden dolayı binlerde kilowat enerji de boşa gider. Bu kişiler “Beşparmaklardaki bayrağımıza” laf edeceklerine, kendi görevlerini niye yapmazlar ve elektrik kesintisinin hemen ardından gerekli mekanik düzeltmeleri yapmazlar veya yaptırmazlar. Kendi gözlerindeki merteği görmeden, “Beşparmaklardaki bayrağımıza” nasıl laf ederler hiç anlayamıyorum.
Bilmiyorlarki, o bayrak oradan gittiği vakit, önce kendileri bulundukları yerden gidecekler ve sonra da bizler, anavatanın bir parçası olan biz Kıbrıs’lı Türkler, bu topraklarda azınlık olacağız ve Papadopulos’un ünlü “Osmosiz” yöntemi ile asimile olmaktan başka seçeneğimiz kalmamış olacak.
Kıbrıs’lı Türkler 15 Kasım 1983 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini ilan edince Peru’lu BM Genel Sekreteri Javier Pérez de Cuéllar, yememiş, içmemiş hiç vakit kaybetmeden 17 Kasım’da bir rapor hazırlamış ve bunu ertesi gün yani 18 Kasım 1983’de, BM Güvenlik Konseyine sunarak, KKTC’nin her alanda izolasyon altına girmesine kapı açan ünlü 541 no.lu kararı çıkarttırmıştır.
O gün bu gün, tüm dünya Rumların BM’ye başvurusu ile alınan bu karar nedeni ile KKTC’yi tanımamışlar ve acımasız izolasyonlar KKTC’ye uygulanmaya başlamıştır. Bunu kırmak için adım atmak isteyen İngiltere’nin, Ercan Havaalanı’nın uluslararası hava trafiğine açılması ve Ercan kontrol kulesinin tanınması yönündeki çabaları şimdi bu ünlü 541 no.lu kararın arkasına saklanılarak önlenmeye ve İngiltere’ye mani olunmaya çalışılmaktadır.
Peki bu ünlü 541 No.lu karar ve diğer benzeri BM kararları halen geçerlimi veya soruyu daha değişik bir şekilde sorarsam, bu karar KKTC için geçerli de Rumlar için geçersiz mi?
Bu ünlü 541 No.lu kararı ele alırsak görürüz kü;
a) Giriş bölümü, 3.cü paragrafta, KKTC’nin ilanının Kıbrıs Cumhuriyetinin kurulmasını sağlayan 1960 Anlaşmasına ve 1960 Garanti Anlaşması aykırıdır denmektedir.
b) 6.cı maddesinde ise “Tüm ülkelere, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, toprağı bütünlüğüne ve bağlantısızlığına saygı gösterilmesi çağrısında bulunur” denmektedir.
Ayrıca gene BM’nin 1983 tarihli 37/253 no.lu kararının 1.ci maddesinde de Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, toprağı bütünlüğüne ve bağlantısızlığına tam destek verdiğini tekrar eder.
1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye giren Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti “Bağlantısız” tanımını yitirmiştir. Bu tanımı yitirirken 541 no.lu kararın bahsettiği 1960 Anayasasına göre Kıbrıs Cumhuriyetinin ortağı olan Kıbrıs’lı Türklerden de herhangi bir onay almamıştır.
Bu nedenle de bence hem 541 hem de 37/253 no.lu kararların her ikisi de geçerliliğini yitirmiştir.
Zaten mantıksız olan, 541 no.lu ve benzeri tanımları içeren diğer BM kararlarının Rumları her hangi bir şekilde bağlamazken, Kıbrıs’lı Türkleri bağlaması ve izolasyon altına sokmasıdır.
Eğer 541 No.lu karar geçerli ise Rumların AB’ye üye olamamaları gerekmektedir. 1 Mayıs 2004’den beridir 1960 Kuruluş Anayasasına göre Kıbrıs Cumhuriyetinin “Bağlantısız” olması gerekirken, bu vasfı ve koşulu tek taraflı olarak yitirilmiştir.
541 no.lu BM kararı uygulanacaksa her iki tarafa da uygulanmalıdır.
1960 Kuruluş anlaşması hala geçerli ise her iki tarafı da kapsamalıdır.
Sanırım hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin, uluslar arası mahkemelerde haklarını aramasının zamanı gelmiştir. Aynen gasp edilen ve KKTC yöneticilerinin sahip çıkmak istemediği Maraş’taki Abdullah Paşa Vakfı ve Lala Mustafa Paşa Vakfı mallarının haklarının, mahkemelerde aranması gerektiği gibi.